- 1927 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİZİM KUŞAĞIN ÇOCUKLUK YILLARI
BİZİM KUŞAĞIN ÇOCUKLUK YILLARI
Dr. Sadık ÖZEN
Her yaş gurubu için çocukluk döneminin ayrı bir değeri vardır. Bu dönemde yaşananlar, insanlar için en değerli anılar olarak hiç unutulmaz ve yaşam boyunca saklanırlar. Anıların, belli bir yaşa gelindikten sonra değerleri daha da artar ve gelecek kuşaklara aktarılmasından büyük haz duyulur. Dede, büyükbaba, anneanne ve babaanne unvanını kazananlar için büyük bir mutluluktur bu. Bazen kuşaklar arasındaki farklılıkları çıkarır ortaya, bazen de hiçbir şeyin değişmediğini ve her şeyin eskisi gibi kaldığını anlatır. Mutluluk veren güzel anılar kadar, acı ve elem dolu anılar bile belli bir zaman aşımından sonra anıldığında mutlu eder insanları. Genelde; kötü şeyler unutulmak, güzellikler ise yaşatılmak istenir belleklerde. İnsanlık tarihi boyunca bu hep böyle olmuştur. Aksine bir durumda mutlu olabilmek çok zor, hatta olanaksız olurdu.
“Benim çocukluğumda” diye başladığımız sözler ve anlattığımız şeyler aslında kendimizi anlatmanın ve duygularımızı dışa vurmanın önemli bir aracıdır. Bilinçaltımızda yer edenlerin boşalımını ve ruhsal doyuma ulaşmanın mutluluğunu yaşatır bizlere. Bir yerde geçmişimizle övünmenin ve kendimizi kanıtlamanın da bir yoludur bu. Aslında, geçmişimizle yüzleşmemizin de bir yolu olabilir. Bu takdirde, daha da önem ve değer kazanır.
Bizim çocukluk yıllarımızda ne televizyon vardı, ne de bilgisayar ve internet. Telefon ve radyo bile lüks sayılan iletişim araçlarıydı. Bunlara genellikle varlıklı aileler sahip olurlardı. Ama babam bize de bir radyo almıştı. Haberleri ve yaşanan güncel olaylarla ilgili yorumları dinler, merak içinde İkinci Dünya Savaşıyla ilgili haberleri almayı beklerdik. En büyük eğlencemiz radyo tiyatrolarını dinlemekti. Yaz geceleri ailece açık hava sinemalarına, hafta sonlarında ise Ankara çevresindeki piknik yerlerine giderdik. Annemin yaptığı zeytinyağlı dolmalar nefis olurdu.
Uzun kış gecelerimiz babaannemin veya ablamın anlattığı Dede Korkut ve Keloğlan masallarını dinlemekle geçerdi. Ev işlerinden annemin bize masal anlatmaya vakti olmazdı. Bu masallardan çok değerli şeyler öğrenmiştik. Genel tema, çalışkanlık ve zekaya dayalı olarak kazanılmış başarılardı. Gündüzleri ise aynı yaştaki arkadaşlarımızla en çok oynadığımız oyunlar; yedi kule, saklambaç, kurtarmaca, ip atlama ve beş taş gibi oyunlardı. Yaşlarımız biraz büyüyünce de çelik-çomak oynar, topaç çevirirdik. Ara sıra da, mahalle arasında tenis topu ile futbol veya lastik topla voleybol oynadığımız olurdu. Bazen de çaputtan yapılmış bir topun peşinde koşardık. Okul zamanı, dersimizi çalışır, sınıfımızın temizliğine katkıda bulunurduk. Tabii özel okullar falan yoktu o dönemde. Özel dershaneler ve kurslar da. Ne minübüs, ne dolmuş ve ne de otobüs.. Kilometrelerce yolu yürüyerek gider gelir, ama yine de yorgunluk nedir bilmezdik.
Çocukluk yıllarımızda biz olabildiğince çocukluğumuzu yaşadık. Aile büyüklerimiz, anne ve babamız, öğretmenlerimiz bize çok güzel şeyler öğrettiler. İnsan sevgisini, vatan sevgisini, dürüstlüğü, başkalarının haklarına saygılı olmayı, sorumluluk duygusunu, çalışmayı, el emeği ve alın terinin değerini. İsteklerimizde ölçülü olmayı ve daha birçok şeyi. İşte bizler hep o dönemde öğrendik bunları. Öğrendiklerimizle ve yaşadıklarımızla mutlu olmayı bildik. Cumhuriyetin temel ilkelerini, Atatürk İlke ve Devrimlerini hep o yıllarda öğrendik. Türkçe’yi güzel konuşmayı, güzel yazmayı ve mensup olduğumuz İslam dininin kurallarını da.
