- 856 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İYİLİK
Kirazlı tepe, Isparta’nın en güzel yerlerinden biridir. Memleketime tatil için gelmiştim. Büyük oğlum Bilgehan’ı yanıma alarak kirazlı tepeye çıkmak istedim. Küçük oğlum ve kızım İzmir’de kalmıştı. Eşimin ise bir sürü işi vardı.
Şehrin güney batısına düşen kirazlı tepe, dere mahallesinin hemen üstündeydi. Çay yolundan arabayla gidebilirdik. Eskiden arabamız olmadığı için, Dere mahallesine giden belediye otobüsüne biner, tam kirazlı tepenin hizasında inerdik. Sonra haydi bismillah yokuşa tırmanır tepeye çıkardık. Tabi bunları yetmişli yıllarda yapıyorduk. O zamanlar kirazlı tepeyi yarı açık cezaevindeki mahkûmlar çalıştırırdı. Bir sürü ayyaşın toplandığı, her türlü rezilliğin yaşandığı, yaralamaların olduğu mekândan kurtaran savcılık, harika bir aile mekânı yapmıştı. Akşamları aileler tepeye çıkar, Isparta’nın manzarasını seyrederlerdi. Bizse delikanlılar olarak, gündüzleri tepeye çıkar ders çalışırdık. Isparta’ya hakim olan tepeden, gece ve gündüz manzara seyretmek çok güzeldi. Hele yaz günleri daima bir esinti olur, şehirde sıcaktan bunalanlara çare olurdu. Uzun süre Isparta dışında yaşayan çocuklarım, artık Isparta’nın güzel yerlerini unutmuş gibiydi. Onun için oğlumu alıp, hem eski günleri yad etmek, hem tepede manzara seyrederken oğlumla konuşmak istiyordum.
Çay yolu, mesirelik düzenleme konusunda birbiriyle yarışan belediye başkanları sayesinde harika olmuştu. Halı kent (ayazma) mesireliğine nazire olarak, ondan sonra gelen başkan, çay yolunu düzenlemişti. Çay yolu, Isparta’nın batısından doğusuna veya yukarıdan aşağıya doğru akan, şehrin güneyindeki çayın kenarlarıydı. 60’lı yıllarda, çaydan özellikle kış ve bahar aylarında adam boyunu aşacak şekilde su akardı. Ancak etraftaki tepeler ormanlaştırıldıkça, çayın suyu azalmaya başladı. Gittikçe azalan suyun görüntüsü, çaydan çok, küçücük su kanalına dönüşmüştü. Çayın kenarına eskiden yapılan yüksek kanallar, çayın eski halini sürekli hatırlatıyordu. Herhalde yeni nesil, coşkun sular akmayan bu çayın etrafına niçin bu kadar yüksek duvarlar yapılmış diyebilirdi. Şimdilik onlara çayın eski halini anlatacaklar var. Gelecekte ne olur bilinmez. Isparta’nın güney doğusundaki demir köprüden başlayan çay yolu, şehrin batısına kadar uzanıyordu. Üst bölümde çayın etrafına dizilmiş eski Rum evleri, manzaraya değişiklik kazandırıyor. Çay üzerinde yapılan değişik yapılardaki, cafeler, eğlence yerleri, köprüler ve çayın etrafına yapılmış, yürüme yolları, oturma bankları, yeşillikler ayrı bir güzellik katıyordu. Çay yolunda kısa bir yürüyüş yaptık. Sonra yolun batısında yapılan mesirelik alanı gezdik. Yapılan mesirelik alan, eski Türk geleneklerini yansıtacak şekilde yapılmış. Suni göletin etrafında halkın eğleneceği, yiyip içeceği, gezeceği alanlar vardı. Alt bölümünde ise, Türk tarihine ait yürüyüş yolu yapılmıştı. Yüksek, gölgelikleri bol ağaçların olduğu alana yapılan mesirelik, yapıldığı andan itibaren Ispartalının gözdesi oluvermişti. Google eartten bakıldığında, yapılan mesirelik alan tam bir mühendislik eseriydi. Her şey, birebir düşünülmüş. Türk tarihini yansıtan yürüyüş yolu cetvele, binalar otağa benziyordu. Kıl dokumalardan otağlar, şark köşesi oturmalıklar steplerde yerleşik boyları anımsatıyordu.
