Bizim Yaylanın Yiğidi
Câbe tarafından serin bir bahar rüzgarı Mustafa’nın ve diğer çocukların yüzünü yalayıp geçiyordu. Kışın dondurucu soğukları daha dün buralara ayak basmaz etmişti. Şimdi Samağır Viranına yakın bu düzlükte köyün orta yaşlıları” lodak” dedikleri bir oyunu oynuyorlardı. Atalardan yadigar bu oyunu oynamak büyük keyifti onlar için.
“Lodak” aslında topun adıydı. Yaşları 25 ila 45 arasında değişen orta yaş kuşağından delikanlılar beşer kişilik gruplar oluştururlardı. Bir grup lodağı yirmi- yirmi beş santim derinliğindeki çukura atmaya çalışırken diğer beş kişilik grup ise topun çukura girmemesi için uğraş verirdi. Ellerinde “çöngeli” dedikleri çengelli sopa ve ağzı topuz biçiminde yuvarlak biçimde olduğu için “topuzlu” sopa bulunurdu. Her biri birer maharet abidesi olan oyuncuların içinde en maharetlisi ise “ebe” olurdu. Ebenin görevi de topun çukura düşmemesi içindir. Ağaç sopanın ucuyla lodağı hafifçe havalandırıp ikinci bir vuruşla onu havaya doğru dikmek de işin havalı tarafıdır. Lakin halaka denen oyun alanından da çıkmamak esastır. Çocuklar, halakanın etrafında harp oyunları gibi dehşet bir manzara arz eden oyunu hayran hayran izlerlerdi.
Mustafa da onlardan biriydi. Yakın arkadaşı Hasan’ı dirseğiyle dürttü.
-Bak, nasıl vurdu? Hem de havadayken vurdu.
Öyle maharetli oyuncular vardı ki lodağa havadayken de vururlar ve böylece büyük takdir alırlardı.
Lodak, çocukların oynadığı bir oyun değildi. Büyükler işi gücü bırakıp bir topun peşinde saatlerce koşturuyorlardı. Oyunu merak eden çocuklar ise oyuna asla alınmazlardı; çünkü lodak aynı zamanda tehlikeli bir aletti. İnsanların yüzüne geldiğinde onları kör bırakabilir ya da yaralanmalara sebep olabilirdi. O yüzden çocukları bu oyundan uzak tutarlardı.
Samağır, Bünyan ile Pınarbaşı arasında tarihi bir yerleşim yeriydi. Buraya adını veren Samağır Noyan diye bir Anadolu Valisi olmuştu. Samağar Noyan, oldukça akıllı ve cesur, aynı zamanda adaletli olan bir hükümdardı. Sultan Baybars, Anadolu’ya girdiğinde sessiz sedasız buralara çekilen Samağır Noyan, kardeş kanı dökülmesin diye feragat edecek kadar da feraset sahibiydi.
Samağır Noyan, obasıyla birlikte geldi, Kavağan Dağının eteklerindeki bu yemyeşil vadiye konuverdi. O da diğer noyanlar gibi Anadolu’ya geldiğinde Müslüman değildi. Anadolu Valiliği esnasında Kayseri’de Müslüman olmuş ve Abdurrahman adını almıştı. Şimdi Samağır’ın tam orta yerindeki tepeciğin üzerinde yer alan türbe onun türbesiydi. Halk buraya Abdurrahman Gazi Türbesi derdi, Samağır Noyan’ın adından haberdar değillerdi. Bilim adamları ise bölgeye yaptıkları gezilerde burayı Samağır Noyan Türbesi diye isimlendirmişlerdi.
Samağır Noyan, kendi obasına da köyde bir cami yaptırmıştı. Mescit denecek kadar küçük olan bu cami, onun obasıyla beraber Müslüman olduğunu gösteren bir ipucuydu aslında.
