7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1701
Okunma
Üzümlü köy bir dağın eteklerinde kurulmuş, içinde dereler akan, buz gibi pınarları olan bir yerleşim yeridir. Orada yaşayan insanlar çok çalışkan, topraklar bereketlidir. Bıkmadan çalıştıkları için toprak, bu insanlara ödül olarak hep bire on ürün verir. En çok da üzüm yetiştirilir. Köylüler üzümlerinin büyük bölümünü satarak kış ihtiyaçlarını karşılarlar, bir bölümünü de kurutarak, pekmez yaparak değerlendirirler. Bu köyün en büyük şansı doğu - güney doğrultusunda kurulmasıdır, köyün yaşlılarına göre. İlk doğduğu andan batana kadar güneş hiç eksik olmaz köyün içinden. Bol güneş, hastalıkları uzaklaştırır, bitkilerin kolay büyüyüp bol ürün vermesini sağlar.
Güneş önce yükselir, yükselir ta en tepeye ulaşır, sonra yavaş yavaş dağın ardına doğru kayar. Batarken bin bir çeşit renklerini bırakır dağın ardına. Özellikle yaz günleri bu renkleri seyretmeye doyum olmaz. Bol ve lezzetli ürünleri, hiç batmayan güneşi ve batarken sergilediği renkler dillere destandı. Bu özellikler bazı işletmecilerin dikkati çekti günün birinde. Köyde balonlarla geziler düzenlenmeye başlandı. Ya günün erken saatlerinde ya da güneşin dağın ardına çekildiği saatlerde yapılırdı bu balon turları. Yerli ve yabancı turistlerin ilgisi çekildikçe köy daha çok gelişmeye başladı.
Bu köyde yaşayan çocuklarda çok şanslıydı. Çok güzel bir okulları vardı. Doğal yiyeceklerle beslendikleri için oldukça sağlıklıydılar. Ama yine mutlu olmayan, suratı asık dolaşan birkaç kişi de yok değildi. Emine, bir akşam güneşin batışını izlerken, en güzel renklerin dağın arkasında olmasını kıskanmış ve oradaki insanların ne kadar şanslı olduklarını düşünmüştü. O akşam çok huysuz ve mutsuz uykuya dalmış ve rüyasında dağın ardında gezinmişti. Uyandığında heyecanla annesine koşup uzun uzun rüyasını anlatmış. Ve sözünün sonunda orada yaşamak istediğini de eklemişti. Annesi sözünü kesmeden dinlemiş, gördüklerinin sadece rüya olduğunu aslında dağın ardında öyle bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştı. Ama Emine’yi inandıramamış. O günden sonra Emine’nin en büyük hayali dağın ardına gitmekmiş. Annesi bir bardak su istese ya da kuzuları otlatmasını istese hemen “dağın ardındaki çocuklar çok mutlularmış, onlara iş yaptırmazmış anneleri” dermiş. Ne zaman bahçedeki çiçeklerin güzelliğinden bahsedilse hemen atılır, “dağın ardında hiç solmayan güller, nergisler, laleler varmış” dermiş. Nerden biliyorsun diyenlere rüyamda gördüm demez “öyle olmasa turistler balonlarla oraya giderler miydi, bir düşünsenize” dermiş. Üstelik arkadaşı Zeynep’i de kendine inandırmış. Ne zaman bir araya gelseler dağın ardına gitme hayalleri kurar olmuşlar. Anneleri ne yaptılarsa orada görülmeye değer bir şeyin olmadığına inandıramamışlar.
Bir gün iki yaramaz ve meraklı kızın ısrarlarına dayanamayan anne ve babalar balonla onları dağın ardına göndermeye karar vermişler. Baloncuyla anlaşmışlar. Başlarında büyük olarak Emine’nin abisinin gitmesine karar verilmiş. Hazırlıklar başlamış. Küçük birer çanta hazırlamaları gerekiyormuş. Ama iki küçük kızın hayallerinde neler neler varmış. Bu yüzden hazırlanmaları zor olmuş. O gece heyecandan uyuyamasalar da erkenden kalkmışlar. Kızlar en güzel elbiselerini giymişler. Bu karalarından vazgeçirmek mümkün olmamış, onları.