Oradan ayrılarak tepeye doğru çıkmaya başladık. Yukarıya çıktıkça sağ tarafımızda Isparta görünmeye başladı. Kirazlı tepede 70’li yıllardan kalma aile salonu vardı. Ama asıl alan, Isparta yönündeki açık alandı. Tepeden aşağıya doğru taş duvarlarla inişler yapılmış, dört seki (düzenlenmiş alan) düzlükler vardı. Alana yerleştirilmiş masalara oturanlar Isparta’nın manzarasıyla bütünleşiyorlardı. Arabayı park yerine park edip, kenarından içeriye girdik. Salonda kimse yoktu. Açık alana çıktık. Hemen hiç kimse yoktu. İlerideki masada üç kişi konuşuyorlardı. Yanlarına doğru yaklaştıkça içlerinden birini tanıyor gibiydim. Evet, bir tanesi dört yıl öncesinden tanıdığım Hikmet’ti. Kırk yaşlarında iri yarı bir adam ve bir gençle oturmuş sohbet ediyorlardı. Her ikisini de tanımıyordum. Hikmet beni görünce hemen ayağa kalktı, kucaklaştık. Ben oğlumu tanıştırdım. O da yanındakileri tanıştırdı. Genç delikanlı oğluydu. Diğer adam ise, kirazlı tepenin sorumlusuydu. Hikmet hemen ne içersiniz dedi, birer nescafe söyledik. Kirazlı tepenin sorumlusu yanımızdan ayrılarak binaya gitti.
- Hikmet ne arıyorsun burada?
- Ya sen ne arıyorsun?
- Biliyorsun ben Ispartalıyım.
- Ha, doğruya sen Ispartalıydın.
- Sorumu unutturma, ne arıyorsun burada? Gezmeye mi geldin?
- Yok, burada çalışıyorum.
- Valla mı? Çok iyi, hangi rüzgâr attı seni buralara? Seninle ilgili bir şeyler duymuştum. Cezaevine gitti diye.
- Doğru duymuşsun. Boş yere ceza yedik. Cezaevinden çıkalı bir yıl oldu. Isparta cezaevinde yattım. Cezaevinde biriyle arkadaş oldum. Çıktıktan sonra ona uğradım. Bana burada çalışmayı ayarladı.
- Sen Denizliliydin. Çocukların, ailen nerede?
- Hanım beni boşadı. Çocukların bazıları onun yanında. Bu oğlan beni terk etmedi. Anasının ısrarlarına rağmen benim yanımda kaldı.
- Ya o zamanlar bir şeyler duymuştum. Doğrusu üzerine de gitmedim. Sizin bankadan emekli bir arkadaş bizim şirkette çalışıyordu. O bir ara tutuklandığını söylemişti. Zimmet davası mıymış neymiş? Tam bilmiyorum.
- Kulağa kötü geliyor değil mi?
- Evet
- Doğru duymuşsun zimmet davası…
- Sen böyle bir şey yapacak biri değilsin. Nasıl oldu bu iş?
- Zaten art niyetli bir şey yapmadım. Başıma ne geldiyse iyilik yapma merakından geldi.
- Allah, Allah, nasıl oldu bu iş?
- Dur, nescafeler gelsin, sana olayı kısaca anlatayım.
Hikmet’i tanıdığımda saçlarına ak düşmüştü. Şimdi ise tamamen beyazlaşmış. Başına gelen hadiselerden dolayı yıpranmıştı. Gençliği, dinamikliği gitmiş, baya çökmüştü. İlk tanıştığım zamanlar, kendine güvenli, emin, neşeli, cana yakın biriydi. Saydığım bütün özellikler gitmiş, ürkek, çekingen biri haline gelmişti. Nerede kaldı bu nescafeler diye söylenerek binaya bakmaya başladı. Baktı olmayacak, “ben gidip alıp geleyim” dedi. Onu arkasından yürürken seyrettim bir müddet. İnsanın başından neler geçiyordu. Oğluma,
- Bak oğlum. Şimdi bu adamın hikâyesini dinleyeceğiz. Bu adamın başına gelenler emin ol pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Onun için anlatacaklarını dikkatle dinle.
- Tamam, baba, dinlerim.
- Ders çıkarmaya bak. Bu arkadaş dersini çok pahalıya aldı. Eğer başına bu hadiseler gelmeseydi şimdi çalıştığı bankada iyi yerlerde olurdu.
