- 1224 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Kanatlarım olsaydı uçardım
Kaynanamın sözüyle irkiliyorum!
-Neriman şu sökükleri de dik! Sonra da evin önünde leğenlere ısladığım kilimleri ben gelene kadar bir güzel çiğne! Ha unutuyordum. Ben inekleri ahırdan çıkarayım.Sen de bahçeye kadar götür.Sonra dediğim diğer işlere bakarsın! Ben Hatice ablamlara gidip az dertleşeceğim. Recep ile Yaprağı da yanımda götürüyorum...
Yıllar yıllar. Zor yıllar. Bana hor bakıp alay eden, hiç’e sayan; acımasız yıllar....
Evlendiğimde ondördüm de ya vardım ya yoktum. Garip değil mi? Daha küçücük bir çocuktum...Okula gitmesi gereken bir çocuk!
**
O sene köyde olan büyük depremde anamı,babamı, kardeşlerimi kısacası bütün akrabalarımı yitirmiştim.Diğer köylerin aksine en büyük hasar bizim köydendi...
Evimiz yerle bir olmuştu. Derin oyuklar açılan toprağın içine evimizle tüm tanıdıklarım gömülmüştü.Hem de kefen bile giymeye fırsat bulamadan!
Daha sonra ki artçılarda ise toprak tamamen içine almıştı. Annemin beyaz başörtüsüyle, evimizin satısından son nefesini vermeye çalışan bacamızdan başka her şey yitip gitmişti sonsuza...
Beni bulduklarında ağzıma kadar toprağa batmışım. Öldü sanıp çekip almışlar sıkıştığım eşik aralığından. Öyle ya en azından bir ceset bulmuşlar.En azından mezar taşı olacak olan bir ceset! Teneşire koyduklarında kalbimin attığını ve nefes almaya çabaladığımı görünce ağzımdaki toprağı silkelemiş köyün ölü yıkayıcısı ve ebesi Naciye kadın...
Hayata ilk ve son defa baktığında onun yüzünü görmek ve öyle çekip gitmek tahta beşiğe...
Yapayalnız kalmıştım.
Kendime geldiğimde, yabancı bir evin bıçakla kazulanmış tahta duvarlarıyla karşılaştım...
Renkler yoktu. Işık yoktu. Hiç bir ses yoktu. Sadece güneşin doğmasına yakın yaydığı ışığı takip eden bir örümcek, ağına düşürdüğü dişi bir sineğe doğru aç gözlerle ağır ağır yürüyordu...
Bedenimin acıyla haykırdığını hissettim. Ve başımda dinmez bir sızı; için için beynimi kemiriyordu… Nefes alışlarım acının çoğalmasıyla derinleşti. Keskin bir bıçak kemiklerimi etlerinden ayırıyor; beni bilmediğim bir vaha’da, anlamını bilmediğim hararetten baygın hale gelmiş sıcakla boğuşmamı sağlıyordu… Oysa mevsim aralığın son on gününe gebeydi…
Sıcak bir tas çorba ile kaşık ağıtları, günlerce yatağımın kenarında beni hayata döndürmek için çabaladı durdu… Hayata tutunmak!?
O gecenin feryatlarını daha kulağımdan silememişken. Gözlerim o korkunun dehşetiyle bir türlü yuvasına oturmamışken. Hala bedenim en ufak ses’te yerle yeksan olurken… Ben ve hayata yeniden tutunmak…
Hala yanımda birkaç kelimeden başka bir şey konuşmayan tanımadığım yüzler.
-Nasılsın kızım?
-İyi misin kızım?
-İstediğin bir şey var mı?
Kaç zaman bu şekilde geçti bilmiyorum. Kaç mevsim ya da kaç saat pili eksilttiler hayatımdan?
