- 851 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
IŞIK
- Hoş geldin
- Hoş bulduk
- Karnın aç mı?
- Evet
- Tamam, ben de sofrayı hazırlamıştım
- Tamam
- Yemekten sonra şehre doğru yürüyüş yapar mıyız?
- Çok yorgunum
- Kısa bir yürüyüş
- İnan çok yorgunum
- Eskiden ne güzel yürüyüşler yapardık
- İşte çok yoruluyorum. Üstelik sen zevk alsan da ben eski zevki alamıyorum
- Niye?
- Sürekli tartışıyoruz. Hâlbuki ben evime huzur bulmaya geliyorum.
- Ben mi tartışıyorum
- İkimiz tartışıyoruz
- Ne yapayım beni dinlemiyorsun?
- Tamam, ben dinlemiyorum, artık yemeği yiyelim
Koridoru geçerek lavaboya girdim. Günün yorgunluğunu atmak istercesine elimi yüzümü yıkadım. Aslında banyo alsaydım çok iyi olurdu. Sofra hazır olmasaydı mutlaka banyo yapardım. Hiçbir şey sıcak suyun altında huzur bulmaya benzemiyor. Eşim umduğunu bulamamış, arkamdan homurdanarak mutfağa gitmişti. Aradığını bulamamanın veya istediğini yaptıramamanın sancısıyla kıvrandığı belliydi. Ne zaman yürüyüş yapalım dese, mutlaka çocuklardan ayrı yalnız kalmayı, kafasında akşama kadar kurduğu şeyleri dikte etmeyi planlamış olurdu. Yürüyüş teklifini geri çevirmem bütün planlarını altüst etmişti. Mutfak yönünden közlenmiş patlıcan kokuları geliyordu. Patlıcan sevmediğimi bildikleri halde kokusuyla burnumu yakarcasına akşama patlıcan közlemelerine kızıyordum. Kaç defa tembih etmiştim. Patlıcan gibi benim yemekten hoşlanmadığım şeyleri gündüzleri ben yokken yiyebilirlerdi. Sabahın köründe evden çıkarak, akşama kadar yoğun sorunlarla uğraşıyordum. Akşam evime gelince hoşlanmadığım şeylerle karşılaşmayı istemiyordum. Tamam, mutlaka benim yiyeceğim şeyleri sofraya koymuşlardır. Ama mesele bu değil ki, benim olduğu yerde birlikte hoşlandıklarımızın olması iyi olmaz mıydı?
Sofrada oğlum, kızım hazır ve nazırdılar. Hayret nasılsa bugün kimse çağırmadan sofraya gelmişler. Hâlbuki kızı bilgisayar, oğlanı cep telefonundan ayırmak her zaman sorundu.
- İyi akşamlar çocuklar
- Hoş geldin baba, iyi akşamlar
- Ne var ne yok?
- İyi
Cevap veren oğlumdu, kızdan hiç ses çıkmıyordu.
- Sen nasılsın kızım
- İyiyim baba, sen.
- Bende iyiyim.
Herkes sofrada, kimseyi bağıra çağıra sofraya davet etmemiştik. Eşimin yürüyüş teklifi, çocukların sofrada oluşu, akşamın önemli sorunları olduğunu gösteriyordu. Kafam doluydu. İşyerindeki sorunlar beni bunaltmıştı. Bugün sorunları kaldıracak durumda değildim. Sessizce masaya oturdum. Eşimin, çocuklarımın yüzlerine baktım. Her biri beni kolluyorlar gibiydi. Onlara fırsat vermek istemedim. İçinde bulunduğum ruh haliyle onları kırmak istemiyordum.
- Çocuklar bakışlarınızdan kuşkulanıyorum. Sanki bugün farklı şeylerden söz edeceksiniz? Ama bilin ki çok yorgunum. İşyerinde sorunlar yaşadım. Sizden ricam ne söyleyecekseniz bugün söylemeyin?
Eşim hemen lafı kesti.
- Sana ne zaman bir şey söyleniyor ki? Sen dışarıda herkesi dinliyorsun bize gelince yorgunum diyorsun?
- Sema lütfen. İnan bugün konuşmak istemiyorum. Çocuklar tamam mı? Anneniz beni anlamak istemiyor. Bari siz anlayın!
- Ama baba! Benim ablamın söyleyecekleri var.
- Oğlum, sonra söyleyin? Mesela yarın.
- Yarın akşamda yorgun gelirsen ne olacak?
- Siz de sabah söyleyin.
