ŞEHİTLERE RAHMET, ARKADA KALANLARA SABIR
Bir toplum ölüme alışılır mı? Ölüme alışmış bir toplumda yarın ölebilecek olanlar için yaşamın anlamı nedir? İnsanları ölüme yollayanlar için nedir? İnsanların ölümüne sebep olanlar için nedir? Sürekli çevresinde birileri ölürken, kendini güvence altında hisseden seyirciler için nedir? Sosyal psikologların bu konu üzerinde çalışma yapabileceği ideal bir ülke oldu Türkiye.
Ülkemizde 2012’nin ilk altı ayında Trafikte 1.463 (12 Ağus 2012/Radyo) iş kazalarında 366 kişi ölmüş (4 temmuz 2012/taraf). SP Genel Başkanı Mustafa Kamalak, 1984-2009 yılları arasında Güneydoğu’da ölen insan sayısının 60 bine dayandığını söyledi geçenlerde. (16 Eki 2011 /Milli Gazete)
Bu nasıl ülke, bu nasıl yaşam! Ölüm dört bir yanımızda kol geziyor. Üçer beşer değil onar onar ölüyoruz! Son haftalarda adını “terör” koyduğumuz savaşta ölenlerin sayısına bir göz atın. Şemdinli’de önce sekiz, sonra dört, Gaziantep’te on, Beytüşşebap’ta on asker öldü. Başbakan Şemdinli’de 115 PKK’nın öldüğünden söz ediyor. Ne oluyoruz?
Bu gün ölüm nereden gelecek acaba, diye uyanır olduk. Terör mü, trafik mi, yangın mı, iş kazası mı, patlama mı? Günler birer birer kararıyor; kara pazartesi, kara Çarşamba. Böyle mi büyük ülke olacağız! Ölerek büyüyen var mı?
Çarşamba günü Afyon’da mühimmat deposu patladı. Yirmi beş kişi öldü.
Savunma ya da saldırı her neyse; zamanı gelince birilerini öldürmede kullanmak için bomba alıp bir yerlere depoluyorsunuz. Sonra başına bir nöbetçi dikip onu unutuyorsunuz. Bir gün geliyor o patlıyor ve size kendini hatırlatıyor. Başına diktikleriniz, çevredekiler ölüyor. Kaza diyorsunuz. Ölenlere şehit payesi veriyorsunuz. Cenazelerinde gözyaşı döküyorsunuz. Ailelerine maaş bağlıyor ve sonra da gidip evinize yatıyorsunuz.
Patlayan bombaların, mayınların, atılan kurşunların yerine yenileri alınıyor. Başlarına yeni nöbetçiler dikiliyor? Bir gün gelecek onlar da patlayacak, ama yerinde, ama atıldığı yerde. Ve gene onlarca kişi ölecek; artık kimin kısmetine düşerse.
Birileri karar veriyor, birileri o kararı yerine getirirken ölüyor. Bir çeşit görev zararı oluşuyor. Gidenler geri gelmiyor.
Anne, baba erkek oğlum oldu diye gönenç duyuyor. Çocuğun üzerine titreniyor, bin bir meşakkatle yetiştiriliyor. Günler geçiyor oğlan delikanlı oluyor. Erkek olması için asker ocağın gitmesi, asker tayını yemesi gerek. Halaylarla, türkülerle sırtına vurarak askere yollanıyor. Altı ay sonra bir telefon. “Oğlunuz, nöbet tutarken mühimmat patladı, şehit oldu; başınız sağ olsun.” Karakolda kurşun da yiyebilirdi. Yolda mayına da basabilirdi. Ya da bomba onu bulabilirdi. Dünya birden bire kararıyor.
Afyon’da mühimmat deposu patladı. Yirmi beş can gitti.
Hata nerede? O bombalar ne zaman alındı? Kim depoladı, nasıl depolandı? Yeri uygun muydu? En son ne zaman, kim kontrol etti. Kim sorumlu? Hesabı kim verecek? Kim kendini bu olaydan sorumlu hissedecek?
Bu ülkede hangi ölümün arkasından sorumlular bulundu da hesap soruldu? Bunun mu hesabı sorulacak?
Sakarya Pamukova’daki tren kazasını hatırlıyor musunuz? Kırk bir kişi ölmüştü 2004’de. Dava geçtiğimiz şubat ayında zaman aşımından düştü. Ölen öldüğüyle kaldı.
Buna da kaza deyip geçilecek muhtemelen. Tren kazasının hesabını sormayan, soramayan; yakası kalabalık yıldızlıdan mı hesap soracak? Bu olayın sorumluları gerçekten araştırılacak mı sanıyorsunuz? Birileri teselli olacak bir şeyler bulsun diye belki araştırılır gibi yapılacak; işte o kadar.
Benim aklıma bir tek sorumlu geliyor. O da patlamada ölen oğlunu bir an evvel askerliğini yapması için zorlayan baba? Yüreği nasıl yanıyordur şimdi!
Ne diyelim. Buna da geçmiş olsun!
Şehitlerimize rahmet, arkada kalanlara baş sağlığı ve sabır diliyorum!
ALİ TÜRER