Ayağa kalktım. Tepenin en ucuna kadar gittim. Buradan aşağıya inip yola çıkıyorduk. İndiğimiz otobüs durağı görünüyordu.
- Bak oğlum. Senin yaşındayken, şu gördüğün durağa kadar otobüsle gelir. Orada iner. Yokuşa tırmanır, işte tam buradan buraya gelirdik. Giderken de buradan aşağıya iner otobüsle şehre giderdik.
- İyiymiş. Fazla yürümüyormuşsunuz.
- Evet, fazla yürümüyorduk. Ama bazen, otobüse binmez, yürüyerek şehre inerdik.
- Kaç saat sürüyordu.
- Yarım saat falan.
Arkamızdan Hikmet bağırıyordu.
- Haydi, gelin, kahveler hazır.
Masaya oturur oturmaz,
- Hadi bakalım Hikmet, anlat şu olayı…
- Tamam. Biliyorsun, Denizli’ye Isparta’dan gelmiştim. Güzel bir yerde ev tuttum. Mahallemiz çok güzeldi. İnsanları çok sıcaktı.
- Denizliler hep öyle, sıcak insanlar.
- Komşularımızdan birisi Hayri amcaydı. Seksen yaşında, ondan üç yaş küçük karısı Zübeyde teyze. Çok iyi insanlardı. Tanışırken benim bankada çalıştığımı duyunca, oğlum bende sizin bankadan emekli maaşı alıyorum. Ama yaşlı olduğum için gidip gelmesi zor oluyor. Banka biliyorsun mahallemize çok uzak. Bunun bir hal çaresi yok mu?
- E… Bildiğim kadarıyla bir hal çaresi yok. Herhangi birine vekalet verecek veya bankamatik kartı çıkartacak.
- Evet, şimdilik başka çare yok. Ama adam vekâlet vermeye korkuyormuş. Etraftan duymuş. Gençler vekâlet alır, adamın donuna kadar soyarlar. Vekâlet deyince tüyleri dikenleşiyor, gözleri dehşetten parlıyordu. Bankamatik kartı içinse anlamam ben öyle şeylerden diyor. Bankamatiği anlatmaya çalıştım kabul etmedi. Bankamatikte olsa bankaya gideceğim değil mi, diye itiraz etti. Ona uygulayabileceğim hiçbir kolaylık yoktu. Fakat amca peşimi bırakmadı. Maaş günü geliyor amca kapıya dayanıyordu. Ne olur oğlum sen bir hal çaresi bul. Bak yaşlıyım gidemiyorum diyordu. Ona bana vekâlet ver desem olmazdı. Neyse bir gün, aklıma bir şey geldi. Adamın cüzdanını istedim. Gerçi çekinerek verdi ama olsun, sonuçta verdi.
- E ne yaptın?
- Dur acele etme anlatıyorum.
- Bak dinle oğlum, dikkatle dinle…
- Tamam baba…
- Babanı dinle evlat, benim başıma gelenler sana büyük ders olur. Bak benim oğlan başıma gelenlerden büyük ders aldı.
- Aldın değil mi oğlum.
- Aldım baba
- Hah tamam. Cüzdanı aldığım gün, tam kasamı kapatacakken, amcanın maaşını çektim. Parayı ödeme makbuzunu cebime aldım. Cüzdanı yazdırdım. Akşamüstü eve gelip amcaya cüzdanını, parasını verdim. Ödeme makbuzunu imzalattım. Bir kopyasını amcaya verip, imzalı kopyayı ertesi günü dosyaya koydum. İşlem tamamdı. Hiçbir sorun yoktu. Sanki adam bankaya gelmiş, parayı çekmiş gibiydi.
- Ama bu yasak değil mi Hikmet?
- Evet, yasalara göre suç.
- E niye böyle bir şey yaptın?
- Hiç işte… Bir sorun çıkmadı, çıkmazdı.
- Sonra..
- Sonrası ben bu işi her maaş günü yapmaya başladım. Maaş günü, amcanın parasını çekiyor. Akşam amcaya ödeme yapıyor. Makbuzu imzalatıp dosyaya koyuyor. Yazdırdığım cüzdanı amcaya veriyordum. İşler tıkırında gidiyordu.
- Peki, ne oldu? Birisi mi gördü? Birisi mi şikâyet etti?
- Hayır, keşke öyle olsa…
- Ne oldu peki?