Onlar olmadığı zaman, yatağımda doğrulup az ilerimde olan pencereden göğe doğru yükselen ağaçlara bakıyor, çeşmeden gürül gürül akan su sesini, tavukların, kazların sabahtan akşama kadar koşuşturmasını görüyor, duyuyordum…
Odamda kurulu küçük bir soba vardı. Yanında ki kovada ise değişik boylarda odunlar, çalı- çırpı…
Yan odadan gelen radyo sesi ve radyodan yükselen şarkılar türküler ve benim ana, baba, kardeş özlemlerim; gözlerimden acı acı yanaklarımı yakarak süzülüyordu…
Acı ve hüzün karşısında tek çaremiz; çaresizliğimiz olan demlerimiz…
Aylar sonra kendimi iyi hissettiğim gün aralık bırakılmış oda kapısından çıktım.
Genişçe bir odaydı burası.Benim odada ki sobadan daha büyük bir soba vardı. Pencerelerin önlerinde ise sedirler ve aynı renkte örtüler vardı. İnce bir dantelle bütünlük kazanmış kanaviçe örtüler… Pencerelerde ise aynı renk kanaviçeden perdeler asılmış.Yana doğru getirilip bir kurdela ile fiyonk yapılarak bırakılmıştı. Bir kızın saçlarına annenin gösterdiği ihtimamla…
Beni ilk evin kızı gördü. Elinde süt kovası vardı. Önce şaşırdı.En az benim kadar. Sonra yüzünde bir tebessüm belirdi. Elinde ki kovayı tezgahın üzerine bırakarak dışarıya koştu:
-Ana! Kız ana? Kalktı o!Uyandı! Odaya gelmiş! Koşun!
Karşımda biriken insanlara bakıyor ama görmüyordum.Bir karınca kolonisi gibi yığıldılar evin içine.Oysa sakin görünüyordu evin etrafı? Ne zaman, hangi ara, nereden çıkıp gelmişlerdi ?
Evin hanımı olan kadın yaklaştı. Adımları sakin, yüzü tebessüm dolu…
Az önce ki kız da anası gibi yaklaştı. Yaşı hemen hemen benim kadardı. Önüme gelip durdu.
_ Hoş geldin kızım. Geçmiş olsun. Allah ne sana ne bir başkasına bir daha böyle acılar göstermesin.
"Amin" demek istiyordum. "Amin teyze amin". Ama cümleler boğazımda acıyla haykırıyor çıkmamak için benimle inatlaşıyorlardı. "Bana yaptığınız her şey için sağ olun" demek istiyordum. Bu yüreği ve gözleri gülen insanlara… Ama, olmuyordu işte. Evin beyi yaklaşıp:
-Yormayın kızı. Az dinlen kızım, deyip adını daha sonradan öğrendiğim Nezahat abla ile beni dışarıya bakan sedirlerden birine oturttular. Hepsi karşıma geçip oturdu. Nezahat abla ailesini tanıştırdı…
_ Bu eşim.Bu kızım Rümeysa.Sanırım aynı yaşlardasınız. Bu oğlum Ömer.Yeni geldi askerden. Bu da en küçüğümüz Mustafa Emir.
Mustafa Emir. Gözleri mavi bir boncuk gibi ışıl ışıldı.Saçları gecenin siyahından da siyah. Olduğu yerde durmayı sevmeyen, meraklı bir hali vardı.Yatakta yattığım süre içinde gözlerimi kapatıp kendimi dinlendirdiğim zamanlarda, odamın kapısından girip meraklı gözlerle bana bakan, küçük yüreğiyle yanı başımda nefes alan buydu demek?
Mustafa Emir…
Küçücük bir yürek.
Nefes alışlarıyla bana yaşama isteği veren cengaver.
Umut ışığım
Yarınım
Can parem
İki gözümün Elif’i...
Gül yüzlüm...
Kurulan sofranın başına hep beraber oturduk. Mustafa Emir:
-Bu sefer ben yedirmek istiyorum sana yemek dedi.Sözcükleri yarım yamalaktı.Sonra annesine bakıp:
-Öyle söz vermiştin ama anne?
