- 591 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HINZIR
Memleketim çok soğuktur. Akdeniz ikliminin karakışını yaşar. Poyraz bütün haşmetiyle kasıp kavurarak esiyor. Kuru soğuk insanın yüzünü yakarak yalıyor. Soğuğun yakması da farklı bir yakış. İnsan ne yapacağını şaşırıyor. Bereket versin uzaktaki arkadaşın evine gitmeyeceğim. Kar yeni yağdı. Poyrazın çıkmasıyla her yer buz kesmiş. Sokak lambalarının ışıkları karlar üzerine vurmuş. Kimi sarı, kimi beyaz parlıyor. Karlar üzerine bastıkça henüz tam buz tutmamış yerler kart kurt ses çıkarıyor. Gözlerimi açık bırakıp her tarafımı örten kar maskesini başıma geçirmiştim. Eğer yapmasaydım mahvolmuştum. Ellerimi cebime sokmadım. Zira her zaman kayıp düşebilirdim. İnsan eli cebinde düştüğü zaman çok kötü oluyor. Sanki çam yarması gibi pat diye boylu boyunca yerde yapışıyor. Elim ceplerimde bir ara düşmüştüm. İyi hatırlıyorum. Bereket hiçbir yerimi kırmadım. Boş bulunmak çok kötü bir şeydir. Eller cepte değilken insana dengesini sağlamaya yarıyor. Özellikle kollarımı biraz havalandırarak yürüyorum. Düşüp de bir yerimi asla kırmak istemiyordum. Ağzımdan, burnumdan çıkan nefesimin buharı yüzüme çarpıyor. Sıcak nefes yüzümde soğuk nem tabakası oluşturuyor. Gözlerim lamba ışıklarıyla parlayan kar rengiyle kamaşıyor. Güneş olsaydı gözleri kırpmadan yürümem mümkün olmazdı. Gece biraz daha göz kamaşması az.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra beş kişinin bir araya gelmesi yasaktı. Sağcı, solcu, radikal, muhafazakâr Müslümanlar, neredeyse hemen hepsi, bir araya gelmeye korkuyordu. Hatta öyle ki, bazı arkadaşlar yolda selam bile vermez olmuşlardı. Emniyet müdürlüğünün siyasi şube bölümünün sivil polisleri, mit görevlileri şüphelendikleri hemen herkesi takip ediyor. Bazı insanları tehdit ederek, bazılarını vatan millet sakarya hesabına, ülkesine hizmet için, arkadaşları hakkında bilgi vermeye zorluyorlardı. Memurlar diken üzerindeydi. Kendilerine devlete kesin itaat edeceklerine dair yemin ettirilmiş. Sürekli gözaltında tutuluyorlardı. Kimin kimi şikâyet edeceği belli değildi. Her an herkes, herkes tarafından gammazlanabilirdi. Özellikle öğretmenlerin konuşmaları mercek altındaydı. Liselerdeki Milli Güvenlik derslerine gönderilen subaylar, sanki darbenin temsilcisi gibi hareket ediyorlardı. Onların okullarda bulunması bile okul idareleri, öğretmen ve öğrenciler üzerinde büyük etki yaratıyor. İnsanlar kendilerinin baskı altında tutulduklarına inanıyorlardı. Okul yöneticileri milli güvenlik dersleri için gelen subayları göz ardı edemezlerdi. İntikam her zaman soğuk yenen bir yemektir. İntikam uğruna işine gelmeyen insanları siyasi polise veya mite şikâyet edenler tahmin ediliyor ama açıkça tespit edilemiyordu. O nedenle insanlar birbirlerine şüpheyle bakıyor. Mümkün olduğu kadar mesafeler koyuyor. Eskisi gibi samimi olmak istemiyorlardı. Korku imparatorluğu iş başındaydı. Özgürlüklerin, bilimin, bilginin hakim kılındığı iddia edilen cumhuriyet devri, istibdat devirlerinden daha beter hale getirilmişti. Böyle olmasına rağmen, hala cumhuriyet öncesi dönemdeki baskılardan söz ederek cumhuriyetin faziletlerinden söz edecek ikiyüzlülükler sergileniyor. İnsanlar önü alınmaz hayali masallarla kandırılmaya çalışılıyordu.
Sokağımızdan ana caddeye çıktığımda yolun tehlikeli olduğunu gördüm. Her taraf cam gibi buzdu. Arabalar, insanlar çok yavaş ilerliyordu. Gündüz geçen arabalar karları iyice yola yapıştırmış. Yolların bazı yerlerinde asfaltlar görünüyordu. Asfalt üzerinde eriyen karların sularını kuru soğuk buza çevirmiş. En ufak bir yanlış harekette buz üzerindeki her şey jilet gibi kayıyordu. Kollarımı denge aracı yaparak mümkün olduğu kadar az buzlu yerleri bularak yürümeye çalıştım. Ara sokaklar daha iyiydi. Zira ara sokaklardaki karlar henüz erimemişti. Karların buzlaşması, suyun buzlaşmasından daha az tehlikeliydi. Hiç olmazsa karlar buzlaşsa da kaymıyorlardı. En azından basınca ya sertçe duruyor, ya da kart kurt ederek kırılıyorlardı. Hemen ara sokaklara girerek arkadaşımın evine doğru yürümeye başladım. Gerçi biraz uzatacaktım ama olsun. Bugün buluşacağımız arkadaşın evi şehrin merkezindeydi. Her şeye rağmen beş arkadaş bir araya gelerek kuran okumaları yapıyorduk. Darbeciler sert bir şekilde, her türlü siyasi, dini çalışmaları yasaklamışlarsa da, inat yapıyorduk. Kimileri korkup evlerine tıkılırken, bir araya gelip kültürümüzü geliştirmek istiyorduk. Evine gideceğim arkadaş, Ali, uzaktan gelecek olan Mahmut, iki kardeş olan Hüseyin ve Selim, birlikte beş kişiydik. Beş arkadaş, çok önemli bir şey olmadığı müddetçe her hafta birimizin evinde toplanıyor. Kuranın mealini okuyor. Merak ettiğimiz, derinleştirmek istediğimiz bölümlerde, ayetleri anlamak için kuran açıklamaları içeren tefsirlere başvuruyorduk. Hepimizin evinde yeterli kitap vardı.