Mustafa, Samağırlı diğer çocukların yaptığı gibi bu tepeciğin zirvesindeki türbenin arka duvarına oturup çevreyi seyretmeye bayılırdı. Karşıda Eski Samağır denen Samağır Viranına bakar, sonra döner Câbe’ye doğru giden yemyeşil vadiyi göz ucuyla süzer ve derin hayallere dalardı. Bu mağaralarda, bu inlerde zamanında kimler yaşamıştı? Acaba şöyle bir küçük zaman diliminde o vakte bir dönsem, o adamları bir tanıyıp geri gelsem diye düşünürdü. Bu sırada Hasan, dirseğiyle Mustafa şöyle bir vurur:
-Mustafa, beni duymuyor musun? Diye sorduğunda:
Mustafa:
-Duydum duydum der ama Hasan’ın ne dediğini bir türlü hatırlamazdı.
Mustafa, köyün diğer çocukları gibi bu delikli taşın içinden geçmeyi severdi. Bu delikli taş, köyün ortasında bulunan tepeciğin Câbe’ye bakan tarafındaydı. Aslında bir mağaranın havalandırma deliğine benziyordu. Çöküntüyle birlikte ortaya çıkmış olmalıydı. Birçok hastalığa şifa olduğu düşüncesiyle bu deliklitaştan insanları geçirirler, şifalı sular akıtıp içirirlerdi. Köyün çocukları ise her zaman bu deliklitaştan geçerler ve orada oynamaya doyamazlardı.
Mustafa, doğanın yeniden canlanışına bir kez daha şahit oluyordu. Sadece yeşeren çimler veya ağaçlar değildi, sadece kuşların cıvıl cıvıl ortaya çıkışı da değildi bahar. Rüzgarlar artık Câbe tarafından keskin keskin esmiyordu. Yüzleri yırtarak geçen o çetin kış yelleri yerini hafif ılıman meltemlere bırakıyordu. Buralarda rüzgar baharda ılık eser ama sadece gün ortasında bu ılıklığı sezersiniz. Sabahları ve akşamları, özellikle de geceleri kışı aratmayan çetinlikte insanları titretirdi. Hatta çoğu yaz akşamları dahi insanlar kazaklarını ya da ceketlerini giymek zorunda kalırlardı.
İç Anadolu’nun yaylaları böyle yüksek olur. Baharla birlikte, hele hele mart ayı bitince artık dağ yeri tandır yerine çevrilirdi. İnsanlar bu havalarda çetin fırtınalara yakalansalar dahi sığınacakları bir dulda yer, sığınak bulurlardı.
Tarihi bir yerleşim yeri olan Zamantı’ya öbek öbek yerleşen Türkmen aileler, müstakil köyler kurmuşlardı. Samağır, Zamantı bölgesinde Çörümşek denen coğrafyanın tam merkezinde kalan köylerden biriydi. Eski Samağır köyü ahalisinin Sivas taraflarına göçtüğü köyde kulaktan kulağa anlatılan bir efsaneydi. Yeni Samağır türbenin etrafına kurulmuş, küçük tepecikten aşağı doğru inmişti. Evler türbenin etrafını sarmalamıştı adeta.
Köye ilk yerleşen aile, Cevlanlar olmuştu. Alında fazla gezgin oldukları için mi bu adı almışlardı, yoksa onların atalarının iddia ettiği gibi ceylan kelimesinin bozulmuş biçimi miydi? Bilinmez ki… Bilinen şuydu ki bundan 250-300 sene önce Konya taraflarından kalkıp Zamantı’ya gelmişler. Konya Börkü giydikleri için bu adamlara Konyabörk demişler.. Cevlanlar, önce Ekrek köyüne gelip yerleşmek istemişler ama oradaki Ermenilerle anlaşamayıp boş halde buldukları Samağır köyüne konuvermişler bir gün.
Cevlanları, Emirağalar ve Mahmut Uşağı kabileleri izlemiş. Bu gelen iki büyük kabile ise Dulkadirli topraklarından buralara göç etmişler.
