- 836 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HÜZÜN TÜTÜYOR TOPRAKTAN
Hüzün Tütüyor Topraktan...
“Dağların da suların da
Bir şey var söylemediği”
“Üşüyor kırlarda divan perçemler kızıl yapraklar.”
Mehmet Başaran duymuş dağların da suların da söylediklerini!.. “Ölümsüzlük Otu” adlı yeni kitabında bizlere ulaştırmış dağların, suların anlattıklarını. “Geçsin içinizden sevginin ırmakları / çağıldasın gizli vadileriniz / için şarabını Kozak bağlarının / düşlerin düşlerine dokunsun elleriniz.”
Başaran gencecikti, ben de gençtim. İlk şiirlerini Köy Enstitüsü’nde öğrenciyken yazdı. İlk kitabı “Ahlat Ağacı” idi. İlk okuyuşumda hoşlanmamıştım. Bir köy çocuğunun duyarlığına yabancı mıydım? Kentlilik başka, köylülük başka mıydı o yaşlarda?.. Sonra yeni şiirlerini okudum. Niteliğini, kişiliğini kendime yakın buldum. Demek ayrı yaşamaların insanı olmak sevgileri engellemiyormuş, duyarlıkları da yaşantının oyunlarını da...
İkimiz de yaşlandık epeyce! Cumhuriyet devriminin iki çocuğuyuz! Varlığımız, çabamız, özlemimiz, amacımız bir. Sen orda yetiştin, ben burda, ama aynı yolda yürüdük, yürüyoruz, bizden sonrakileri de o yolda yürüteceğiz...
***
Sayın Oktay Akbal’ın o çağlayan Kalemi, Sayın Mehmet Başaran hakkında daha neler neler söylemiş…
Uzun yıllar Kaleminiz elinizden sözleriniz dilinizden düşmesin inşallah.
Sayın Mehmet Başaran’ la rahmetli Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın toprağa verildiği gün karşılaşmıştım en son ve ayak üstüde olsa söylediklerini dinlemenin doyumsuz tadına varmıştım.
Rüşvet yemeyen bir memur çocuğu olduğumdan aynı sınıfı sürüldüğümüz (ki bunun ne anlama geldiğini çok sonraları öğrenmiştim) üç ayrı yerin okullarında tamamlamaya çalıştığımdan Çarpım Tablosunu bile ezberleyememiştim. Ayrıca öğretmenlerim öğrenme aşkıyla yanan bu suskun sessiz öğrencinin farkında bile olamamışlardı.
Ama ben nasıl olmuşsa olmuş; İnsan olabilmenin hiç de çarpım tablosunu bilmekle ve okullar bitirmekle olamayacağını öğrenmiştim.
En büyük şansım ise; Karşılarında konuşmaya cesaret edemediğim. Söyledikleri her bir söze ömrümün her bir yılını feda edeceğim Köy Enstitülü Öğretmenlerimin yakınında olmanın gururunu yaşamak olmuştur.
***
Köy Enstitüleri; Yüzyılın belki de tüm dünyadaki en büyük eğitim reformu. Usta-çırak ilişkisi ile oluşturulan bir zanaat eğitimi yanında 1930’larda bütün ülkelerde ancak üniversitelerde okutulan yazarları, lisedeki çocuklara öğretebilen bir teorik eğitimdi.
Köy çocuklarına bu derece iyi eğitim vermekle hem toprak reformunun hem de eğitim reformunun bir arada yapılmasının en önemli adımı olan bu okullar doğu batı arasındaki eğitim eşitsizliğini ortadan kaldırabilecek bir sistemdi ve ayrıca köy öğretmenleri de yetiştiriliyordu.
Köy Enstitülerinden çıkan gençler tekrar köylerine dönüp her şeyi bilen adam olurlardı.
En az bir enstrüman çalarlar; marangozluktan, inşaattan, tarımdan, edebiyattan, bilimden, bölgesine göre denizcilikten, seracılıktan, kümesçilikten, meracılıktan anlarlardı.
Türkiye’ye özgü, Türkiye’nin bulduğu ve hatta yabancı eğitim araştırmalarından orjinal bir örnek olarak gösterilen devrim reformlarından biriydi.
Türkiye’de yeni bir nesil yetiştirebilmek için atılan bu ilk adım; Menderes’in ve sonrasında Demirel’in müthiş becerileri ile toplumun hafızasından dahi silindi.
Sağduyulu, sanatı bilen, aklı başında, özgurlukcü, vatan sevgisiyle dolu ilerici gençler yetiştiren kurumlardı.
Gogol’lun piyeslerinin oynandığı, merdivenlerinde kemanların çalındığı, Shakespere eserlerinin duvarlarında yankılandığı eğitim yuvalarıydı..
‘Köy Enstitüler komünist yuvasıdır’ yaftası vuranlara “Bre ne komünisti, nerede o düzey? “ demişlerdir karşılık olarak
Köy Enstitüleri Türkiye tarihinde gerçekleştirilmiş en kusursuz, en umut veren eğitim projesi idi.
***
Orhan Veli‘nin ağzından. Aşık Veysel’in de saz öğretmenliği yaptığı Arifiye Köy Enstitüsü’ ne BİR SELAM UÇURALIM.
Arifiye!
şoför durdu, enstitü mektebi, dedi.
süleyman edip bey müdürün adı.
bir yol da burada duralım;
ellerinde nasır, yüzlerinde nur,
yarına ümitle yürüyenlere
bir selam uçuralım.
Bu günün sıralarında ise; Eti senin kemiği benim, demek varken. Gözünün üstünde kaşın var, diyemediğimiz.Yanlarına otuz santimden daha yakından yaklaşamadığımız. Anne- babalarının sırt çantalarını taşıdığı, sınıfta birlikte oturdukları toplumdan soyutlanmış.
Ve; Sevgi yerine bencilliğin. Manevi değerler yerine, maddi çıkarların çarpım tablosunun öğretildiği ve en fazla on beş yaşında evrimlerini tamamladıklarına inandığım farklı gezegenlerden ışınlanmış tuhaf küçük varlıkların oturduklarını düşünüyorum ben...
(Yazı; Gerçeklere dokunduğu ve toplumun bir çoğunun sakıncalı bulduğu bir konuyu
İrdelediğinden defterde! ne kadar itibar görür o da ayrı bir toplumsal yara…)
YORUMLAR
TÜLİN ÖZTUNÇ
Sonsuz sevgilerimle.