- 573 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Tıntını
Az önce evin önündeki teneke çöp kutusunun devrildiğini duydum. Rüzgâr şiddetini her saniye daha çok arttırıyor. Bozkırlar Mikail’in eteğinin tozlanmasını istemiyor. Pencere kenarında yuvasının bozulmadığına inanamayan örümcek ve lastikten bir saç tokası. Siyah.
Üşüyor. Üzerine aldığı yünlü yeleği şahit titrekliğine… Ürperen, puslu bir coğrafya beyaz teni… Saçlarını taradığı tarağın dişleri arasında kalan saçlarını sobanın içerisindeki kovaya döküyor. Yakmak istiyor kendinden parçaları, hayata dair bulutlar ne yağdırıyorsa yüreğine, bilemiyorum.
Öksüz. Yaratıcının benim gözlerime çektiği perdeler arasında görünen bir yıldız sanki. İnsanlar öksüz ve yetim olduğunda, hissedebiliyorum. Enselerinden boşluğu, omuzlarının bir başka yere çöküşü ve sığınacak limanlarının çok eski olması.
Hasta.
Duruşu ve bakışı uzak, güneşin dünyaya ağzından damlattığı sarı şerbeti andıran bir siluet karanlığında… Mum eriyor avuçlarının koyunda. Koynunda ıslak bir mendil, daha bir oyuk, daha çok tutuklu; sessiz bir hafta sonu ayak parmakları… Çalmıyor kapısını postacılar. Postacılar çoktan öldü. Şemsettin, Bedrettin, Fahrettin… Bir tarafları hep ediyor… Bitiyor hayat… Gözlerimi göremiyorum, daha flu, pek laubali tekerrür sancıları. Tesadüf; aynı anda dönüyoruz arkamıza. Pencereye vuran sonbahar yağmuru… İliklerime kadar ıslağım, yağmur amatör bir oyuncu, ne yaptığını, neden yağdığını, neden duracağını bilmiyor.
-İyi misin?
Bir kadına sorulacak en berbat sorulardan biri bu olmalı, ‘iyi misin?’ İyi değil, sevmediği bir soruya yalan cevap vermek istemiyor. Elinin tersiyle omzundan burnundan çıkan sese eşlik eden armoniyi kısıyor bir anda kendine dokunuşları. Sandalyede üşüyor, sandalye dört ayaklı, sandalye demir parmaklı, prangası ömür, cevap veremiyor devrilmeye yakın eğriliği.
-Mehmet seni sordu, seninle konuşması lazımmış.
Mehmet hep beni soruyor, Mehmet beni sormayı çok seviyor, Mehmet bana kendi işlerinin hallolması için gelmiyor, işini biliyor, ben olmasam da işini yapabiliyor. Ama Mehmet ben olmasam da yapabileceği işleri yaparken, yine de benden yardım istiyor. Kasetin arka yüzü çevrilmeli, yorganların çiğneneceği günün geçmediği o güne kadar, tekrarlar dahi tekrar edilmeli.
Kırgın.
Muhabbet etmek istemiyorum. Muhabbet etmek isteseydim, dünün gazetesini baştanbaşa okumazdım. Onunla sohbet ederdim. O, onunla sohbet etmem gerekliliğine dair hüznü bölüşüyor boynunun serzenişleşen şiddetiyle. Dokunuyor kendisine. Yağmurun yağdığını fark etmemiz, bulutları kızdırmış olmalı. Yağmur üstüne yağmur yağıyor. Yağmur damlaları yorgunluklarını paylaştıkları damlacıklar oluşturmak peşindeler. Efendi güneşi bekliyorlar.
Konuşmak istediğim bir şey yok. Arkasından uzanıp, boynunu öpmem lazım. O da bunu bekliyor, yapamıyorum.
İhanet istiyor yuvalarına saklanmış kuşlar. Kuşlar kışın göç etmiyorsa, bizim evde kiracı kalabilirler. Oysa bizde kiracıyız. Bunda utanılacak bir şey yok. Kiracı olmamızla övünüyoruz.
Dudaklarımı tanımaya başlıyorum. Onun dudakları ülkem kadar yabancı şimdi bana. Dilimle alt dudağımın iç kısmında yürüyorum. Pozisyon değiştirmemeye bile razı o. O kadar çok dolu ki içim, arkasından bakarken ağlamamak için kendimi zor tutuyorum.
Aramızdaki mesafe beş ya da altı adım, beş bin yıllık yalancı tarih gibiyiz. İlk yazıyı değil, ilk konuşanın kim olduğunu öğrenmek için çabalayan yavaşçılardanız.
Ezan okunuyor.
Bu ezan daha bir rikkatli ve şefkatli, gözlerimi kapatıp dinlemeliyim.
Burnunu çekiyor, çünkü çok ağladı, hâlâ ağlıyor.
Divanın üzerinde başımı kireçli duvara yaslıyorum.
Bu yağmurda cemaat kaç kişi acaba camide, merak ediyorum. O hiç merak etmiyor. O camide yağmurlu bir havada kaç kişinin olabileceğine dair hesap yapmak istemiyor. O caminin cemaatinin yağmur olmayan havalarda kaç kişi olduğunu da bilmiyor. O bilmiyor, sadece ağlıyor.
Ezan bittikten sonra üzerime çoktandır hapis olan uykuyu serbest bırakıyorum. Ayaklarım üşüyor. Onun ayakları da çok üşüyor. Ayaklarını arada sırada elleriyle ovuyor. Aklında ayaklarından öptüğüm zamanlar, şimdi o an ki kadar huylanacağına hiç mi hiç inanmıyor!
Kendisi.
Hep kendisi, doğduğundan beri kendisi o. Eksikliğini hissettiği her şeyi gözlerimde biriktiriyor sanki melekler. Üç yüz altmış defa dönüyor gözlerim içine. Öyle bir ağlayış, uyurken ıslanıyorlar. Uyandığımda üzerimde battaniye var ise, biliyorum ki beni affetmiş ve beni hâlâ seviyor.
Tınısı ne güzel nefes alışverişlerinin. Sandalyeyi kıskanıyorum. O, ona benden daha yakın.