Mustafa, uzun kış gecelerinde dinlediği ve artık masal mı gerçek mi olduğunu karıştırdığı birçok hikaye arasında adını bildikleri dip dedelerinin adının Mahmut olduğunu hatırlamıştı. O zamanlar ki daha radyo veya televizyon yok. Köylerde, köy odaları denen ve misafir ağırlanan uzun oturma odalarında uzun kış geceleri geçmektedir. O devirde hâlâ ozanlar köy köy dolaşıp cer ederken köylerde bir hafta, on gün hatta bir ay kalıverirlerdi. Tahir ile Zöhre’yi, Kerem ile Aslı’yı, Arzu ile Kamber’i dizi filmlerde olduğu hikayeleri en heyecanlı yerinde keserek anlatırlardı. Ola ki bir gün sonra hikayenin kaldığı yeri hatırlayan çıkmasın, o vakit ozan, köylüye küser ve hikayesine devam etmezdi.
Zamantı’da Yunus Emre de Karacaoğlan da çok sevilir ama Zamantı’nın asıl ozanı Dadaloğlu idi. Mustafa’nın babası Abdurrahman, küçük gözükmesine rağmen oldukça çevik ata binerdi. Ata binice de Dadaloğlu’ndan bir deyiş söyleyerek atının rüzgarını Toroslara ve Çukurova’ya doğru döndürürdü.
Şu yalan dünyaya geldim geleli
Severim kıratı bir de güzeli
Değip on beşime kendim bileli
Severim kıratı bir de güzeli
Atın beli ince boynu uzunu
Kuru suratlısı elma gözünü
Kızın iplik iplik süt beyazını
Severim kıratı bir de güzeli
Atın höyük sağrı kalkan döşlüsü
Kalem kulaklısı çekiç başlısı
Güzelin dal boylu samur saçlısı
Severim kıratı bir de güzeli
At koşu tutmalı çıktığın zaman
Yalı kaval gibi yıktığı zaman
At dört kız on beşe yettiği zaman
Severim kıratı bir de güzeli
Dadaloğlu hile yoktur işimde
Yiğit olan yiğit görür düşünde
At dördünde güzel on beş yaşında
Severim kıratı bir de güzeli
Bu yanık ses Kavağan Dağından aşıp Avşar köylerine elbette ulaşırdı. Ses ulaşmazsa eğer Abdurrahman’ın bindiği kır at, elbette uzakları yakın eder, bayırları düz eder yine ulaşırdı. Samağır’ın Bünyan istikametinde nasıl ki birçok Türkmen köyü varsa, Pınarbaşı cihetinde de birçok Avşar köyü vardı. Samağır, bunlar arasında sınır gibiydi. Avşarlar da Türkmenlerden bir taife oldukları halde bölgeye sonradan gelip sayıca da fazla olmaları sebebiyle Türkmenlerden ayrı olarak anılırlardı.
O yüzdendir ki Dadaloğlu’nun gezip dolaştığı bu topraklarda onun adını yaşatan Avşarların bölgede etkileri çoktu. Abdurrahman, at sevgisinde Dadaloğlu ile yarışacağını düşünürdü. Güzel sevmek ise zaten boyunlarının borcuydu. Türkmen olup da dağlara, yaylalara, kurtlara, kuşlara, keçilere, koyunlara, atlara itlere meftun olmamak olur muydu? Olmazdı.
Mustafa daha da küçükken koyunları otlatıyordu. Babası da biraz ötede atını yemliyordu ki uzaktan bir kafileyi gördüler. Babası gelenleri dikkatle izliyordu. Mustafa da heyecanla kafileye bakıyordu. Çünkü gelenler tam bir Çingen sürüsüydü ve at arabası rengarenk çamaşırlarla süslenmişti. Babası gelenlere eliyle işaret verdi:
-Eğleşin hele, eğleşin!
