- 664 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
THE İMAM'IN SAVAŞI KİMİNLE
Gerek yazınsal alanda gerekse görsel alanda en büyük eksiklik, psikolojik ve sosyolojik analizlerin yetersizliği ve toplumdan kopuk anlayışlardır. Kendilerini belli bir alanla sınırlayan yazarların ve senaristlerin sosyoloji ve psikoloji eğitimlerinin eksik olması, topluma yönelik mesajları içeren ürünlerin sosyal sorunları kuşatamaması gibi eksik yönleri, bu sorunlara ciddi çözüm önerileri de üretememektedir. Bu durumda sinema, sosyal vakaları seyirciye iletememe sorunu yaşamaktadır. Bu eksikliklerin devam etmesinin bir nedeni de, medyanın olanı, olduğundan fazla abartması, yazınsal ve görsel alanlarda ürün verenlerin yeterlilik duygusuna kapılmalarına neden olmaktadır. Yeterlilik duygusu ise, çalışmaların kısırlaşmasına ve çalışmaların dar alanlara hapsolmasına yol açmaktadır.
Sosyal bir vakaya parmak basmaktan dem vurulan, insanların içinde bulunduğu sıkıntılara ayna tuttuğu söylenen, senaryosunu Sabah yazarı Lütfi Mete’nin kaleme aldığı, " Gülün Bittiği Yer" filminin de yönetmenliğini yapan İsmail Güneş’in yönettiği ve Güneş’in " saklanmanın, yok sayılmanın, itilmişliğin içerisinde var olan hayattaki bir hikâyesi" olarak temasını özetlediği The İmam filminin kritiğini yapmaya çalışacağız.
Eşref Ziya, Ahmet Yenilmez, Emir Görsoy, Turgay Tanülkü, Mete Dönmelerin oyuculuğunu üstelendiği The İmam’ın konusu kısaca şöyle: "Ölü yıkayıcısı" olarak kızların dalga geçtiği, okul müdürü saçlarını kestiği için saçlarını uzatan İmam Hatipli Emrullah’ın mahkemede adını Emre olarak değiştirip, İngiltere’de bilgisayar mühendisliğini okuyup, İstanbul’da bir bilgisayar şirketinin ortağı, motosikletli Emre’nin hayatı İmam Hatipli arkadaşı 101 Mehmet’le karşılaşmasıyla alt üst olur. 101 Mehmet mide kanseridir. O gelinceye kadar çevresinde Emre olarak tanınan Emrullah’ın kendisiyle yüzleşme dönemi başlar. 101 Mehmet, yerine köye imam bulunmasını ister. Emre, 101 Mehmet’in yerine başka imam bulamayınca kendisi gitmeye karar verir. Gideceği köyde kendisini tutucu marangoz, ezberi yetersiz, oğlunun kafasına vura vura hafız yapmaya çalışan Hacı Feyzullah ve köy muhtarı ve muhtarın güzel kızı beklemektedir. Ve Emre, dizüstü bilgisayarı ve motosikletiyle köye, bir yandan kendi geçmişiyle yüzleşmeye yol alır…"
Ömer Lütfi Mete, bir söyleşisinde Türk sineması için şunları söylüyor: "Türk sineması yoktur. İran sineması vardır, hatta Suriye sineması vardır, ama Türk sineması yoktur. Sebebi çok basit, Türkiye’de sinema yapanların yüzde doksan dokuzu dünya vatandaşıdır, Türkiye insanıyla bağlantısızdır. Onun gibi yaşamaz, onun gibi hissetmez, onu tarafsız bir gözle izlemez… Bu ülke insanının inancı ve kültürüyle bağı olmayan sanatçıların yapay eserleri genellikle içtenlikten yoksundur. Türk sineması diyebilmek için bizim öykü anlatma geleneğimizle bağlantılı bir sinema dilinden söz etmemiz lazımdır."