Uzaktan gelen arkadaş Mahmut devlet dairesinde çalışıyordu. İri yarı, 1,90 boylarında, yüz kiloya yakındı. Görünüşü pehlivan gibiydi. İnsanın elini sıkarken veya kucaklaşırken gücünü ortaya çıkarıyordu. Evine gideceğimiz Ali ise, orta boylu, hafif sarışın, buğday tenli, güler yüzlü bir arkadaştı. Çok kibardı. Kardeşlerden büyüğü Hüseyin, ticaret insanıydı. Kendilerine ait özel işyeri vardı. 1,85 boylarında kiloluydu. Gençliğinde spor yapmış. Vücut yapısı atletikti. Kardeşi Selim ise, kendi halinde içe kapanık, sessiz biriydi. Benim gibi zayıftı. Esmer, uzun boyuyla dal gibi görünüyor. Abisiyle ortak çalışıyordu. Özel işim dolayısıyla, gündüz vakitlerinde bolca görüşebiliyorduk. Kuran okumalarımız bütün zorluklara rağmen aksamadan devam ediyordu. Gerçekten arkadaşlarım harika insanlardı. Ne olursa olsun sözlerinde duruyorlardı. Zaten toplanmamıza ciddi engel varsa gündüzden birbirimizi haberdar ediyorduk.
Çeşitli düşünceler ile arkadaşın kapısındaydım. İşte apartmanın önündeydim. Kapısına doğru yürürken girdiğim iki apartman arasında rüzgâr yoktu. Rüzgârın kesilmesiyle birden bire hava ılıklaşmıştı. Sanki hava ısınmıştı. Kapının ziline bastım. Otomatiğin zili çaldı. Kapıdan girer girmez, hamama girmiş gibi oldum. Yüzüme harika bir sıcaklık çarptı. Belli ki kalorifer iyi yanıyordu. Hızlıca merdivenleri çıkmaya başladım. Üçüncü kattaki dairesinin kapısını açan arkadaş beni bekliyordu. Of içerisi harika, soğuktan gelen insan için mükemmeldi.
- Selamünaleyküm
- Aleykümselâm gir.
- Gelen oldu mu?
- Evet, Mahmut geldi.
- Hüseyin ve Selim gelmedi yani.
- Evet, onlar henüz gelmediler.
Hüseyin ile Selim, esnaf oldukları için işyerlerini geç kapatıyorlardı. Memurlar gibi belirli saatte çıkışları yoktu. O nedenle toplantılara geç geliyorlardı. Ama geçen ay hepimizden önce gelerek şaşırtmışlardı. Kış günleri geç kalmak sorun değildi. Okumak için bolca zamanımız oluyordu. Yazın geç kalmak sorun oluyordu. Zira akşam zaten 21:00 gibi oluyordu. İşyerini kapatıyoruz. Yemek yiyoruz. Geliyoruz derken, saat 22:30 falan oluyordu. Böylece okumaya pek vakit kalmıyordu. İçeriye girince beni Mahmut ayakta karşılaştı. Yine her zamanki gibi sıkıca kucakladı. Selamlaşıp kucaklaştıktan sonra koltuğa oturdum. Ali,
— Soğuk diye çayı hazır ettim. Hemen bir çay koyuyorum.
— Evet, koy, nasılsa bolca demlemişsindir.
— Evet, koca bir kazan demledim sanki.
Bunu söylerken gülüyordu. Mutfağa doğru gitti. Biraz sonra elinde sıcak çayla gelmişti. Şekerini koyup karıştırıp bir yudum çektim. “Oh sıcacık, çok iyi geldi”. Ali ve Mahmut’la Oradan buradan konuşmaya başlamıştık. Ali geçen sene evlenmiş, yeni bebekleri olmuştu. Sürekli bebeklerinden söz ediyordu. Çocuklara düşkün birinin bebeği olması, hem de erkek için oğlan olması çok önemliydi. Ali çocuk düşkünü olarak, konuşmalarının çoğunu bebeğine ayırıyordu. İşinden gücünden sormasam sanki hiç söz etmeyecekti. Sorduğumda da, iyi deyip geçiştirdi. Kapının zili çaldı. Gelenler kardeşlerdi. Hüseyin ve Selim gelince kadro tamamlandı. Artık beşi bulmuştuk. Selamlaştık, kucaklaştık. Ali hemen çayları getirdi. Bolca kuran okuyabilmek için, çay dışında her türlü ikramı kaldırmıştık. Ama arkadaşlar yasakları deliyordu. Delme gerekçesi olarak “ zaten haftada bir defa buluşuyoruz. Ne olacak? Hem sohbet ederiz. Hem de yeriz diyorlardı” Tabi işin gerçeği buydu. Sadece okumak iyi bir şey değildi. Bir araya gelip sohbet etmeyince, toplanmanın tadı olmazdı. Zaten okuyup geçmek işimiz değildi. Okuduklarımız üzerinde bolca fikir alış verişi yapmak okuma amaçlarımızdandı.