Başında mendil sarılı, kara yağız bir Çingen delikanlısının sesi duyuldu:
-Aleyküme selam be emmiciğim, ne istersin bizden, hayrolsun inşallah!
Abdurrahman, elinin beline koydu, çok kararlıydı. Çingenlerin at arabasının arkasında bağlı duran bir köpek yavrusunu göstererek:
-Bu ite kaç para istiyorsun dedi.
Çingenin yüzü gülmeye başladı. Abdurrahman’ın kararlı hali onu mutlu etti. Çünkü bu kararlılık çok paraya veya mala kıyacağının göstergesiydi.
-O it, çok kıymetlidir be emmiciğim, biz onu satmak için gezdirmiyoruz.
Abdurrahman hiddetle elindeki kırbacı at arabasının tekerleğine şaklattı:
-Ben sana bu altı aylık iti nerden çaldığınızı sormuyorum, kaç para istiyorsun sen onu söyle…
Çingen delikanlısı, bu cevval adamın tavırlarından çekindi ama yine de iyi bir satış yapacağının alametlerini görüyordu.
-Tamam tamam, kızmayasın hemen… Bir koyun ver, köpek senin olsun tamam mı?
Abdurrahman her şeyi göze almıştı:
-Koyunun parasını vereyim ama koyunumu isteme benden…
Çingen, iyi bir yerden tutturduğunun farkına vardı:
-Yok be, ben ne yapayım parayı… Dağ başlarında köy köy geziyorum, parayı harcayacak yerim yoktur, sen bana bir koyun ver, it senin olsun.
Abdurrahman’ın gözü kararmıştı artık, köpeğe bir kez daha baktı ve sonra Mustafa’ya kafasıyla işaret etti. Mustafa’nın yanına getirdiği koyunu, tuttuğu gibi at arabasına koydu. İtin de ipini çözüp yanına aldı.
Çingene delikanlısı:
-Haydi hayırlı işler olsun, iyi iş yaptık diyerek yola koyulmuştu ve yüzü gülüyordu.
Abdurahman ise köpeğin başını elleriyle sarıp sarmaladı. Eski bir dostu görmüş gibi ona sarıldı. Mustafa’nın hayran bakışları arasında ona dedi ki:
-Dokun oğlum korkma… En büyük can yoldaşımız odur. Köpek kadar vefalı hayvan yoktur. Belki bu alışveriş biraz pahalı gibi oldu ama oğlum, sakın ola, yapacağın işi geri bırakma yap… Sonra çok pişman olursun. Bu it, çok cins bir kangal türüdür. Bu Çingenler onu, yakın köylerin birinden çaldılar biliyorum ama onların elinden zorla almak da bize yakışmazdı. Biz böyle bir cins köpek almakla kârlıyız emin ol. Bazı kârlar, zamanla ortaya çıkar, unutma bunu.
İşte daha Mustafa’nın aklının ermeye başladığı o yaşlarda köpek sevgisi de kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Zaten koyunculuk yapılan yerde köpeğin olmaması mümkün müdür? Değildir elbet… Ama o gün Mustafa, öyle bir dost kazandı ki kimi zaman en yakın arkadaşı Hasan kadar yakın, kimi zaman ondan da öte bir dosttu bu. Mustafa’nın ayak bastığı her yere o da ayak basıyordu. Sanki Mustafa’nın yakın korumasıydı. O da Mustafa ile birlikte oyunlar oynayarak büyümüştü. Keskin bakışlıydı, yürekliydi hayvan…
Mustafa, köye iyice yaklaşmıştı ki köyün etrafında adeta şenlik gibi bir kalabalığın olduğunu gördü. Meğerse yolda gördükleri o Çingenler, kalaycı imişler. Çingene delikanlısı,
Düriye’min güğümleri kalaylı
Fistan giymiş etekleri alaylı
Düriye’mi aldatması kolay mı
Ah alırım dedin de aldattın beni
Üç teli saz ile oynattın beni
Giyme dedim giydin sen bu alleri
Başıma getirdin türlü halleri
Düşman ettin bana bütün elleri
Ah alırım dedin de aldattın beni
Üç teli saz ile oynattın beni
Diye oynak bir türkü tutturmuş onu söylerken zayıf ve çirkin bir Çingen kızı da ortada dönüp oynuyordu. Köyün delikanlıları, bu manzaraya meftun olmuş vaziyette o kapkara Çingen kızına Dünya Güzeliymiş gibi muamele yaparak oradan ayrılamıyorlardı.