- Acele etme, anlatıyorum. Yine bir maaş günü akşama doğru parayı çektim, cüzdanı yazdırdım, ödeme makbuzunu cebime koydum. Aradan on dakika geçti, müdür telefonla aradı. Hikmet, yanına Hüseyin beyi de al, Uşak’a gidin. Orada bir problem varmış yardım istediler. Sen yardım istedikleri konuda uzmansın. Hemen araba hazırlandı ve biz yola çıktık. Tabi o gün amcaya parayı ödeyemedik. Para cepte Uşak’a gittik. Akşam döneriz diye umuyordum. Ama dönemedik. Gece 03.00’e kadar çalıştık. Bankanın misafir odasında sabahladık. Sabah erkenden kalkıp kahvaltımızı yapıp Denizli’ye doğru yola çıktık. Bizim amca akşam parayı alamayınca telaşa kapılmış. Eve gelip beni sormuş. Evde olmayınca telaşlanmış. Deliye dönen amca, sabah soluğu bankada almış. Sıraya falan girip beklemiş. Sırası gelince cüzdanı yok. Memur arkadaş nüfus cüzdanını istemiş. Cüzdandaki bilgilerden hesabına ulaşılmış. Hesapta para yok. Memur dün maaşınızı almışsınız deyince, amca çıldırmış, bağırıp çağırmaya başlamış. Paramı çaldılar. Nerede benim emekli maaşım diye ortalığı yıkmış. Gürültüye müdür kapıya çıkmış. Meğer o ara genel merkezden bankayı denetlemeye müfettiş gelmez mi? Müfettiş sabahın köründe Denizli’ye inip, bankaya gelmiş, müdürle denetleme planı yapıyorlar.
- E… Allah, Allah, bak sen şu işe… Olacak ya, her şey üst üste gelir.
- Evet
- E... sonra,
- Gürültü olunca müfettişte merak edip kapıya çıkmış. Müdür, amcanın işini yapmaya çalışan memuru çağırmış. Düzenlediğimiz tahsilât ve tediye makbuzlarında ismimiz var. Memur müdüre gidip, efendim, dün amcanın hesabından Hikmet beyin düzenlediği makbuzla maaşı ödenmiş görünüyor ama amca almadım diyor. Biliyorsunuz Hikmet beyde görevde. Müdür, amcayı yanına çağırmış. Arkadaşa benden için “döner dönmez yanıma gelsin” diye tembih etmiş. Bankadan içeri girer girmez, kapıdaki görevli “müdüre çıkacaksınız Hikmet bey, acil sizi bekliyor” dedi. Aklımda hiçbir şey yok. Herhalde görev raporu almak için çağırıyor zannediyorum. Müdürün odasına girdim. Amca orada, amcayı görünce eyvah bir şeyler olmuş dedim ama iş işten geçti. Müdürün suratı değişikti. Genelde arkaya yaslanır göbeğini öne çıkarırdı. Bu sefer koltuğunda dimdik oturuyor, buğday tenli yüzü siyahla kırmızı arasında gelip gidiyordu. Yanındaki geniş koltukta sonradan müfettiş olduğunu öğrendiğim tanımadığım birisi vardı. Onu yeni hesap açacak müşteri zannettim. Müdürün elinde makbuzun sureti vardı. Bir makbuza bir bana bakıyordu.
Müdür öfkesini tutmaya çalışıyordu. Belki müfettiş olmasa bağırıp çağıracak, ağzına geleni söyleyecekti. Zorla efendilikte baya zormuş. Bunu müdürün yüzüne bakarak anlıyordum. Dekontu tutan elleri titriyordu. Sinirlerine hakim olmanın kavgasını veriyor, dikkatini toplamaya çalışıyordu. Bir şeyler söyleyeceği muhakkaktı. Müfettişin yanında söyleyeceği düzgün kelimeleri bulmaya çalışıyordu. Amca beni görür görmez.
- İşte müdür bey, memurun dediğine göre maaşımı Hikmet almış. Gitti param. Ben şimdi ne yaparım? Emekli maaşımdan başka gelirim yok benim. Ne yiyeceğim ne içeceğim. Ne olur paramı bulun müdür bey?
- Sakin olun Süleyman bey sorunu çözeceğiz.