Kapının zili çaldı. Gelen Ali’nin babası Nuri amcaydı. Nuri amca hoş sohbet, neşeli bir insandı. Güngörmüş tavırlarıyla insanda pozitif duygular oluşturuyordu. Onunla birlikte olmak, sohbet etmek güzeldi. İçeri girer girmez, “selamünaleyküm çocuklar” dedi. “Aleykümselâm, iyi ki geldin Nuri amca” dedik.
Nuri Amca Karadeniz insanıydı. Karadeniz insanının bütün sıcaklığını taşıyordu. Yaklaşık yirmi yıl önce şehrimize gelmişti. Kendine güzel bir iş kurmuş. Artık hemşerimiz olmuştu. Sekiz katlı ev yaprak yurdunu perçinlemiş. Çocuklarını okutmuş. İşini bitirmişti. Artık emekliliğin tadını çıkarıyordu. Siyasi görüş olarak Erbakan’ı tutardı. Dine düşkün bir insandı. Arkadaşlarının çoğunluğu dindar insanlardan oluşuyordu. Bir ara Ali’den duymuştum. Nuri amca da kendi arkadaşlarıyla toplanıyordu. Toplandıkları arkadaşları Erbakan’ı seviyor. Milli Selamet Partisine oy veriyordu. Ancak Nuri amca, ortada çok görünen partililerden değildi. Sadece parti meselesi açılınca taraf olurdu. Öyle her fırsatta parti propagandası yapmazdı. Hani bazıları vardır. Konuşmalarının tamamı parti üzerinedir. Onlar gibi değildi. Dini konulara pek fazla girmez, kendini peşinen cahil kabul ederdi. Daha çok dinlemeyi severdi. Nuri amcayı çok eskilerden tanırdım. Hatta oğluyla beni tanıştıran oydu. Aramızda güçlü bir saygı sevgi vardı. Her ne olursa olsun, oğluyla benim arkadaşlığıma güven duyardı. Ancak oğluyla kuran okuma çalışmaları yapmaya başladığımızda, bazı arkadaşları ona, “senin oğlan sapıklarla arkadaş olmuş” dediklerinde baya bozulmuş. Beni tanıyor. Diğer arkadaşları tanıyor. Onlara inanmamış, hatta onlara “ben onları biliyorum, siz yanlış biliyorsunuz” demiş. Ama Ali’ye de sizin hakkınızda böyle diyorlar diyerek merakını gidermek istemiş. Belki bugünde bunun için gelmiştir. Belli olmaz ki. Doğru dürüst insanlar mıyız? Yoksa sapık mıyız? Kendi gözleriyle görmek istemiştir. Her şeyin karıştığı, karıştırıldığı böyle zamanlarda insanlar tatmin olmak istiyorlar. Bundan daha doğal bir şey yok ki.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra, İslam üzerinde araştırmalarımızı yapmak, dini iyice öğrenmek için yola çıkmıştık. Artık eskisi gibi, partili olanlarla fazla ilişki kurmuyorduk. Hatta onların sohbetlerine, söylemlerine katılmıyorduk. Kendimize ideal olarak sadece İslam’ı öğrenip iyi bir Müslüman olmayı seçmiştik. İçinde yaşadığımız toplumun, siyasi yapısı, durumu bizi şimdilik fazla ilgilendirmiyordu. Darbe yapanlar yeni anayasa çalışmaları yapıyorlardı. İnsanlar özel söylemlerinde yeni yapılan anayasaya “darbe anayasası” diyorlardı. Bu söylemi açıkça ifade edemiyorlardı. Görünüşe bakılırsa hemen herkes hayır diyecekti. Ama ben biliyordum. Aynı şey 1960 darbesinden sonra da olmuştu. İnsanlar hep aleyhinde konuştu. Sonra gidip evet dedi. Büyük ihtimalle yine insanlar çoğunlukla evet diyeceklerdi. Oy verme zamanı gelince fikirler değişirdi. Oy verme nedenleri, “bunlara evet demezsek başımızdan hiç gitmezler” mantığıydı. Sanki “lanet olsun, verelim istedikleri oyu da, çekip gitsinler” demek için oy verecekler, evet diyeceklerdi. İhtilal öncesinde milli selamet partisine oy verirdik. İhtilalden sonra, artık partilerin bir işe yaramadığına inanmaya başladık. Siyasi mücadele adına verilen her gayret, iki dudak arasında kalıyor. Öttürülen düdüklerle işi bitiriliyordu. Darbeciler “kapattık” dediklerinde, partilerin, insanlık adına, inançları adına, söyledikleri her şey çöpe atılıyordu. “Kapattık” ne büyük sözdü. Patilerin koskoca liderleri, bir zamanlar meydanlarda mangal yürekleriyle her şeye meydan okuyanlar, iki dudak arasından çıkan “kapattık” sözüyle susturuluyor. Güya koruma adıyla tutuklanıyorlardı. Bütün bunları yaşadıktan sonra, parti yoluyla mücadele verme inancımız kaybolmuştu. Her şey gözümüzün önünde olmuştu. Ülkenin siyasi parti liderleri sorgusuz sualsiz askerler tarafından tutuklandı. Güya ülkeye kesin egemen olan tek güç olan meclis iki dudak arasından çıkan “kapattık” sözüyle koskoca bir hiç sayıldı. Bunu yapan askerler, meclis üyeleri için, bunlar halkın temsilcisi, dokunulmazlıkları var demediler. Ülkenin savcıları, yargıçları ses çıkarmadılar. Ülkenin hiç bir savcısı, darbe