Üstelik annelerinin hazırladıkları yiyecek çıkınlarını da almak istememişler. Orada daha güzel yiyeceklerin olduğunu söylemişler. Cennet gibi bir yere gittiklerinden o kadar eminlermiş ki geri dönmemeyi bile düşünmüşler. Heyecanla balona binmişler, yakınlarına el sallarlarken çok mutluymuşlar. Bir birlerine Üzümlü köyden kurtuldukları için ne kadar mutlu olduklarını söyleyip durmuşlar.
Balon havalandıktan bir süre sonra geride bıraktıkları köylerin ne kadar güzel göründüğünü fark etseler de daha güzel bir görüntünün kendilerini beklediğinden o kadar eminlermiş ki umursamamışlar. Dağa yaklaştıkça küçük yaramazların heyecanları, baloncunun ise tedirginliği artmış. Çünkü daha önce dağın ardına hiç geçmemiş. Orada şiddetli rüzgarlar olduğunu duymuş, geçenlerden. Yolcularına sıkı tutunmalarını tembihleyip dümeni çevirmiş dağın ardına doğru. Dağın daha alçak bir yerinden geçmeye karar vermiş baloncu çok yükselmek istememiş. Tedirgin olmakta ne kadar haklı olduğunu dağın öbür yanına geçer geçmez anlamış. Onları kuvvetli bir toz fırtınası karşılamış. Baloncu gözlükleri sayesin de önünü güç bela görebiliyormuş ama yolcuları gözleri bile açamıyormuş. Bir süre fırtınayla boğuştuktan sonra güç bela inebilmişler bir yere. Küçük yaramazların fırtınayla birlikte içlerinde yer bulan pişmanlık duygusu yere indiklerinde daha da artmış ama belli etmemişler. Yanlış bir yere indiklerini, biraz yürüyünce hayallerindeki cennetle karşılaşacaklarını umuyorlarmış. Balonu toparlatıp uygun bir yere gizledikten sonra daha aşağılara doğru yürümeye başlamışlar. Ne bir ağaç, ne renk renk çiçekler, meyve, sebze hiçbir şey yokmuş. Bomboş toprak üzerinde yürürken ilk konuşan Emine olmuş, “annemin götür diye yalvardığı kurabiyeleri keşke alsaydım, çok acıktım, ne yiyeceğiz şimdi?” Bu kez Zeynep, söze başlamış,” mis gibi tereyağlı börek yapmıştı annem, yanında da ayran, istemedim, orada daha güzel yiyecekler vardır dedim.” Abisi ikisini de susturmuş, “siz tutturmasaydınız köyümüzde karnımız tok, dinleniyor olacaktım şimdi”. Bu sözler üzerine ikisi de susmuş ama yorgunluktan ve açlıktan gözleri dolu dolu yürümeye çalışmışlar.