Amcanın sözleriyle kaynar sular başımdan aşağı dökülmeye başlamıştı. Ne diyordu bu adam. Ben ona iyilik yapmaya çalışırken, anlamadan dinlemeden suçlamalar yapıyordu. Parası cebimdeydi. Bugün ona verecektim. Bir gün gecikmeyle ne işi vardı burada? Allah kahretsin bir iyilik yap belayı başına al. Anlamayan dinlemeyen cahillerle uğraş, diyordum. Müdür yumuşak bir sesle,
- Hikmet bey elimde bir makbuz var
- Evet efendim
- Tarihi düne ait, siz düzenlemişsiniz.
- Evet efendim ben düzenledim.
- E amca bankaya gelmemiş ki, nasıl düzenledin?
- Efendim, Süleyman Bey komşumuzdur. Kendisini çok severim. Bana uzun süre rica ediyordu. Bankaya gelip gidemiyorum. Paramı almak için bir çare yok mu diye. Bende maaşını çekip, evine teslim ediyorum, makbuzu imzalatıp dosyaya koyuyorum.
- Ne diyorsun sen Hikmet Bey, bankamızın böyle bir kuralı mı var?
- Yok efendim.
- E… Yok olduğunu biliyorsun da niçin uyguluyorsun? Allah bilir kurallara aykırı neler yaptın?
- Hayır efendim kurallara aykırı bir şey yapmadım.
- Belli, belli, bu ne?
- Efendim iyilik yapmak istedim.
- Hikmet bey burası hayır kurumu mu, banka mı?
- Banka efendim…
- Bu yaptığın suç, üstelik zimmete para geçirmek bilmiyor musun?
- Efendim ben zimmete para geçirmedim. Dün Uşak’a gitmeseydim akşam Süleyman beye verecektim. Bugün imzalı makbuzu dosyaya koyacaktım. Uşak’a gidince aksilik oldu.
- Yani demek istiyorsun ki, aksilik olmasaydı kuralları delmeye, kural dışı işler yapmaya devam edecektin? Allah bilir kaç aydır bunu yapıyorsun. Kaç aydır bu işlemi yapıyorsun?
- Beş aydır efendim
- Yani beş aydır bizleri uyuttun öyle mi?
- Estağfurullah efendim.
- Para nerede?
- Ver bakalım.
Parayı müdür beye verdim. Müdür bey parayı saydı. Süleyman beye verdi. Makbuzu imzalattı. Sonra tanımadığım adama döndü,
- Efendim sizin yapmak istediğiniz bir işlem var mı?
- Tabi müdür bey. Olayı bir tutanak altına alalım.
- Tamam efendim. Böyle bir olayla güne başladığınız için üzgünüm.
- Rica ederim müdür bey, olağan şeyler bunlar. Hikmet bey gibi iyi niyetli insanlar çok… Ne yazık ki iyi niyetleriyle ayaklarına dolacak işler yapıyorlar. Zaten müfettiş olarak işlemleri incelememizin nedenleri bu veya benzeri şeyler değil mi?
- Haklısınız efendim.
Aman Allah’ım adam müfettişti. Şimdi yanmıştım. Hani olay sadece müdüre kalsaydı, belki olayı bir şekilde örtbas edebilirdik. Tevekkeli müdürün tavrı çok değişikti. Her zaman ki gibi bağırıp çağırmıyordu. Sürekli kendini tutuyordu. Kibar olmaya çalışıyordu. Müdür Süleyman beye, efendim gitmeden tutanak yapalım sizde imzalayın dedi. Süleyman parayı almanın mutluluğu içinde tamam müdür bey dedi. Hayret ki, ne hayret, Süleyman amcam anında çark etmişti. Bana hınçla bakıyordu. Sanki parasına el koymuş, ona parayı vermeyecektim. İnsanlarla ilgili tüm iyi düşüncelerim altüst olmuştu. Müfettiş, müdür bey polis çağıralım, tutanağı onlar tutsun dedi. Müdür kabul etti. Polis çağrıldı. On dakika geçmedi polisler geldi. Tutanağı tuttular. Müdüre şikâyetçi misiniz efendim dediler. Müdür şaşkınlık içinde, yasa ne gerekiyorsa yapınız deyince, polisler beni kelepçeleyip karakola götürdüler. Banka memurlarının arasından ellerim kelepçeli bankadan ayrılmak bana çok acı verdi.
- Vay anasına vay.. Gördün mü oğlum? Bir iyilik insanın başına neler getiriyor? İnsan bu tür şeyleri duydukça iyilik yapmaya korkuyor.