İhtiyar Çingen karısı ile kocası ise toprağı kazıyıp ortaya bir körük yerleştirmeyi başarmışlardı. Niyetleri belliydi. Köydeki kap kacağı kalaylamak istiyorlardı. Köyün kadınları Çingen kızının ortada dönüp köyün gençlerini başına toplamasından rahatsız olmuşlardı. Bürüklü bir kadın:
-Abdurrahman Ağa, şo cinganlara disen de şo fışgıyı oynatmasalar ne var ki… Köyün deliannıları birbirine düşecek valla…
Abdurrahman:
-Hele dur bakıyım bacım deyip söğütlüğün dibine doğru yaklaştı:
-Kalaycıbaşı ben de seni akıllı bir tüccar sanıyordum dedi.
Çingen delikanlısı, hemen ayağa kalktı, eski bir dostu görmüş gibi:
-Oooo Emmim, buraya kadar gelmiş. Hayrola Emmi, ne oldu?
Abdurrahman, eliyle kızı gösterdi:
-Akıllı tüccar, beni dinle… Kalay yapmak için aleti edevatı kuruyorsun amma şurada oynattığın kız yüzünden ev hanımları buraya gelip de kap kacak teslim edemiyorlar.
Çingen delikanlısı, kuş gibi çırpınmaya başladı:
-Vay başıma, vay başıma… Ben de niye kimse gelmiyor diyordum. Kız fışkı, kes artık oynamayı… Haydi siz de dağılın burdan, dağılın…
Delikanlılar mırın kırın ettilerse de zaten dağılmaktan başka çare yoktu. Çünkü, birazdan anaları ortaya doluştuklarında zaten gözlerini oyardı onların. Ne demek elin ter ü tazesini oynarken seyretmek, olacak iş midir şimdi bu?
Mustafa, Çingenlerin kapları kalaylayışını dikkatle izliyordu. Körükle ateşi hararetlendirişleri, sonra kalayın genizde bıraktığı koku, nihayet her şey insanlar içindi, gördükleri bahar eğlencesi gibiydi. Mustafa, Çingen delikanlısının gözlerinin yılan gibi kıvrıldığını fark etti. Biraz sonra anladı ki gözleri etrafta dolanan köpeği arıyor. Köpek de sanki bu durumu fark etmiş gibi Mustafa’nın ayaklarına dolanıp duruyordu. Bu durum, iyi bir dostluğun habercisi idi.
Mustafa, eve doğru gitmekte olan babasını yakaladı:
-Köpeğin adını ne koyalım baba dedi.
Babası ikisini yan yana görünce gülümsedi:
-İyi anlaşacaksınız anlaşılan, adı Sırdaş olsun, senin de yoldaşın olsun, tamam mı dedi.
Mustafa, başını salladı.
Şimdi artık bir Hasan’ı vardı, bir de Sırdaş’ı… Dağ bayır demeden koşacaklardı beraber. Câbe’ye giden vadide dere boyu, Taçın suyunun etrafında dönüp durdular. O yıllar bir rüya gibiydi. Yok yok.. yahut bir masal olmalıydı. Ya da bir efsane…
Aksakallı, beyazlar içindeki Samağır Dede, nurani bir varlık olarak gökyüzünden ağıp gelmişti. Bir de Melikgazi tarafından yeşil cübbesiyle Melik Gazi de gökyüzünden ağıp geldi ve Samağır Dede’nin yanına durdu. Bir tepeden uzun bir ok gibi uzanan düzlüğe bakıyorlardı. Düzlükte Avşarları çevreleyen bir Osmanlı Paşası aman dileyenlere bile acımıyor, kimseye Allah yarattı demiyordu. O sırada koca Avşar Ozanı Dadaloğlu, elini havaya kaldırıp seslendi:
-Allah’ım, Allah’ım…. Peygamberimiz Hz.Muhammed aşkına, pirler evliyalar, kırklar, üçler yediler aşkına… Ümmet-i Muhammedi böyle kırıp geçirmek Allah’tan reva mıdır?