The İmam’ın yönetmeni İsmail Güneş’te 1980’lerin ortalarında sinemanın solun elinde olduğunu, sektöre giremediğini, sinema yapmak için kimliğini gizlediğini, barlarda içki kadehlerinde meyve suyu içmek zorunda kaldığını söyleyerek filmin içeriğiyle, yaşantısı arasında benzerlikler olduğunu söylemektedir.
Bu iki alıntıyı, güncel bir konuyu işlediği söylenen The İmam’ın aslında söylendiği gibi toplumsal bir sorunu ciddi olarak masaya yatırmadığını, aksine tarafsız, suya sabuna dokunmayan bir senaryosu olduğunun altını çizmek için yaptım.
Film, kızlar tarafından "ölü yıkayıcı" diye alay edildiği ve müdür tarafından saçları kesildiği için, toplumdan dışlanan, topluma kendini kabul ettirmek için imam hatipli olmaktan utanan bir insanın çelişkileri, çatışmaları konu edilse de. The İmam ne bir imam hatiplinin ruh halini ne de sosyal ilişkilerini yansıtamamaktadır. Bir insanın neden utanır hale geldiği? Toplumun İmam Hatiplilere yönelik anlayışının alt yapısının nasıl oluştuğu? Toplumun parçası olan bir ferdin dini değerlerden dolayı, kültürel çatışmaya itildiği vurgusu yoktur. Mete ya da Güneş neden İmam Hatipliler için "ölü yıkayıcı" tabirini kullandıklarının üzerinde durmadıkları gibi, imam hatiplilere yaklaşım yöntemlerini de tartışmamaktadırlar. (Örneğin: Neden bütün arkadaşlarının önünde bir müdür; öğrencinin onurunu, gururunu, haysiyetini hiçe sayarak, sırf ders olsun diye, alay edercesine saçını keser. Bunu yapan da dini eğitimin verildiği bir kurum müdürüdür. Bu anlayışın ürünü okul müdürleri ve İmam Hatipliler sorgulanmıyor.)
Filmde bireyin yaşadığı sosyal ve psikolojik çatışmalar, çelişkiler ve arayışlar seslendirilememiştir. Emrullah, nasıl oluyor da iki nedenden dolayı Emre oluyor? Hadi, Emre oldu, neden yüzleştirilirken sadece içki, dans ve ölü yıkamak gibi üç konu etrafında suçlanıyor? Bunun karşısında, bir imam neden motor kullandığı ya da saçlarını uzattığı için farklılık kılıfına giriyor? Şekli oluşturan düşünce, anlayış neden filmde yoktur? Bu ve benzeri soruların cevabını -maalesef- filmde bulamıyoruz. Dolaysıyla filmdeki olaylar çok yüzeysel ve basitliğe kaçan bir anlayışla suya sabuna dokunmayan bir hoşgörülülük içinde geçiyor.
Ayrıca İmam Emre ve İmam Mehmet arasındaki kıyaslama da hayli ilginç... Mehmet Hoca’ya adeta insanüstü özellikler kazandırılmıştır. İnsani vasıflardan arındırılmış Mehmet Hoca’ya adeta bir melek profili çizilmiştir. Şöyle ki, mide kanserine yakalanan bir insan; korkmuyor, umutsuzluğa kapılmıyor, sürekli hoşgörülü, umut dolu, kendisini önemsemiyor, sürekli insanların iyi yönlerini görerek dile getiren birisi; hasta yatağında imamlık yaptığı köyü düşünen, içinde bulundukları durumun düzelmesi için çırpınan ve başka derdi tasası olmayan bir imam kimliği var karşımızda. Şimdi düşünelim; kanser gibi ölümcül bir hastalık insanda, endişe stres yaratmaz mı? İyileşme gayreti, çabası içine girmez mi? Ölüm döşeğinde olan insan günahlarını, sevaplarını, pişmanlıklarını ve yaşamak istediklerini düşünmez mi? Ama bunları filmde göremiyoruz. Her türlü olumsuzluktan arınmış bir Mehmet Hoca imajı oluşturulmuştur. Amaç ne olursa olsun bir İmam hatiplinin de hasta psikolojisine sahip olması gerekirdi.