- Ama sen erkenden gidiyorsun?
- Sizde erken kalkın o zaman. Kahvaltıda söyleyin. Gece dinlenmiş olurum. Sabah zinde kalkarım. Sizi daha iyi anlarım.
- Baba biliyorsun biz ancak 10.00 kalkarız.
- Evet, kızım biliyorum. Sizler 10.00 kalkarsınız. Bunu da yüzüme söylersiniz. Babanız bu yaşta erkenden işe gider. Akşam karanlığında yorgun argın gelir. Bana bir şeyler söylemek istersiniz. Ama kendi şartlarınızla… Tekrar ediyorum. Söyleyecekleriniz varsa kahvaltıda buluşalım.
- Ne var yani çocuklar şimdi söyleseler?
- Hanım anlamıyor musun? Yorgunum. Laf kaldıracak halim yok. Sorun dinleyecek halim yok.
- Tabi, çocukların sorunları olduğunda sus, başkalarının sorunları olduğunda konuş. Böyle babalık olmaz.
- Haklısın hanım. Emekli olalı beş yılı geçti. Ama ben senin için, çocuklar için hala çalışıyorum. Kızım gelmiş yirmi yaşına. Lise bitmiş, üniversite yok. İş arama yok. Eve katkı yok. Kızım üniversite imtihanlarına çalış diyoruz. Dershanelere gönderiyoruz. Netice yok. Çünkü sorumluluk yok. Okuyacak mısın kızım diye soruyoruz? Evet diyor. Ama çalışma yok. Ne yapabilirim? Oğlum lisede okuyor. Ders çalışma yok. Okulu takip yok. Laf dinleme yok. Çalışıp size bakmak zorunda olan benim. Laf dinlemek zorunda olan benim. Masraflarınızı karşılamak zorunda olan benim. Hanginiz beni düşünerek, masraflarından fedakârlık yapıyor? Hanginiz babamız çok yoruluyor deyip, evin kazançlarına katkıda bulunmayı düşünüyor?
- Anlaşılan sen işyerinde öfkelenmişsin, bizden çıkarıyorsun
- Sema Allah aşkına, şurada yemeğimi yiyeceğim, dinleneceğim.
- Biliyorum ben seni, yemeğini yersin, çıkarsın tavan arasına
- Evet, çıkacağım tavan arasına
- Çık, çık, kaç bizden
Tavan arasına harika bir çalışma odası yaptırmıştım. Bilgisayarım, kitaplarım oradaydı. İki küçük koltuk ve bir divan vardı. Tavanı yüksek değildi. Açık sarısı lambriyle harika kaplatmıştım Odaya girince burnuma gelen ağaç kokuları bana yaşam katıyordu. Tepesinde yuvarlak camlı pencerem karşı tepelere bakıyordu. Pencere kenarına oturup uzakları seyretmek, seyrederken düşüncelere dalmak bana huzur veriyordu. Tavan arasıyla oturduğumuz katı bağlayan kapı çok iyiydi. Neredeyse hiç ses geçirmezdi. Bu nedenle aşağının gürültüsü beni rahatsız etmiyordu. Etraftan da herhangi bir gürültü gelmiyordu. Oğlum tavan arası odama sahip çıkmak için çok uğraşmıştı. Asla ona kaptırmadım. Tavan arası benim özel alanımdı. Eşimin girmesinden bile hoşlanmıyordum. Her Pazar günü tepeden tırnağa tüm temizliğini kendim yapıyordum. Odanın düzenini kendim sağlıyordum. Penceresini, kapılarını sımsıkı kapatıyor, dışarıdan toz alarak kirlenmesini istemiyordum. Yaptırırken, çok iyi yalıtım malzemeleri kullanmıştık. Onun için ne sıcaktan, ne de soğuktan etkileniyordu. Bana düşen sadece içeriye girdiğimde havalandırmak oluyordu. Kış günleri küçük bir elektrikli sobayla iki dakikada ısınıyordu.
- Sizden kaçmıyorum. Ama beni de anlamanızı istiyorum. Yorgun olduğum zamanlar, sizi yanlış anlayarak, size yanlış yapmaktan korkuyorum. Çünkü sen eşimsin, iki güzel yavrumuz var. Sizleri kırmak istemiyorum.
- Madem kırmak istemiyorsun, bizi dinle…
- Tamam dinlerim, ama sonra…
- Hayır, şimdi söyleyeceğiz, sen sonra karar ver.