Ben yattığımda küçük bir bebek ihtimamı göstermişlerdi bana. Mustafa Emir de bunu bir oyun sanmış. Ağzıma verilen her nimette onun da payı varmış. Ama kaşığı küçük elleriyle pek tutamadığı ve üzerime döktüğü için:
-Abla uyansın o zaman sen yedirirsin, demişler.Ona göre bugün bayram. Ee bu beyaz çehreli ve hevesli çocuğa hayır demekte bize yakışmazdı.
Akşam çayı bahçeye getirdi Rümeysa. Çardağın altında öylece oturduk.Rüzgar bile sessizdi.Yapraklar baharın gelişiyle dallarına sıkı sıkı sarılmış, çiçekleri kokularıyla etrafı şenlendiriyorlardı.Ay gökyüzünde birkaç bulut ile gizli gizli bir şeyler fısıldanıyordu. Sanırım konuştukları kişi bendim.
Onlarda beni üzmemek için sessiz ve derinden göz süzüyorlardı…
Nezahat abla birkaç bardak çay içtikten sonra konuşmak için boğazını temizlerken, ara ara öksürdü.Eşiyle göz göze geldi. Sonra bakışlarıyla paslaştılar.Söz Nezahat abladaydı…
-Bak kızım senin yaşadığın köyde bizim akrabalarımız vardı.Depremi duyar duymaz köyünüze geldik. Ve senin ailen dahil bütün köy telef olmuştu. Günlerce kurtarılmaları için çabaladık. Ama elden ne gelir ki.Yatacak bir mezarları bile olmadı.Tam anlamıyla toprak hepsini yuttu!
Nasipten öte köy yok!
Senin nasibinde bundan ibaretmiş..
Köyde bir ceset bulundu söylentisinden sonra hemen koştuk.Kim bilir belki başka cesetlere de ulaşabilirdik…
Seni öldü diye düşünürken Allah’ın bir hikmetiyle karşılaştık. Yaşıyordun. Ve bizler bu sefer sevinçten ağladık… Sana sahip çıkacak hiç kimse olmadı. Köydeki herkesin evi zaten yıkılmıştı.Kendi başlarını sokacak evleri yoktu.Önleri kıştı.Bilirsin yüksek yerlerde ki kış daha bir çetin olur.Nefes aldırmaz, göz açtırmaz, aman vermez… Bunun üzerine sana sahip çıktık.Yitip gitmene gönlümüz razı olmadı. Seni alıp evimize getirdik. Elimizden geldiğince bakmaya çalıştık. Umarım Rabbimizin bize vermiş olduğu emanete iyi bakmışızdır?
Gözümden süzülen yaşlara engel olmak olanaksızdı.
Mantığımın kabul etmediği bir yaşam içindeydim.
Bu iyi yürekli insanlara karşı borcumu nasıl ödeyecektim?
Aklımda ki sorulara kılıf bulmak için bir sürü soru kolonisi ard arda yakama yapışıyor, cevap almak için beni hırpalıyordu…
Aklımda ki sorular?
Daha ne kadar burada kalacaktım?
Burada kalmamı gerektirecek hiçbir zorunluluğum yoktu. Ve bu hiç tanımadıkları birine aylarca bakma hükümlülüğü altına giren insanların da buna artık razı göstereceklerini sanmıyordum.
Gerçi sevecen ve merhamet dolu bakışlarıyla bana bakıp yüreğimi fethetmişlerdi ama yine de…
Kimseye bu mecburiyeti vermeye hakkım yoktu. Aklımın çıkmaz sokaklarında bir çıkış yolu aradım. Düşünmek için çok zamanım olmuştu. Ama şimdi onların sessiz kalışı benim içimde ki bu soruların cevabını bir an önce bulmam gerektiği anlamına geliyordu…
Hoş" kalk git! Başının çaresine bak" diyecek değillerdi ya?