yapanları, “darbe yapmaktan” dolayı suçlayamadı. Ülkenin yasalarını koruyacaklar, yasalarına göre hareket edecekler suspus olmuş, sanki hayat durmuştu. Türkiye Cumhuriyetinde özgürlüklerin mabedi sayılan üniversiteler darbecileri alkışlamanın yarışına girmişlerdi. Konuşurken mangalda kül bırakmayan profesörler darbecilerin arkasında el pençe divan duruyorlardı. Birileri ülkenin tepesine geçti istedikleri gibi hareket ediyordu. Anayasayı rafa kaldırıp kendi istedikleri yönde anayasa yapıyor. Halka sunup kendi darbelerini tasdik ettirmek istiyorlardı. Emniyet güçleri, mit, darbecilerden yana olmuş, ülke içinde darbe karşıtlarını yakalamayı görev edinmişlerdi. Ülkenin bu görüntüsü, duygularımızda, yasalara, yasa uygulayıcılarına, partilere güvenimizi bırakmamıştı. Üniversitelere, profesörlere, öğretim görevlilerine inancımızı bırakmadı. Artık yasalara göre hareket etmenin bir anlamı mı vardı? Bu söylemlerle yola çıkarak parti kurmanın ne faydası vardı ki? İstemeyen iki dudak, “kapattım” diyor. Bütün çabaları sıfırlıyordu. Ülkenin medyası, aydınları kim güçlüyse ondan yana oluyor. İkiyüzlü, riyakâr biçimde darbecilere yağ çekiyorlardı. Onun için tamamen partilerden, parti yoluyla fikir mücadelesi vermekten uzak kalmayı düşünüyordum. Bu duyguları eski arkadaşlarımla paylaştığımda, ya sapık ya da korkak ilan ediyorlardı. Bazıları parti kurma izni verildiğinde hemen partileşmek için şimdiden kolları sıvamışlardı. Hatta kurulacak partilerin adları bile belli olmuştu. Artık bu tür düşüncelerle, hareketlerle işimiz yoktu. Böyle düşünenlere, “ben kuran okuyarak dini iyice anlayıp, ona göre hareket edeceğim. Artık partilerle işim yok” dediğimde, dediğimizde meal okumamız bahane edilerek sapık ilan ediliyorduk. Onlara göre, meal okuyarak dini gereğince öğrenemezdik. Mutlaka, ya bir tarikat şeyhine, ya da bir hocaya tabi olmalıydık. Değilse meal okuyarak sapıtırdık. Yanlış hükümler verirdik. Onlara “sanki tarikat şeyhleriniz, hocalarınız tam doğru hüküm veriyor da, bizi sapıklıktan mı kurtaracaklar?” diye sorduğumuzda, hemen üzerimize yürüyüp, “siz nasıl şeyhlere, hocalara, imamlara dil uzatıyor, saygısızlık ediyorsunuz” diyorlardı. Hâlbuki biz bu sözlerle ne dil uzatıyor, ne de saygısızlık ediyorduk. Aksine, kuran okuyarak inanan insanların asla sapıtmayacağını söylemek istiyorduk. Her insan anasından cahil doğdu. Şeyhler de, hocalar da, imamlar da, bizim gibi cahil doğdular. Sonra emek vererek bilgi edindiler. Kültürlerini geliştirdiler. Böyle yapmaya bizim hakkımız yok muydu? Elbette vardı. Ama onların söylemleri bu hakkımızı elimizden alıyordu. Almak istiyordu. İlke olarak buna karşıydık. Artık böyle söylemlere önem vermiyorduk. Yaşlarımız ilerlemiş, kültürümüz belirli seviyeye gelmişti. Yaptığımız araştırmalar, okuduğumuz kitaplar, onların üstün gördüklerinden çok fazlaydı. Çocukluktan beri Allah yolunda ki mücadelemiz ortadaydı. Biz Allah’ın yolunda yürüdükçe, niçin, neden, sapıtalım ki. Sapıtmak gayri samimi insanlara ait bir özellikti. Şeytan samimi olanları kandıramazdı. Samimiyet imana, samimiyetsizlik şeytana özgü bir durumdu. Şeytanla insan arasındaki en büyük engel samimiyetti. Allah ile insan arasındaki en büyük engel samimiyetsizlik, ikiyüzlülüktü. Edindiğimiz kültürle, okuduğumuz kitaplarla, yapacağımız araştırmalarla, inançtan doğan samimiyetimizle Allah’ın sözlerini anlayacak kapasitemiz vardı. Umuyorduk ki Allah, kendisine yaklaştıkça, ilmimizi artıracak, irfanımızı güçlendirecek, idrakimizi sağlayacaktı. Allah hiçbir zaman samimiyetle kendisine yönelen kullarını yarı yolda bırakmazdı. Kaldı ki, meal okuyarak tam bilgi edinemediğimiz, anlayamadığımız kısımları tefsirlerden okuyabilirdik. Çaresizlik içinde değildik. Zaten her zaman böyle yapıyorduk. Bir insana tabi olmaktansa, birçok insanı okumak, birçok insanın bilgisinden yararlanmak en güzeliydi. Sorgusuz sualsiz bir insanın görüşlerine, yoluna tabi olmak, inanan insanların yolu olamazdı. Bu düşüncelerimizi paylaştığımızda sapık ilan ediliyorduk. Artık kim sapık, kim değil Rabbim tayin edecekti. Nasılsa bir gün bu dünyadan hesaba gideceğiz. Hesap günü, gerçek sapıtanlar, gerçek iman edenler meydana çıkmayacak mıydı?