- Anlaşıldı sizden kaçış yok. Söyleyin o zaman. Ama neticeyi hemen istemeyin.
- Tamam. Kızı istemeye gelecekler. Oğlan’ın okulundan aradılar. Babası gelsin demişler.
- A çok sevindim, kızımı istemeye gelecekler ha… Gelsinler…
- Kızmadın mı?
- Niye kızayım ki? Geldiğimden beri söyleyeceğiniz bu muydu?
- Ama baba sen oku diyordun. Üniversite bitirmeden evlenme diyordun.
- Kızım ben yine aynı şeyi söylüyorum. Ama sen dinliyor musun? Bak beni dinlememişsin. Bir oğlanla konuşmuşsun, anlaşmışsın ve istemeye geliyorlar. Öyle değil mi? Bak cevap vermiyor, susuyorsun.
- Peki, hanım, oğlanın velisi sensin. Sen niye gitmiyorsun?
- Babası gelsin demişler.
- Yani velisi değil, babası demişler.
- Evet…
- Demek erkek erkeğe bir şeyler var… Ne zaman?
- Yarın
- Oğlum kimi göreceğim orada?
- Ben bilmiyorum ki, annem biliyor.
- Kimi göreceğim hanım?
- Müdür beyi
- Tamam, yarın okula telefon eder randevu alırım. Başka var mı?
- Yok.
- İyi o zaman yemeğimizi rahatça yiyelim.
Verdiğim cevaplara şaşırmışlardı. Özellikle kızım, istemeye gelenlere gelsinler dememe çok şaşırmıştı. Oğlumsa, ne yaptın da beni çağırıyorlar diye kızmamdan korkuyordu. Ama ben ne kızıma hayır demiştim. Ne de oğluma kızmıştım. Onlar benim kızı istemeye gelmelerine itiraz edeceğimi düşünüyorlardı. Oğlana bağırıp çağıracağımı düşünüyorlardı. Böyle yaparsam anneleri, çocukları hep birlikte üzerime gelip beni ikna etmeye çalışacaklardı. Sessiz, sakin karşılayınca bütün planları altüst oldu.
Yemekten sonra tavan arasına çıkan merdivene doğru yürümeye başladım. Eşim fırtına olacağını sanarak endişeliyken, davranışımla sakinleşmişti. Tedirginliği ortadan kalkmış, yürüyüşü aklından çıkarmıştı.
- Çayını yukarı gönderirim.
- Tamam
Beş altı bardaklık küçük cam çaydanlığım vardı. Genellikle küçük tepsime, çaydanlığı, şekeri, bardağı kor çıkardım. Evde kadın günleri olduğunda, eşim yaptıkları, pastalardan, çöreklerden kordu. Bugün erkenden çıkıp tavan arası odamda dinlenecektim. Merdivenlerden yukarı çıkarken kızım odasına giriyordu.
- Kızım annene sofrayı toplarken yardım etsene
- Ederim baba, şimdi işim var
- Ne işi, bilgisayarın başına gidiyorsun işte.
- Evet, baba bilgisayarda işim var
- Sen oğluna söyle baba, annem bana yeteri kadar söyleniyor zaten
- Olur, kızım oğluma söylerim
Çocuklarımla, eşimle irtibatım kopmuştu. Nasıl bu hale geldim bilmiyorum. Ailesiyle konuşan baba olmaktan çıkmış, ailesine hizmet eden insan haline gelmiştim. Evet, aileme hizmet ediyordum. Kendimi, çocuklarına, eşine dur diyemeyen, dizginlerini çocuklarının, eşinin eline vermiş köle gibi hissediyordum. Yaklaşık on yıl öncesinde başlayan bu durum, emekli olduğumdan itibaren iyice artmıştı. Artık beni ailemi oluşturan insanların talimatları yönetiyordu. Kırmamak için ses çıkarmamak. Daha büyük sorunlara meydan verememek için talimatlara boyun eğmek. Yeni hayatımın temelini oluşturmuştu.