Nezahat hanım uzun etekliğinin üst tarafından tutup bana doğru geldi ve yanıma oturdu. Başımı ayak uçlarıma indirdim.Kirpiklerimin arasından yine de sezebiliyorum; hepsinin bana bakışlarını. Bu sessizliğimin onları bir şeylere zorladığını hissettim.Bana acımalarını ve üzülmelerini istemiyordum. Ama kafamın içindeki yollar birbirinin içinde kaybolmuştu.
Çıkmaz bir labirentte yol almak gibiydi benim şu an ki halim! Hiçbir sonuca ulaşamayan!
Ve hep aynı yerde dönüp duran!
_Seni biz çok sevdik. Dedi ve sustu. Eğer istersen, dedi ve sustu.
Burada kalabilirsin.Derin bir nefes çekti ve bıraktı yüreğinin derinliklerine.Bunu yalnızca ben duydum çünkü benimde yüreğimde birbiriyle çarpışan nefeslerim çoğaldı yankıyla..
Başımı ayak uçlarıma düşmüş olan yerden kaldırıp doğruca onun gözlerine götürdüm. Ana şevkatini hissettiren sevecen ve sıcak bakışlar…
Göz göze geldiğimizde ikimizin de gözleri dolmuştu… Ve bana sarıldı ama sıkıca. Bunu beklemiyordum ama bu sarılmanın bana iyi geldiğini söylemem lazım.
Ne sıfatla burada kalacağımı sordum gözlerimle… Bir evlat mı? Bir besleme mi boğaz tokluğuna yoksa zamanı geldiğinde örneğin bir akrabam ya da köyden tanıdık biri çıkana ve beni yanına alana kadar mı burada geçici olarak kalacaktım… Sorularım ve cevaplarım birbiriyle kanlı bir çatışma sürdürüyordu, hem yüreğimde, hem beynimin yamaçlardan ovalara yayılmış hallerinde…
-Gelinimiz, daha doğrusu seni kızımız olarak görmek istiyoruz bu evde…Tabi istersen. Gözlerimiz birbirine değince şimşekler çıktı beynimde… Böyle bir şeyin olması imkansızdı ? Nasıl? Karanlık bir kuyuya düşmüş ben gibi kimsesiz, bir çare tanımadıkları bir kızı nasıl olurda kendilerine gelin, oğullarına eş olarak seçebilmişlerdi?
Bu tamamen acıma duygusuyla yüklü bir söylemdi. Bunu kabul etmek hem onlara hem benimle evlenecek olan adama hem de kendime olan güvenimin tamamen bitmesi olacaktı…
Kabul etmem olanaksız derken, göz ucuyla oturduğu yerden ayağa kalkan gence baktım. Evet baktım. Çünkü onu hiç görmemiş ve hiç bakmayı aklıma getirmemiştim.Hasta olduğum bunalımlı gecelerimde sayıkladığım tüm türkülerime ve ağlayışlarıma eşlik etmiş, bana içirdiği her kaşık çorbada sıcak bir elem eklenmişti yüreğine…
Evet der gibiydi gözleri… Evetler birer birer çoğaldı ve biz evlendik Mayıs’ın son güneşi tepelerden akıp giderken…
Yaşım ondört ve bir çocuk kadar renkli hayallerimin ucuna taktığım uçurtmamın ipini tutuyor Mustafa Emir…
Küçük kardeşim Mehmet’in yerine koyuyorum belki onu. Aynı çimlere basmayı, hayvanların arkasından otlağa koştururken hali belki onu gözümde büyüten.
Rümeysanın işlediği kasnakta ki desenlerin ve renklerin birbiriyle bütünleşip çoğalmasını ve hayata yeni bir hayat getirmesiyle mutlu oluyorum.İğne ile iplik öyle bir nakşoluyor ki elinde. Marifetli elleriyle hayal ettiği tüm resimleri çizebiliyor.