Nuri Amca, oğlu Ali’nin oturduğu katın üzerinde oturuyordu. Evlerinde sadece bir kiracı vardı. Diğer bütün katlarda çocukları oturuyordu. Bizim kuran okuma çalışmalarımıza katılmazdı. Ama bugün gelmişti. Onun için içeri girer girmez. Selamlaşmadan sonra,
- Çocuklar beni de aranıza bugün kabul eder misiniz? Dedi. Ben,
- Ne demek Nuri amca, elbette kabul ederiz.
- Yani toplantınız özel değil yani
- Nuri amca olur mu öyle şey? Allah’ın kitabını okuyoruz. Allah’ın kitabı kuranı okumak niye özel olsun ki? Allah kitabını bütün insanlığa göndermedi mi?
- Elbette bütün insanlığa gönderdi.
- Öyleyse, herkes bu okumalara katılabilir. Biz sadece beş kişiden fazla bir araya gelmeler yasak diye beş kişi okuyoruz.
- O zaman ben fazlayım. Benimle altı kişi olduk.
- Olsun Nuri amca sen ev sahibi sayılırsın.
- Aslında bende arkadaşların toplantısına gidecektim. Ama hava çok kötü olduğu için çıkmaya cesaret edemedim. Sizin gibi genç değilim.
Mahmut araya girerek,
- Ne demek Nuri amca, sen bize taş çıkartırsın. Sen eski topraksın.
- Yok, yok öyle değil. İnsan yaşlandığını hissedince kabul etmeli. Değilse hayatı zindan olur. Kendimi biliyorum. Delikanlılık etmeye gerek yok.
- Sen iyisini bilirsin Nuri amca.
Ali araya girerek,
- Arkadaşlar çayı içip öyle başlasak olmaz mı?
“Olur tabi, niye olmasın ki?” İçerisi sıcaktı. Dışımız ısınmıştı. Çayla içimizi de ısıtmak iyi olurdu.
Hüseyin benden iki yaş küçüktü. Kardeşi Selim ise daha küçüktü. Henüz 22 yaşlarında bir delikanlıydı. Nuri amcadan sonra aramızda yaşı en büyük Mahmut’tu. Mahmut 34 yaşlarında, benden iki yaş büyüktü. Ali 27 yaşındaydı. Aşağı yukarı hepimiz akran sayılırdık. Bazı toplantılarda olduğu gibi, aramızda çok yaş farkı yoktu. O nedenle kuran okumalarımız çok verimli geçiyordu. Bugün nasıl olur? Bilmiyordum. Nuri amca bizden haylice büyüktü. Bizim ayetler üzerindeki yapacağımız fikir alış verişine sıcak bakmayabilirdi. Nuri amca var diye Kuran mealini okumayı iptal edemezdik. O zaman yanlış yorumlardı. Sanki arkadaşlarından duyduğu olumsuzluğu kabul etmiş olurduk. Şöyle diyebilirdi. “Arkadaşlar haklıymış, benimle kuran okumadılar. Demek ki, gizli şeyler konuşuyorlar” Hâlbuki gizlenecek hiçbir şeyimiz yoktu. Aslanlar gibi Allah’ın kitabını anlamak için Türkçe mealini okuyor. Yetemediğimiz yerlerde tefsirlere bakıyorduk. Hala anlamadıysak, sözüne, bilgisine güvenilir bildiğimiz kişilerin bilgilerine müracaat ediyorduk. Bizim tek derdimiz, kişilere, kurumlara bağlı kalmamaktı. Zira gönülden Allah’a bağlıydık. Çünkü insanın bağlanacağı tek makamın Allah olduğuna inanıyorduk. Allah ile kulunun arasına kimse giremezdi. Biz kulduk. Allah ile aramıza kulları sokamazdık. Kuranı anlayarak Allah’ı, dinini öğrenmek tek gayemizdi. Onun için kuranı anlamak, Allah’ın ne gönderdiğini anlamak niye suç olsun? Neden sapıklık olsun? Diye düşünüyorduk. Asıl anlamayı suç görenlerin yaptığı suçtu. Asıl sapıklık Allah ile kul arasına kulları sokmak diye inanıyorduk. Bizim gizleyeceğimiz, utanacağımız hiç bir şey yoktu. Bu nedenle malayani şeylerden söz etmiyor. Hikâyelerle, menkıbelerle uğraşmıyorduk. Ne şeyhleri uçuruyor. Ne aklımızı kaçırıyor. Ne de insanları överek vakit geçiriyorduk. Yaptığımız tek şey, Müslüman olarak Allah’ın ne dediğini anlamaktı. Uçanlarla, kaçanlarla işimiz yoktu.
Oturduğumuz salon hafif şarabi rengiyle harika görünüyordu. Koltuklar çok rahat. Ali yeni evlendiği için, her şey gıcır gıcırdı. Salondaki avizenin beş lambası da yanıyordu. Sanki ortalığın aydınlığı, gün aydınlığından daha fazlaydı. Yaklaşık beşer çay içmiştik. Artık okuma zamanı gelmişti. Ali’ye, kuran mealini getirmesini söyledim. Ali meali getirince bana verdi. Meal okumalarını genelde ben yapıyordum. Diğer arkadaşlar benim okumamın daha iyi olduğunu söyleyerek, kendileri okumak istemiyorlardı. Gerçi bazı günler sırayla okutturuyordum. Ama genelde okuma bana kalıyordu. Nuri amca kuran mealini görünce,
- Kuran meali mi okuyorsunuz?