Tanrı katına bu feryat yetiştiğinde Melik Gazinin ve Samağır Dedenin türbelerine bir ışık doğdu. Biri yeşil cübbesiyle, diğeri ak sayasıyla vardılar yetiştiler imdada. Osmanlı askerlerinin gözüne göründüler. Askerler savaşamaz oldu.
-Biz, bu yeşil sarıklı, ak sayalı ihtiyarlarla mı harp edeceğiz?
-Çarpılırız valla…
Askerler, kendiliğinden bir boy yer açıp Avşarlara aman verdiler. O delikten Avşar yiğitleri yamaçlara doğru kaçtılar. Artık onları yamaçta kimse tutamazdı.
Dadaloğlu, yorgun argın bir tepenin hörgücüne oturduğunda:
-Bugün yiğitlerim, Samağır Dede ve Melik Gazi ile birlikte askerlere karşı savaştık. Yüce Rabbim onların yüzü suyu hürmetine bizim canımızı bağışladı dedi.
O devirde Avşar ve Türkmen Beyleriyle adeta harp eden Osmanlı Ordusu, oluk oluk kan akmasına sebep oluyordu.
Abdurrahman Ağanın odası da köyde uzun gecelerde hoş sohbet vakit geçirilen odalardan biriydi. Hz.Ali cenklerinden başlayıp Köroğlu Hikayeleri, Aşık Kerem, Arzu ile Kamber, Ferhat ile Şirin, Tahir ile Zühre bu uzun gecelerde anlatılırdı.
Mustafa, özellikle uzun kış gecelerinde bu hikayeleri dinlerken çoğu zaman uyuya kalırdı. Hikayeler bu kadar heyecanlı sürerken uyku nasıl olur da sinsice gelip göz kapaklarına yerleşirdi. Bunu anlamak pek güçtü.
Mustafa, ilk kez Melik Gazi hikayelerini de Samağır Dede’nin hikayeleri gibi bu odada duymuştu. Melik Gazi Hazretleri buraları fetheden Türk komutanı ve beyi olarak tanındığı kadar yöre halkı tarafından evliya olarak da kabul ediliyordu.
Onun türbesinin ucunda yatan “kesik baş”ın hikayesini, düşmanların kaçarken altın saçmaları ve askerlerin düşmanı bırakıp altını toplamaya koyulmaları üzerine “derme sür, derme sür” diye bağırışını, sonra düşmanı burada kıstırdıklarında “salma gır, salma gır” dediği için buranın adının Samağır kaldığını hep bu odada anlatılan hikayelerde duymuştu:
-Karabey Emmi, Kesik Baş’ın hikayesini bir daha anlat!
-Daha dün anlattık Mustafam, sen dinlemekten usanmadın mı?
Belli ki Mustafa usanmamıştı. Bir hikaye başlayıp diğer hikaye başlarken diğer çocuklar gibi uyuyakalmışlardı. Derken bir köpek hırlamasıyla odadakiler dışarı koştular.
Karabey Emmi, uzun boyuyla karaltının arasında çingenenin sadece gözlerini görüyordu:
-Abdurrahman, şu zağarı yeni mi aldın?
-He emmi?
-Bu zağarın kolundan yakaladığı Arap’la bir alışverişin var mı?