Bir iğne, bir iplik; yetiyor bazen küçücük dağarcığında ki resimleri bütünlemeye…
O bir kasnağın içinde büyütüyor hayallerini, ben kafamın içinde…
Yıllar geçiyor ve Mustafa Emir büyüyor.
Amca oluyor. "Amca" diyor çocuklarım ona. Biri kız biri erkek… Recep oğlumun adı.Kızımın adı ise Yaprak…
Değişmeyen şeylerde oluyor hayatımda…Değişen şeylerde; zamanla birlikte…
Kaynanam beni her zaman yanında gezdirmeyi istiyordu.Ama ben istemiyordum. Sebeplerim vardı.Ama o bunların hiç biriyle ilgilenmiyor hatta bu yüzden beni azarlıyor ileri giden tartaklamalarla beni üzüyordu.
O da biliyordu beni üzüp kırdığını. Hatta ağladığımı sabahlara kadar. Ama yine de beni dünyanın dışında ki hayatla hiçbir zaman buluşturmayı başaramamıştı…
İstemez miydim, isterdim… Ama olmuyor işte… Benim gibi birine hiç kimsenin zavallı diyerek ve acıyan gözlerle bakmasına katlanamazdım… Bunun için bazı şeylere içim kan ağlasa da olmaz, dedim.Olmaz! Olamaz!
Can yakıcı söylemler… Kulağımda hiç durmadan ve ara vermeden çınlayan, benim çölde ki her zerre kum kadar yanmama sebep olan o söylemler…
Sırf kaynanamla değil eşimle de hiçbir yere gitmiyordum. Ona haksızlık yaptığımı biliyordum.Hırçınlaşmama sebep olan ısrarları yavaş yavaş aramızı açıyordu. Ahh yüreği güzelim benim. Bunu sana yapmayı hiç istemezdim. Ama ne olurdu en azından beni anlamaya bir kez çalışsaydın.
-Ben eltimgillere gidiyorum… Paspasları leğene ısladım.Çiğnersin geri kalanını ben hallederim. Bir de inekleri saldım; ahırdalar. Bu sefer yukarı bahçeye götür onları. Ben Recep ile Yaprağı götüreceğim.Mustafa Emir seninle kalacak…
Yapabildiğimi tek iş leğene konulmuş kilim ve paspasları çiğnemek. Bağsız inekleri otlamaları için bahçeye götürmek ve ayak parmaklarımı kullanarak tabi ki bunun için birinin iğneyi parmağımın arasına sıkıştırması lazımdı. Ve diğer parmağımın arasına sökük olan parçayı yerleştirmesi ve yine iplik bitince iğneden ipliği geçirmeyi…… Çünkü benim gibi iki kolu olmayan birinin yapabileceği başka hiçbir şey yoktu…
Ve buna rağmen beni içlerinde ki sımsıcak sevgiye sarıp sarmalayan bu insanlara minnettarlığım hiçbir zaman bitmeyecek…
Dahası mı?
Umutsuzluğuma umut kapısı olmaya hep devam ettiler.
Yalnızlığıma yaren;
Öksüzlüğüme anne baba;
Ve çocuksu hayallerimin peşinde iki kolum olup koşmama …
Yaşamak mı?
Biraz olsun gayretli olmayı isterdim. Ve sarılmayı bana sarılmaktan vazgeçmeyenlere...
Çocuklarıma en azından bir kere...
Küskün bakışlarımı kendimden uzaklaştırabilmeyi; keşke...
...
...
YORUMLAR
Ülviye Yaldızlıı
Hayırlı cumalara
Duandan ayırma inşaAllah
Ülviye Yaldızlıı
ŞiiR_RUZGARI
SULTANIM SENİN BU GÜZEL YAZILARINDA
BENİM GÖNLÜMDE 1 NUMARASIN ŞİİRLERİNDE ÖYLE
YETKİN KALEMİN VAR OLSUN.OKURKEN İÇİM BURKULDU:(
SEVGİMLESİN
Ülviye Yaldızlıı
Öptüm- Hisset...