- Evet
- Mealden kuran anlaşılır mı?
- Anlamaya çalışıyoruz Nuri amca.
- Bildiğim kadarıyla hiç birinizin Arapçası yok.
- Evet yok. Olan da çat pat.
- Bir hocanın nezaretinde okusanız olmaz mı?
- Nuri amca şimdilik böyle yapıyoruz. Bulursak hocanın nezaretinde de okuruz inşallah.
- Ya yanlış yapar sapıtırsanız.
- Hiç sorma Nuri amca, zaten birçoğu sapık ilan ettiler.
- Duydum. Ama iyi çocuklar diye size kefil oldum.
- Sağ olasın Nuri amca, Müslüman Müslüman’ın dostu, kefilidir zaten. Teşekkür ederiz.
- Ama bilin ki, çokları sizin hakkınızda iyi düşünmüyor.
- Evet biliyoruz. Onların dediklerine bakarsak hiçbir şey yapamayız.
- Bence Kuran meali okumayın.
- Ne okuyalım?
- Bir hocanın kitabını okuyun.
- İnşallah Nuri amca, onu da yaparız.
Nuri amcanın aramızda bulunma nedeni belli olmuştu. Bize duydukları kapsamında nasihat etmekti. Şimdi Nuri amcaya, kuran meali okuyarak Allah’ın dediğini anlamaya çalışmanın gerekli olduğunu anlatmamız zordu. Hele Müslüman’ın temel görevinin Allah’ın kitabını anlayarak okuması gerektiği olduğunu anlatmak daha çok zordu. Günümüzde insanlar bilmediği dilden, Arapçadan kuran okuyorlar. Hiçbir şey anlamıyorlardı. Namazlarında, dualarında, anlamadan tekrar ediyorlardı. Hâlbuki Allah Müslüman’ı cahilliği bırakan, ayetleri anlayarak, bilerek, bilinçli olarak yaşayan olarak tarif ediyordu. Muhafazakâr Müslümanlarla bu yönde verdiğimiz mücadeleyi şimdi burada Nuri amcaya vermek olmazdı. Zaten anlatamazdık. Kuranı anlayarak okumanın gerekliliğini, bırakın toplumdaki insanlara, din eğitim görmüş birçok insana da anlatamıyorduk. Kuranı anlayarak okumalıyız. Bunun için meal okuyarak işe başlamalıyız dediğimizde, hemen karşı çıkılıyor. Sen kimsin de, Allah’ın ayetlerini kendi başına okuyarak anlayacaksın diyorlar. Şeyhleri, hocaları, imamları öne sürüyorlardı. Sanki onlara göre, Kuranın Türkçe mealini okuyarak işe başlayıp, kuranı anlamaya çalışmak, şeyhlerle hocalarla, imamlarla aşık atmaktı. Sanki onları kendimizle eşit görmekti. Onlara göre sıradan insan olan bizlerin, onlarla aşık atmamız mümkün değildi. Aslında böyle bir iddiamız yoktu ki. Onlar böyle değerlendiriyordu. Düşünceler beni meşgul ederken, aklıma çok güzel bir fikir geldi. Nuri amcaya,
- Nuri amca, peygamberimizin sünnetidir. Toplantılarda daima söz sahibi büyük olandır. Bugün bile toplantılarda yönetici yaşı büyüklerden seçilir. Sen yokken genelde ben okuyorum. Benden büyük olan Mahmut okumayı pek sevmez. Benim okumamı ister. Şimdi burada en büyük sensin. Onun için, kuran mealini okumak görevi bugün senin.
Nuri amca dayı şaşırmıştı. Hiç böyle şey beklemiyordu. Onun gayesi “kuran meali okuyarak ayetler anlaşılmaz” mantığıyla bize okutmamaktı. Bense ona kuran mealini okutmak istiyordum. Şaşkınlık içinde,
- Ben anlamam.
- Bizde anlamıyoruz Nuri amca. Onun için okuyoruz ya. Anlayalım diye
- Anlayamayız ki.
- Olsun Nuri amca. Nasıl olsa, Arapçasını da okuyarak anlamıyoruz. Ha Türkçe mealini okuyarak, ha Arapçasını okuyarak anlamayalım. Anlamadıktan sonra ne çıkar? Fark yok ki. Biz şimdi Türkçesini anlamayarak okuyalım. Eğer anlamamız devam ederse, o zaman tefsirlerine bakarız.
- Benim okumam iyi değildir.
- Olsun, bizimde iyi değil zaten. Kendi kendimize okuyacağız.
- Ben hiç okumadım ki?
- Her şeyin bir ilki vardır Nuri amca.
Nuri Amca dayı okumamak, bizi okumaktan alıkoymak için ne gerekiyorsa yapmak istiyordu. Hani oynamayı bilmeyen gelin, önce yerim dar, sonra yenim dar dediği gibi, Nuri amca da her türlü bahaneyi uyduruyordu. Bense ısrarlarıma devam ediyordum. Arkadaşlar ne yapmak istediğimi anlamamış, bana garip, garip bakıyorlardı. Onların bakışlarına gülerek cevap verdim. Sanki bakışları, “bu kadar sıkıştırma” diyordu. Ben sıkıştırmıyor, Nuri amcaya bir şeyi göstermek istiyordum. Nihayet Nuri amca baklayı ağzından çıkardı,
- Ben kuran meali okumanızı istemiyorum. Ama illaki okuyalım diyorsanız sen oku.