Odama girdiğimde kendimi emniyette hissettim. Pencere açıktı. Herhalde ya çocuklar, ya da eşim odaya girip, oda hava alsın diye pencereyi açık bırakmışlardı. Hâlbuki onlara ben yokken odaya girmemeleri tembih etmiştim. Neyse? Pencereden uzaktaki dağlar görünüyordu. Dağlar irili ufaklı tepelerden oluşuyordu. Tepelerden birinde yanan ışık gözlerime takıldı. Önceden bu ışık yoktu. Dikkatle ışığın olduğu yere bakmaya başladım. Tam karşımdaki tepenin üst kısmındaydı. Dağların eteklerindeki şehir ışıklarından çok uzaktı. Işığın bulunduğu tepenin üstünde parıldayan akşam yıldızı henüz batmamıştı. Ayın yokluğundaki gökyüzünde yıldızlar ve ışık bütün gücüyle parlıyorlardı. Odanın ışığını yaktım. Pencere kenarına oturup karşıdaki ışığa baktım. O da ne? Ben odamın ışığını yakınca, dağdaki ışık kaybolmuştu. Allah, Allah, ne alaka? Hemen gidip ışığı söndürdüm. Hayret, dağdaki ışık, odanın ışığını kapatınca ortaya çıkıyordu. Elimi elektrik anahtarına koydum. Işığımı yakıyorum, karşıdaki ışık kayboluyor. Işığımı söndürüyorum, karşıdaki ışık yanıyordu. Hiçbir anlam veremedim. Bu nasıl olurdu? Bu ne demekti? Kendimi gözetleniyor hissettim. Birkaç defa odanın ışığını yakıp söndürdükten sonra, odanın karanlığında pencere kenarına oturdum. Dağdaki ışık parlıyordu. Hiçbir anlam veremeden ışığı seyretmeye başladım.
- Niye beni karanlıkta seyrediyorsun? Sen nesin? Kimsin? Ne demek istiyorsun?
Işığa doğru söylediğim sözleri ışığın duyacağını sanmıyordum. Kendi kendime söylenerek merakımı yenmeye çalışıyordum. Yenebilir miydim? Hayır! Yarın gündüz gözüyle bakmalıyım. Orada ne var?
Şehrin ışıkları gökyüzüne parlaklığını gönderirken, şehir garip bir şekilde uğulduyordu. Uğultuları dinlemeye başladım. Sokakta oynayan çocukların sesleri geliyordu. Çocuklar saklambaç oynuyorlar. Küçüklüğüm aklıma geldi. Babamın evde olmadığı zamanlar bizde sokağa çıkar oyunlar oynardık. Ama babam varken dışarıya çıkamazdık. Ancak benim uzaklardaki uğultular dikkatimi çekiyordu. Klakson sesleri, fren sesleri uğultuyu ara sıra deliyordu. Kenar mahallelerden yükselen köpek ulumaları, uğultuya ayrı bir anlam kazandırıyordu. Ses, yaşamın bir parçası olarak, yaşayanların varlığını hissettiriyordu. Doğadaki tüm sesler, dünyanın “ben yaşıyorum” diye haykırması gibiydi. Yağmurun, dolunun, suyun, kar yağışının, kuşların, rüzgârların sesleri varlıklarını hissettiriyorlardı. Dikkatle dinlersek yıldızların seslerini bile işitebilirdik. Yeryüzünün ortasındaki ateşin sesini duymak istemesek de her zaman kendini hissettiriyordu. Bazı yazarlar, şairler ölümün sessizliğinden söz ederler. Hâlbuki seslerin en yükseği ölümün sesidir. Ölüm bir çığlıkla her yanımızı sarmıştır. Kapı çalındı… Elinde çay tepsisiyle içeriye giren eşim,
- Murat niye karanlıkta oturuyorsun?
- Işığı seyrediyorum.
- Hangi ışığı
- Bak işte karşıda
- Ha evet
- Önceden yoktu bu ışık.
- Doğru önceden yoktu.
- Bak sana ne göstereceğim
- Ne göstereceksin?
- Işığı yaksana
Eşim ışığı yakınca dağdaki ışık kayboldu.
- Sema orada dur. Bak pencereden ışık görünüyor mu?
- Hayır görünmüyor
- Şimdi söndür ışığı (eşim söndürdü) bak şimdi görünüyor.
- Allah, Allah, evet görünüyor. Nasıl olur bu?
- Bilmiyorum ki! Biri veya birileri burayı gözetliyor.
- Kim?
- Bilsem. Bakıyorum bu gün yine döktürmüşsün. Ne bu pastalar, börekler?
- Bugün altın günü bendeydi.
- Kaç altın oldu?
- Yirmi iki
- İyi, zamanı gelince işe yarar.
- Zırnık koklatmam. Onlar benim altınlarım
- Yahu, altın günlerinde altınların parasını benden almıyor musun?
- Olsun. Bunlar benim.
- Öyle olsun bakalım.
- Bugün şaşırttın bizi
- Niye?