Uzun bir süre yürüdükten sonra bir köy kalıntısına ulaşmışlar. Ama ne bir insan ne bir hayvana rastlamamışlar. Sonunda bacası tüten bir ev bulup çalmışlar kapısını. Yaşlı bir karı koca açmış kapıyı. Karşılarında toza bulanmış bu insanları görünce şaşırsalar da buyur etmişler tanrı misafirlerini yoksul evlerine. Nerden gelip nereye gittiklerini sorunca yaşlı amca, abi her şeyi anlatmış. Amca acı bir tebessümle, “Bu yörenin en yoksu köyüdür burası. Toprak kıraçtır bir şey yetişmez. Zaten su da çok az, yetişse bile sulayamayız ki. Gücü yetenler birer ikişer terk etti köyü. Birkaç yaşlıdan başka kimse kalmadı. Kışın hiç güneş görmez ve çok soğuk olur. Yaşamak çok zor.”deyince Emine, atılmış hemen, “nasıl olur, güneş en güzel renklerini dağın ardında sergiliyor, ben her akşamüzeri seyrediyorum” demiş. Yaşlı amcanın anlattıklarını dinledikçe nasıl yanıldıklarını üzülerek fark etmişler. Asıl cennetin yaşadıkları ama beğenmedikleri Üzümlü köy olduğunu anladıklarında açlıktan karınlarına kramplar giriyormuş. Yaşlı teyze, ancak kuru ekmek ve bir parça peynir koyabilmiş misafirlerin önlerine. İneklerin yeterince beslenemedikleri için sütlerinin çok az olduğunu, onu da kışlık peynir yaptığını sıkılarak anlatmış. Kuru ekmeğe saldırıp karınları doyunca yorgunluktan kapanmış gözleri. Her biri olduğu yere kıvrılıvermiş. Yaşlı teyze keçi kılından el dokuması battaniyelerle örtmüş üzerlerini. Kendileri de samanlıkta bir sedirde yatmışlar. Emine, rüyasında bu kez Üzümlü köyü görmüş. Buz gibi kaynak sularını, meyve bahçelerini, evlerin önündeki renk renk çiçekleri, akşamüzeri köye dönen koyun sürülerini, annesinin hazırladığı bin bir çeşit yiyecekleri… Uyandığında gözlerinin ağlamaklı olduğunu hissedince ötekilere fark ettirmeden silmiş silmiş. Yaptığı hatayı çok iyi anlamış. İnsan elindekinin kıymetini bilmeli, olur olmaz hayallere kapılıp başka yerlere özenmemeli diye düşünmeden edememiş.
Dışarı çıktıklarında toz fırtınasının dindiğini görmek çok sevindirmiş hepsini. Gitmek için hazırlanmaya başlamadan önce Emine ve Zeynep, kendileriyle gelmeleri için çok yalvarmışlar yaşlı insanlara. Ama onlar doğup büyüdüğümüz yer, nasıl bırakır gideriz demişler. Ama abinin hiç olmazsa kışı bizim orada geçirin, size kalacak yer ve yiyecek veririz sözlerine ikna olmuşlar. Delikanlı gelip onları alacağına söz vermiş, onlarda kışın Üzümlü köye geleceklerine. Onlar konuşurken kızların ağladığını gören baloncu nedenini sorduğunda aldığı cevaptan çok etkilenmiş. Kızlar, böyle çorak, verimsiz terkedilmiş bir köyü bile doğduğumuz yer diye bırakıp gitmeyen köylülerin vefakarlığına bakıp kendilerinden utandıklarını söylemişler.
Balona binip oradan uzaklaşırken bu kez de orada bıraktıkları yaşlılar için üzülmüşler. Köylerine varır varmaz evlerine koşan kızlar annelerine sarılıp ağlarken bir yandan yaşadıklarını, gördüklerini, oradaki yaşlı karı kocayı anlatmışlar. Anneleri bir yandan okşayıp severken bir yandan da akıllarının başlarına geldiği için sevinmişler. Kızlar sıcacık banyolarını yapıp karınlarını doyurduktan sonra yorgunluktan sızmışlar. Akşam uyandıklarında iki aile ve köyden başka komşuları ikisini de aralarına alıp yaşadıkları bu deneyimi anlatmalarını istemişler. Kızlar biraz mahçup, üzgün anlatmışlar yaptıkları yolculuğu, gördüklerini yaşadıklarını. Sözleri bittince ikisinin de ağzından şu sözler dökülmüş, “meğer cennet insanın kendi yaşadığı yermiş. Bunu geçte olsa öğrendik.” İki küçüğün bu kendilerinden büyük sözleri güldürmüş oradakileri.
İnsan bazen en yakınındaki güzellikleri göremez ve bu güzellikleri yeterli bulamaz. Hep daha güzelini hep daha iyisini hayal eder. Yaşadığı yeri cennet eden de cehenneme çevirende insanın kendisidir.