- Gördüm baba, şaşırdım kaldım.
- E… Hikmet sonra ne oldu?
- Ne olacak? Karakoldan mahkemeye çıkarıldım. Hakim beni tutukladı. Doğru cezaevine… Karakoldaki polislere evimin telefonunu verdim. Haber verdiler. Ailem cezaevine eşyaları getirdiğinde anlatıyorlar. Bizim Süleyman amca, mahalleye varmış. Hiç ummazdım. Hikmet namussuz çıktı. Paramı çekmiş bana getirmedi. Sahtekârın biriymiş. Allah böylelerinden bizi korusun diye ortalıkta bağırarak konuşmuş. Ailem bunları duyunca şaşırmışlar. Polisten de telefon gelince şok olmuşlar.
- Peki, mahkeme de ne oldu? Hafifletici nedenler falan olmadı mı?
- Nerede, Süleyman amca mahkemede beni kötüledi. Banka kuralları çiğneyerek kötüye kullanmamdan söz ederek, en ağır cezanın verilmesini istedi. Ben ne anlattıysam kimse dinlemedi. Sadece mahkemedeki iyi halimden dolayı, hakim önce yedi yıl ceza verdi. Sonra bir yılını silerek altı yıla indirdi.
- Allah, Allah… Tabi memuriyetten de oldun?
- Tabi otomatikman atıldım. Gitti yirmi yılım. Halbuki emekliliğime çok az bir süre kalmıştı. Ben ceza alınca ailem dağıldı. Karım benden boşandı. Cezaevinden çıktım işte buralarda sürünüyorum. Doğru dürüst iş yok. Suçumu öğrenen herkes benden kaçıyor. Kimse beni dinlemek istemiyor.
- Düşenin dostu olmaz diyorlar.
- Evet, bunu çok iyi anladım. O kadar insana yardım ettim ki, sayısını hatırlamıyorum. Ne yazık ki hiç biri bana selam bile vermeye yanaşmadı. Hepsi benden kaçtı. Ya Süleyman amcama ne demeli? Yalvar yakar benden maaşını çekip getirivermemi istedi. Hiçbir zaman parasını aksatmadım. Bir gün aksadı, demediğini bırakmadı. Mahalleye, köyüne, akrabalarına, arkadaşlarına, kimi tanıyorsa beni sahtekâr, hırsız, dolandırıcı ilan etmiş. Hâlbuki ne kadar çok sevmiş, derdine çare olmak istemiştim.
- Yaşlılar genelde böyle ne yazık ki… Hele iş mala mülke, paraya dayanıyorsa hemen hepsi bir âlem oluyor.
- Bak ne diyeceğim. Sen şirketlerde yetkili birisin. İzmir’de bana ve oğluma bir iş bulursan sevinirim.
- Valla Hikmet, bende yeni İzmir’e taşındım. Bizim şirkette herhangi bir iş yok. Şu anda zaten personel fazlası var. İkide bir patronlar çıkaralım diyorlar. İzmir’e yeni taşındığım için tanıdığım fazla kişi yok. Tanıdıklarımda şirket çevresinden… Sabah işe, akşam eve bir yaşam kurmuşum. Bornova’da on altı daireli bir apartmanda oturuyorum. Bir buçuk yıl oldu hala kimse ziyaretimize gelmedi. İzmir ne Isparta’ya, ne Denizli’ye benziyor. Herkes kapalı kutu yaşıyor. Denizli’ye ilk taşındığımda, daha eşyalar inerken, komşular, kimi çay, kimi börek, kimi pasta, kimi meyve suyuyla geldiler. İzmir’de bir Allah’ın kulu uğramadı. Sadece usulen selam verip geçtiler.
- Yani?
- Yanisi İzmir’i henüz tanımıyorum. İnsanları tanımıyorum. Yapacağım bir şey yok. Yine de sen telefonunu ver. Bir şey olursa seni ararım.
- Tamam.
Hikmet telefonunu verdi. Biraz daha oturup oradan buradan sohbet ettikten sonra ayrıldık. Yolda gelirken oğlum da, ben de suskunduk. Ne söyleyeceğimizi bilemiyorduk. Oğluma dönerek,
- Bu olaydan ne anladın?
- Kurallara aykırı iyilik, iyilik değildir. Kuralları çiğneyerek yapılan her iyilik insanın başına bela olur.
- Evet