Abdurrahman, karanlıkların içinden bir şeyler seçmeye çalışıyordu ki gaz lambasını getirdiler hemen. Abdurrahman da hemen tanıdı:
-Emmi, bu Arap değil, Çingene… Köpeği ben ondan aldım.
Karabey, Abdurrahman’a dik dik baktı:
-Yaman bir adamdan cins bir köpek almışsın dedi. Sonra Çingeneye döndü:
-Utanmıyor musun, sattığın köpeği çalmaya… Namussuz adam…
Daha çingene kem küm dahi edemeden odada bulunan oturmacılardan Ayı Mehmet, yaba gibi uzun eliyle ve etine dolgun avuç içiyle çingenenin çenesine vurunca çingene önce bir havalandı, sonra duvarın dibine iki büklüm düştü.
Çingenenin etrafında toplandılar, yüzüne ışık tuttular. Adamın şuuru kapalıydı ve ağzından köpükler çıkıyordu. Elini kolunu salladılarsa bir türlü ayıkmadı. Ne yapacaklarını bilemediler. O sırada akıllarına Sıhhiye Hacı geldi. Askerliğini sıhhiye olarak yapmış uyanık bir ihtiyardı. Bir grup, çingenenin başından kalkıp Sıhhiye Hacı’nın evine yönelmişlerdi ki bunu fırsat bilen Çingene, hemen duvardan zıplayıp yola düşmüştü.
-Aman kaçıyor ha, dedilerse de evin karşısındaki tarihi mezarlığın içine girmişti. Birkaç delikanlı mezarın içine girip gaz lambasıyla onu aradılarsa da çingene bir yolunu bulup Eski Samağır’ın tarafına geçmiş. Gece yarısı da karanlık var dememiş, ailesini de alıp yollara düşmüştü.
Sabahleyin köyün hanımları bu duruma çok içerlediler:
-Çingen hırsız çıktı bacım!
-Daha ben kapları kalaylatmadıydım, uğursuz, kaçmış gitmiş.
-Gider bacım gider, sabah sattığı iti akşam çalacakmış.
-He bacım, he… İt çok cins çıkmış, kolundan kaptığı gibi yere yatırmış çingeneyi.
Mustafa, dün geceki hengameyi kaçırdığı için çok üzgündü. Hep böyle bir maceraya tanıklık etmek isterken hikayelerin ortasına düşmüş ve uyuyakalmıştı. Köpeği Sırdaş hakkında duydukları ise kendisini fazlasıyla memnun etmişti. Çünkü, Sırdaş kendisini tercih etmişti, çingene ile birlikte kaçıp gitmemişti. Hele onu kolundan yakalayıp göğsüne hırlayarak çökmesini gerçekten görmek isterdi.
O yıllar artık traktörün, motorun tarıma girdiği yıllardı. Motor gücü arttıkça, hayvan ve insan gücünde azalma oluyordu. Ama yine de daha yeterince hayvanları vardı. Bunlar arasında bir de at vardı. Adı Yıldız’dı. Babasının atıydı ama Mustafa, ata yeni yeni binmeye başlıyor ve at ile aralarında enteresan bir bağ oluşuyordu. Atın bembeyaz yeleleri Mustafa’nın aklını başından alıyordu. At da üzerindeki genç adamın kalp çarpıntılarını sanki duyuyordu. O da gençlik günlerindeki gibi rüzgarın oğlu oluyordu sanki. Mustafa’yı dağ tepe aşırıp Çamlama’dan bu yana adeta yarış atları gibi getirdi.
Mustafa’nın amcası Karabey, Mustafa’yı böyle görüp birkaç defa “tü tü tü” deyip taşlara kayalara tükürmüştü.
-Maşallah, Allah nazardan saklasın. Oğlan yetip geliyor, çok gelişli bir oğlan olacak!