Anamız, babamız, aile büyüklerimiz ve öğretmenlerimiz bize köşe dönmeciliğini, çabuk zengin olmayı, vurgunculuğu, rüşvetçiliği, genç yaşımızda gemi ticareti yapmayı, geni değiştirilmiş mısır ithal etmeyi, devletten ihale almayı falan öğretmediler. Bizler de kendimizi daha 10-12 yaşımızda Bill Gates gibi dünyanın en ünlü ve zenginlerinden biri olma hayal ve hırsına kaptırmadık.
Ben, Cumhuriyetimiz ilan edildikten on bir yıl sonra doğmuşum. Dört yaşımdan itibaren ailemiz içinde yaşanan olayları anımsayabiliyorum. Tabii ki ülke çapındaki önemli olayları da. 1938 yılında Kangal’da, ailece mutlu bir yaşam sürerken, Büyük Atatürk’ün ölümü ile bir anda dünyamız kararmıştı. Ulusumuzun bütün insanları gibi günlerce ağlamış, aylarca yas tutmuştuk. Arkasından gelen Erzincan Depremi büyük bir ulusal felaket olmuş, acılarımız yeni baştan tazelenmişti.
Sonra İkinci Dünya Savaşı ve onunla birlikte, korku ve kuşku dolu yokluk yılları başladı. Ekmek ve şeker bulamadığımız günler oldu. Birçok yiyecek ve giyecek maddesi vurguncular tarafından stoklanarak karaborsaya düşürüldü. Ekmek karneye bağlandı. Gazyağı ve gaz lambası camı bulmakta zorlanıyorduk. Sivil savunma amacıyla yapılan karartmalar sırasında pencerelerimize ışık sızdırmayan kalın perdeler takıyor, gaz lambalarının fitilini iyice kısıyorduk. Bütün bunlara rağmen umudumuzu yitirmemiş ve kendimizi karamsarlığa kaptırmamıştık. Atatürk’ün çizdiği ışıklı yol ve onun ilkeleri karanlık dünyamızı aydınlatmaya yetmişti.
Devletimizin başında bulunan Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü, o kritik yıllarda ulusumuzun en büyük güven kaynağı olmuştu. Onunla birlikte yönetimde saygın devlet adamları ve Silahlı Kuvvetlerimizin kahramanlık destanı yazmış değerli komutanları vardı. Onların şahsında ulusumuza, devletimize, moral değerlerimize saygılı olmayı ve bağlı kalmayı öğrendik.
Bizim çocukluk yıllarımızda ne türban sorunu ve tartışması vardı ne de başörtüsü. Ne türbanı savunan olurdu ne de karşı çıkan. Çünkü türban diye bir şey yoktu. Kimsenin başını nasıl örttüğüne karışan da yoktu. Herkes dilediği gibi örterdi başını. Kimse çıkıp da dini veya siyasi simgeden falan söz etmezdi. Bugünkü kadar çok kara çarşaflılar da yoktu o zaman. Annem ve ablam sokağa çıktıklarında başlarına eşarp takarlardı. Annem ev içinde kenarları oyalı yemeni ile örterdi saçlarını, ablamın ise başı açık olurdu. Babaannem “Bürük” denilen ince tülbentten yapılmış beyaz renkli sade bir örtü kullanırdı. Komşu kadınların durumu da bunun benzeriydi. Bazıları başlarını örtmek için “Çar” kullanırlardı. Kırsal kesimde genç kızların başörtüleri kırmızı veya pembe, evli hanımların ise beyaz renkli olurdu.
O yıllar, daha yeni olmasına ve sayıları az olan bazı ayrılıkçılara karşın genelde halkın Cumhuriyet ilkelerini içlerine sindirdiği yıllardı. Birinci Dünya Savaşını ve Kurtuluş Savaşını yaşayarak görenler, vatan istilasının ve tutsaklığın ne olduğunu öğrenmişlerdi. Ve istiklalimize nasıl ve ne pahasına kavuştuğumuzun bilincinde idiler. Herkes sahip çıkmıştı Cumhuriyet Rejimine. Korkulan tek şey, Rusya başta olmak üzere ABD ve Emperyalist Avrupa Devletleri’nin saldırgan emellerine hedef olunması ve Sevr’in yeniden gündeme getirilmesiydi. Türk Halkı birlik ve beraberlik içindeydi bizim çocukluk yıllarımızda. Güçlüydü.
O gündür, bu gündür bu duygularımızla yaşamakta devam ediyoruz bizler. Ve bundan da mutluyuz. Cumhuriyetimizin temel ilkelerine, Atatürk İlke ve Devrimlerine olan bağlılığımızı sürdürmekteyiz. Onları koruyacağımıza ve savunacağımıza yemin ettik. Geri dönüşümüz asla olmayacaktır. İşte bizim kuşağın, çocukluk yıllarından beri süregelen inançları, duyguları ve yaşam öykülerinden kısa bir örnek.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.