- Yok Nuri amca
- Bugün sen oku. “Kaldığımız yeri açtım” Bugün Mü’minun suresini okuyacaktık. “Kuran mealini ona uzatarak” işte şurası, hadi oku. Nasılsa abdestin vardır.
- Var ama.
- Aması yok Nuri amca. Okumaktan kaçış yok.
- Yani bugün size katılmamın cezası bu mu?
- A Nuri amca, kuran okumak ceza mı olur? Şereftir.
- Oğlum günah işlemeyelim.
Hepimiz kahkahayı koyuverdik. Hep beraber; “Kuran meali okumak niçin günah olsun? Kim uydurmuş bunu?” dedik. Nuri amca artık kaçışın olmadığını anlamıştı. Bu işten galip çıkmayacağını anladı. Yüzündeki terler, üzerindeki sıkıntı heyecanlandığının belirtileriydi. Karadeniz inadı fayda etmemişti. Her halde kuran meali okumanın kendinde oluşturacağı sıkıntıları düşünüyordu. Günah olduğuna inandığı bir şeyi yapacaktı. Üstelik Nuri Amca da, içten içe, Kuran meali okumanın sapıklık olduğuna inanıyordu. Diğer taraftan arkadaşları ne derdi? Onlara, bizimle Kuran meali okuduğunu söyleyebilir miydi? Aslında bizim toplantımıza katılarak hayatının en büyük hatasını yapmıştı. Gerçeğinde hata olmasa bile, o öyle değerlendiriyordu. Ama bilmediği, bilemeyeceği bir şey vardı. Belki de toplantımıza katılmak onun için bir dönüm noktası olabilirdi. Toplumdan edindiği kültürün olumsuz duvarları yıkılabilirdi. Uzun yıllardır, siyasetçiler, medreseler, tarikatlar, mezhepler, insanları kurandan uzaklaştırmak için uğraşmışlardı. Nuri amcanın tedirginliğini anlamak mümkündü. Zaten hep cahildik. Bir şeyler biliyor diye inandıklarımız bizi kurana yaklaştırma yerine, kurandan uzak tutmaya çalışıyordu. Hemen hepimiz, hayatımızın bir köşesinde insanları kurandan uzaklaştırmaya çalışan grupların, cemaatlerin toplantılarına katılmışızdır. Onların kendilerine göre haklı buldukları mantıklarını dinledik. Ama artık bugün onlara inancımız kalmamıştı. Nuri amca da böyle bir değişim yaşayabilirdi. Israrımdan asla dönmeyecektim. Ya okuyacak ya da kızıp gidecekti. Yani ya herro, ya da merroydu. Nuri amca başına gelenden kurtuluş olmadığını anlamış olacak ki, kanatlarını yere indirdi. Sanki pes etmişti. Bizi bırakıp gitmeye de gönlü razı olamazdı. Karadeniz inadı asla bırakıp gitmek gibi bir eylemi ona yaptırmazdı. Belki okumaya başlayıp okuyamayacağını göstermek, belki de artık isteklerimize dayanamayarak;
- Peki okuyayım. Ama bilin ki ben pek beceremem
- Olsun Nuri amca.
- Yanlış yaparsam düzeltin ha…
Diye ikaz edince, hepimiz gülüştük. El birlik “tamam” dedik. Nuri amca hayatında ilk defa yapacağı bir şeyin telaşı, heyecanı içinde kuran mealini eline aldı.
“Bismillahirrahmanirrahim”
Sesi titriyor. Ne yapacağını bilemiyordu. Çaresiz okuyacaktı. Besmeleyi de çekmişti. Okumaya devam ederek.
“Mü’minun suresi
Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla
1. Kurtuluşa eren o müminler
2. Onlar namazlarına saygılıdırlar
3. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler.
4. “
- Nuri amca, ayetlerin numaralarını okumasan da olur. Direkt ayetleri oku.
- Tamam
“Onlar zekâtlarını verirler. Ve onlar namuslarını korurlar.”
Nuri amcanın titreyen sesi gitti, okuyuşu düzeldi. Okuma sırasında noktalama vurguları, ayetlerin akışındaki, anlamındaki önem vurguları öne çıkmaya başladı. Ben onu daha önce okurken görmemiştim. Gerçekten çok güzel okuyordu. Arkadaşlar benim okumamdan daha çok onun okumasını dikkatle izliyorlardı. Onlar ne de olsa benim okumama alışkınlardı.
“Eşlerine yahut yanlarında çalıştırdığı nikâhladıklarına karşı helal olarak davranırlar. Müminlerin nikâhladığı kadınlarla ilişki kurması asla kınanmaz. Müminlerin nikâhladığı kadınlar onların helalleridir.”