Bir gün baharın müjdesi bir oyun kurulmuştu Çamlama’nın önündeki düzlükte. Bu yaylaların çocukları hep ciritçiydi. Hepsi de ata yaman binerdi, ciridi 50-60 metreye rahatça fırlattıkları gibi, içlerinde 200 metreye fırlatanlara bile rastlanmıştır.
Mustafa, Yıldız’ın üzerinde adeta kuş olup uçmak istiyor, şu civan mert delikanlıların arasında gökteki yıldız gibi parlamak istiyordu.
Ağabeyi Hidayet, bu yahşı yaman bakışları hemen tanıdı:
-Aman Mustafa’m inşallah buraya cirit oynamaya gelmedin?
- …..
-Mustafa’m bu oyun senin yaşına göre değil. Bunlar çok kabiliyetli… Seni üzerler oğlum!
Mustafa, çok hırslıydı, ağabeyine cevap veremiyordu ama Hidayet Ağabeyi Mustafa’yı çok iyi biliyordu. O, konuşmasa da Mustafa’yı çok iyi anlardı.Gözlerini çakmak gibi delikanlılara dikmişti ve başka bir şeyi duymuyor ve görmüyordu.
Delikanlılardan biri Hidayet Ağabeyine yaklaştı:
-Ağabey, atlardan biri sekiyor. Ciridini al da sen de atınla katıl dedi.
Hidayet, Mustafa’ya doğru baktı, baktı, baktı ve…
-Bizim ciritçimiz hazır, bak o da atın üstünde duruyor dedi.
Adam, Mustafa’yı çok iyi süzdükten sonra:
-Delikanlı genç, at ise yaşlı… Ne olacak bu iş, dedi.
Hidayet:
-Benim bineceğim at da budur. O yüzden yaşlı maşlı ne fark eder. Mustafa onunla rüzgar gibi uçmayı öğrendi, o girsin oyuna.
Mustafa, mağrur bir eda ile meydana atını sürdüğünde bir ağacın gölgesinde oturan babası ile amcası, ayağa kalkmışlar ve amcası:
-Bu, Mustafa değil mi, aman ha… diyecek oldular ama yiğidi bu ortamda da bozmak olmazdı. Yürekleri yırtıla yırtıla yaklaştılar kalabalığa…
O sırada oyun başlamıştı. Mustafa’nın bulunduğu takımdan bir kara yağız oğlan atını hızla karşıki takıma sürdü. Atıyla yanlayıp süzülürken ciridini vuracakmış gibi birkaç kez eliyle ileri geri hareket ettirdi. Davul ve zurnanın cirit havasını en güzel çaldığı kıvrak bir zamandı. Cirit, elden çıktı. Takım oyuncularının önünden geçerken en uçtaki yiğidin de üstünden geçip oyun sahasının dışına çakıldı. İşte o genç, hırsla atını mahmuzlayıp ciridi atan yiğidin peşine düştü. Kaçan atlı, atının üstüne iyice yapıştı ama arkadan gelen yiğit, çok hızlıydı. Cirit atma mesafesine geldiğini hissettiği anda ciridi savurdu. Cirit, kaçan atlıya doğru gidecek sanılırken birden havalandı ve arkadaki atçılara doğru yöneldi. Hatta sanki Mustafa’ya atılmış gibiydi. Herkesin ayağa kalktığı bir anda babası ile amcası da yerlerinden fırladılar.
O da ne? O da ne? Havadaki cirit Mustafa’nın elindeydi. Mustafa, üzerine doğru gelen ciridi havada yakalamıştı. Bu manzara karşısında seyirciler arasında bir alkış tufanı kopmuştu. Karabey Amcası, ellerini sıkıca vururken Abdurrahman’a döndü:
-Cinsine tükürdüğüm cinsine çeker, dedi.
Abdurrahman, oğlunu mahareti ve gözü karalığı karşısında şaşkınlığını atmış ve gülümsüyordu:
-Bizim yaylanın yiğidi mert olur ağam, bizim yaylanın yiğidi mert olur.
S.Burhanettin AKBAŞ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.