- Hiçbir şeye itiraz etmedin
- İtiraz etsem ne olacak, sanki beni dinleyecek misiniz?
- Niye dinlemeyelim ki?
- Dinlemezsiniz. İsteklerinizi alıncaya kadar aynı şeyi söyler durursunuz? Ne zaman ben pes ettim. Dediklerinizi kabul ettim o zaman susarsınız?
- Yani biz o kadar kötü müyüz?
- Kötüsünüz demiyorum. Sadece kendinizi kabul ettiriyorsunuz. Beni dinlemeye yanaşmıyorsunuz.
- Ama biz gereksiz hiçbir şey istemiyoruz ki!
- Size göre… Bana sordunuz mu, bunlar gerekli mi diye? Hayır! Gerekli olduğuna siz karar verdiniz. Bana dikte ettiniz.
- Sana bir şey söylenmiyor ki.
- A olur mu hiç? Her zaman siz konuşuyorsunuz zaten. Eğer şikâyet gerekliyse, asıl siz beni hiç dinlemiyorsunuz.
- Anlaşıldı sen bizden bıkmışsın
Bıkmak, ne ucuz söylemdi. Nasıl bıkabilirdim ki? Evlendiğimden beri hayatımı eşime, çocuklarıma vakfetmiştim. Yıllar geçti. Yirmi beş yılı devirmiştik. Çeyrek asır, dile kolay. Çeyrek asırdır ailem için koşturuyordum. Yaşadığım artık bıkılacak bir şey değildi. Hepsi rutin şeylerdi. Aileme kölelik etsem de, bu benim bir yaşam biçimimdi. Aileme karşı nasıl özgür olabilirdim. Onların dayanılmaz isteklerine karşı nasıl karşı durabilirdim.
- Bana izin verir misin? Biraz yalnız kalmak istiyorum.
- Tabi, sen bizi yanında isteme… Zaten akşama kadar iştesin, yoksun. Akşamları da buraya tıkıl. Söylesene biz ne zaman normal aileler gibi olacağız?
- Beni dinlemeye, anlamaya başladığınız zaman.
- Yani seni dinlemiyoruz, anlamıyoruz, öyle mi?
Eşimin gözlerine uzun uzun baktım, şaşırmıştı. Benden hiç böyle bir şey beklemiyordu. Her zaman eşim, çocuklarım, aynı şeyden şikâyet ediyorlardı. Sürekli bana bizi dinlemiyorsun diyorlardı.
- Ne yazık ki evet Sema, beni dinlemiyorsunuz.
- Öyle olsun bakalım
Dedi ve öfkeli bir şekilde odadan çıkıp gitti. Kalkıp ışığı söndürdüm. Odanın ışığını söndürünce dağdaki ışık tekrar ortaya çıktı. Sokak lambasının aydınlığında çayımı içebilir, eşimin hazırladığı pastaları, börekleri yiyebilirdim. Işık, bugün yaşamıma sırlı bir şekilde girmişti. Eğer yarın da bugünkü gibi, ben ışığı yakınca kaybolur, söndürünce ortaya çıkarsa, hafta sonu ışığın olduğu yerlere gitmeye karar verdim. Böyle, sırlı bir durumla asla yaşayamazdım.
Çayımı yudumlarken, gökyüzünü, ışığı seyrediyordum. Işığa baktıkça içimi serinlik kaplıyordu. Sanki bana arkadaş olmak için ortaya çıkmıştı. Sürekli aynı hayatı yaşadığım uzun yıllardan beri, aklımı, ideallerimi, hayatımı aydınlatacak bir ışık bekliyordum. İçimden yükselen bir ışık… İçimden yükselen ışığı bulamamıştım ama beni geceleri seyreden bir ışık bulmuştum. Kim bilir belki bana arkadaş olmak istiyordur. Kim bilir belki içimdeki ışık, içimdeki karanlığı aydınlatamayınca benden uzaklaşarak tepede karşıma çıkmıştı. Bunun bir halüsinasyon olabileceğini düşündüm. Odamın aydınlığında kaybolan, odamın karanlığında var olan ışık, düşüncelerimin, çelişkilerimin, karanlıklarımın, hayallerimin halüsinasyonu olabilirdi. Ama eşim de görmüştü. Acaba sözlerimle onu da şartlandırmış mıydım? Hayır, hayır, mutlaka bu işi çözmeliydim. İşim olmasaydı mutlaka yarın tepeye tırmanırdım. Orada ne var ne yok öğrenirdim.