Ne toplumun ne de İmam Hatiplilerin oluşturduğu bir imam kimliğini filmde bulmak zor. Sınırları belli olmayan konunun, hangi soruna ya da ne ye çözüm ürettiği belli değildir. Çünkü imam kimliğine sahip köydeki gelenekçi Hacı Feyzullah’ın mücadelesindeki farklılıklar da yüzeysel değinilerle geçiştirilmiştir. Hacı Feyzullah Efendinin ve köy halkının İmam’a karşı tavrı da yüzeyseldir. Kahve köşelerinde İmam’a yönelik eleştiriler bile doğru dürüst yansıtılmamıştır. Hacı Feyzullah ve diğerlerinin İmam’a yönelik şikâyetlerinin en belirgin olduğu sahne; muhtarın kızını motora bindirip, köye getirmesiyle, ilk olay arasında benzerlikler kurulmasıdır. Kadın erkek ilişkilerine yönelik bir tema taşısa da bu konu da gerektiği gibi irdelenememiştir. "Yağmurda kızı orada bırakamazdım." düşüncesinin ötesinde bir anlayışla ileri sürülmesi gerekirdi. İmam’ın saçına ve motoruna yönelik eleştiriler de sönük kalmıştır filmde.
Emre ile beraber başrolleri paylaşan motosiklet, bir kaçışın ya da kimliğini saklamanın sembolü olarak ifade edilse de, aslında bir insanın özgüven eksikliğinden başka bir şey değildir. Bir insanın nesne ile varlığını ispatlamaya gitmesi sorunu imam hatipli olmakla alakalı değil, kişilikle alakalı bir sorundur. Çünkü bu durum modern hayatın sunduğu; para, makam ve araba ile kendini ifade etme, kabul görme anlayışının bir örneği gibi durması gerekirken, bir imamın kendini motorla ifade etmesi bir kişilik problemi olarak değil de imamın aldığı eğitimle alakalı bir durummuş gibi gösterilmektedir. Yine "ben bilgisayar mühendisiyim" vurgusu da bu anlayışın ürünüdür.
Bir güncel konuyu, yaşanan bir gerçeği yansıtma iddiası taşıyan film -maalesef- Emre gibi kimlik sorunu yaşamaktadır. İmam’ın kime, nasıl hitap ettiği belli olmadığı gibi, sosyal ve psikolojik analizleri de -maalesef- yoktur. İmam filmde ne kendisiyle ne toplumla ne çevresiyle savaşmıyor. İmam’ın kiminle mücadele ettiği konusu muğlâk kalmıştır. Dolaysıyla İmam’ın kime seslendiğini anlamak zorlaşmıştır. Şunu da ekleyelim ki, artık imamlar motora da biniyor, saçını da uzatıyor, laptop da kullanıyor, çanak anten alıyor kısaca modern hayatın gereklilikleri neyse hepsini yaşamaya çalışıyorlar. Görünen o ki film, bugünün gerçeğinden öte 70’li ve 80’li yıllara hitap etmektedir.
Kim bilir belki Emre, çocukların dışında kimse ile konuşmasa da, günümüz imamları köylülerle iç içedir. Eğer, THE İmam’a göre köylülerle oturup sohbet etmek modernlik anlayışına aykırıysa diyecek bir şey bulamıyoruz.
The İmam seyircisine ve topluma bir şey sunmuyor kimliksiz bir tavır sergilemekten başka. Başta da belirttiğim gibi yazar ve çizerlerin topluma inmeleri, toplum hakkında araştırmalar yapmaları, toplumdaki sorunların sebep ve sonuçlarını iyi tespit etmeleri gerekmektedir. Yoksa Mete’nin "Türk sineması yok" derken, bu yokluğa kendisini de dahil etmesi kaçınılmaz olacaktır.
Osman Tatlı
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.