Eğer ışık bana arkadaşlık etmek için ortaya çıkmışsa kendimi çok şanslı sayardım. Kendimle konuşamadığım birçok şeyi benden uzaktaki ışıkla konuşabilirdim. Bugün bile kafamdaki düşünceleri dağıtmıştı. Işığa müteşekkir gözlerle baktım. İnşallah beni görmüştür. Merakımı yenmek için kalkıp odanın ışığını yaktım. Odanın ışığı yanar yanmaz kayboldu. Işığı söndürdüm. Dağdaki ışık ortaya çıktı. Pencereye yaklaşıp el salladım. Ona elimle öpücük yapıp gönderdim. Sanki yanıp sönerek bana cevap verdi. Şaşkın bakışlarla öylece kalakaldım.
Dışarıdan hafif bir esinti yüzüme çarpıyordu. Şehrin uğultusu gittikçe azalıyordu. Sessiz kesildim. Artık sessizliğin sesi vardı. Baba olmak çok zor… Evin hanımı çalışmıyorsa, çocuklar babaların hayallerini paylaşmıyorlarsa… Babaların hali çok zordu. Çevremde hayallerini gerçekleştiremeyen anne ve babaların, hayallerinin gerçekleşmesini çocuklarından beklediğini, bunu çok yanlış olduğunu işitmiştim. O gündür bu gündür çocuklarımı hayalleriyle baş başa bıraktım. Zaten onlara bir şey söylesem de dinlemiyorlardı. Her birinin kendine göre hayalleri vardı. Her akşam eve geldiğimde, ailemle birlikte olduğumda herkes kendi hayalinden söz ediyordu. Eşim, kızım, oğlum ayrı havalardaydı. Onlara gelecekleri için bir şey söylemeye çalışsam da, dinleyen yoktu. Onlar için tek gerçek, hayallerini gerekleşecek maddi manevi yardımı ben yapmalıydım. Eğer onların isteklerini geri çevirmezsem harika bir babaydım. Yok, isteklerine karşı çıkarsam veya alternatif bir şey sunarsam, anlamaz, cahil, kaba, onları düşünmeyen bir baba oluveriyordum. Tek başıma bir ailenin maddi manevi yükünü çekmeye çalışmak artık zor gelmeye başlamıştı. Uzun zamandır bir gün olsun, eşimin, çocuklarımın, sen ne istiyorsun, senin hayallerin nedir? Dediklerini duymadım.
Uzun zaman önce, kendimi ailemin kölesi ilan ettim. Bu ilanı öyle orta yere yapmadım. Aklıma, kalbime, muhakememe, ideallerime, hayallerime yaptım. Beni ben yapan bütün değerlerime “beni bırakın artık, ben ailemin kölesiyim” dedim. Eşime kocalık, çocuklarıma babalık zincirleriyle bağlanmıştım. Zincirlerin anahtarları onlardaydı. Bir gün olsun, eşim sen ne istiyorsun, hayalin nedir diye sorsaydı. Çocuklarım, baba sen ne istiyorsun, hayalin nedir diye sorsalardı. Zincirlerimi koparıp isteklerimden, hayallerimden söz edebilirdim. Ama onlar bunu bana asla sormadılar. Hep bana isteklerini, hayallerini söylediler, dayattılar.
Bugün içimdeki cılızlaşan ışığın, içimden çıkarak tepeden bana baktığını hissediyorum. İçimdeki ışık bile benden kurtulduktan sonra kuvvetlenmişti. Ona gülerek baktım. “Söyle ey ışık, sen de beni kendine köle mi istiyorsun?”
Radyoyu açıp özgün müzik çalan bir yayın buldum. Bulduğum radyo yabancıydı. Hangi memleketin olduğunu bilemediğim harika bir müzik çalıyordu. Her toplumun özgün müziklerinin insana yakın geldiğini hissediyordum. Sözlü müzikler insanı şartlandırıyordu. Şarkı sözlerinin gölgesinde müzik gücünü kaybediyordu. Onun için sözsüz müzikleri daha çok dinliyordum. Müzik eşliğinde hissettiğim rüzgârın sesi kalbimi dinlendirirken, aklım ışıktaydı. Burada, her gün benimle arkadaşlık etmesini düşledim. Ne güzel olurdu? Dağdaki ışık belki bir gün bana, eşimin, çocuklarımın sormadığı, “Murat sen ne istiyorsun? Senin hayalin nedir?” diye sorabilirdi. O gün kendimi özgür hissedecektim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.