Nuri amca, ayetin burasında, açıklamaya başladı. “Çocuklar o zamanlar birden fazla evlilik vardı. Birde evlerde cariyeler vardı. Cariyelerden evli olmayanlardan bazılarına evin erkekleri nikâh yapar, kadınları arasına alırdı. Allah burada bunu söylüyor. Allah Müminlerin nikâhladığı kadınların dışındaki kadınlarla, kadın erkek ilişkisi kurmayı yasaklıyor. Mümin erkeklerin namusuna sahip çıkmalarının gerektiğini söylüyor.” Okumaya devam ederek,
“Ama bunun ötesine giderek nikâhlamadığı kadınlarla ilişki kuranlar olursa işte onlar haddi aşıp yasakları çiğneyenlerdir”
Nuri amca iyice kendini kaptırmıştı. Ayetin içeriğinden heyecanlandığı belliydi. Bize dönerek,
“Çocuklar Allah’ın yasaklarını çiğnemek çok büyük günahtır. Toplumun temeli ailedir. Aile ilişkileri nikâhlı ilişkilere dayalıdır. Eskiden birden fazla kadınla evlenebiliyorduk. Bugün tek kadınla nikâhlanıyoruz. Gerçi bazı Müslümanlar kaçak evlilikler yapıyor. Bir hanımla nikâhlı, diğer hanımlarıyla imam nikâhlı olarak evlilik sürdürüyorlar. Siz, siz olun böyle şeylere tevessül etmeyin. Asla nikâhsız kadınlarla ilişki kurmayın. Bu zinadır. Allah katında en büyük suçtur” Onun konuşmasını “öyle, öyle diye tasdik ettik” “Bakın bugün kimin eli kimin cebinde belli değil. Nikâhsız kadın erkek ilişkisi modernlik olarak gösteriliyor. Toplumda nikâhsız ilişki kuranlar çoğaldı. Gazeteler, televizyonlar bu tür ilişkileri çağdaş olarak gösteriyor. Bu ilişkilerden dolayı birçok çocuk babasız doğuyor. Böyle giderse toplum büyük bir felakete uğrar. Geçmişte Allah’ın yasalarını çiğneyen toplumlara büyük felaketler geldi. Gerçi bugün insanlar başlarına gelen felaketleri görmezden geliyorlar. Ama bir şey var ki, Allah’ın yasakları toplumların temelidir. Toplumlar bu temele uymazsa çürük binalara benzerler. En ufak bir sarsıntıda yıkılır giderler” “Haklısın Nuri Amca” dedik. Nuri amca okumaya devam etti.
“Ve o müminler emanetlerine ve yaptıkları akitlere riayet ederler. Namazlarını kılarlar. İşte cennete girecekler onlardır”
Bu ayet Nuri amcayı derinden yakalamıştı. Belki hocalardan birçok şey duymuştu. Ama bugün Allah’ın sözlerini direkt okuyordu. Yüzünden, tavrından müthiş heyecanlandığını görüyorduk. İlk defa kuran mealini okuduğum anı hatırladım. Aynı şekilde heyecanlanmıştım. Öyle bir şey ki, kendin gibi insan olmayan, her şeyi yaratmış, her şeyin hâkimi olandan gelen bir şeyi okuyordunuz. Sözün sahibi herhangi bir kul değildi. Okuduklarımız herhangi bir kulun sözleri değildi. Allah’ın sözleriydi. Siz onu ilk elden okuyordunuz. Arada kimse yoktu. Allah namaz kılanlar, dediğinde, kendisi için önemli olanı anlıyordunuz. Allah akitlerine riayet edenler deyince, verilen sözlere riayetin ne derecede önemli olduğunu anlıyordunuz. Nuri amca, tamamen kendini kaptırmıştı.
“Çocuklar, günümüzün hastalığını bu ayetler anlatıyor. Yıllarca ticaret yaptım. Yılarca insanlar içindeyim. İçinde yaşadığım toplum Müslüman. Müslümanlar gerçekten Allah’ın dediği gibi, emanetlerine riayet edip ihanet etmeseler, verdikleri sözleri hep yerine getirseler. Toplum bu kadar bozuk olmazdı. Bugün güven kalmadı. Neredeyse hiç kimse, kimseye güvenmiyor İnsanlar verdikleri sözleri yerine getirmiyor. Ticaret yapıyorsun, adam sana borcunu şu tarihte ödeyeceğim diyor. Sende adamın sözüne göre hesaplar yapıyorsun. Ama ödeme gününde adam yok ortada. Eskiden insanlar arasında senet bile yoktu. İnsanın ağzından çıkan sözler senetti. İnsanın sözü, ardı, namustu. Arlı insan sözünü yerine getirmediğinde, başının öne eğildiğini düşünerek yerin dibine girerdi. Şimdi böyle mi? İnsanlar sanki sözlerini yerine getirmemek için yarışıyorlar. Senet vermiş. Çek vermiş hiç önemli değil. İnsanın ağzından çıkan yalan, artık eskisi gibi kendini sokmuyor. Aksine insanı, insanlığı sokuyor. İnsanlık gittikçe ölüyor. Bakın Allah yıllar önce, insan arasındaki güvenin temelini nasıl açıklamış. Onlar emanetlerine ihanet etmezler. Sözlerinde dururlar. Bunlar insanların kalbine giden kapıyı açan anahtarlardır. İnsan bu anahtarlarla insanların kalplerinin kapılarını açarak girerler. Aralarında güven oluşur. Peki güven ortadan kalkınca ne olur? İşte olanlar. Hiçbir şeyin tadı tuzu yok. İnsan alın terinin karşılığını alamıyor. İnsanlar borçlarını ödememenin yarışındalar. Mahkemeler icra davalarıyla dolu. Alacağını tahsil etmek için gittiğin dairelerde sıra çok. Bir tek cümle, insanlığın anahtarı, emanetlere ihanet etmemek… Verilen sözleri yerine getirmek… Ne kadar önemli değil mi?” “Evet Nuri amca”,
Nuri amca, hayatından örnekler vererek ayetin önemini vurguluyor. Ayetin anlamını açıklamaya çalışıyordu. Camide vaaz veren hocalardan daha iyi tespitleri vardı. Zira o hayatın içinden, gerçek örnekler veriyordu. Anlatırken ona bakıyor, gülümsüyordum. Benim gülümsediğimi görünce,
- Ula hınzır, gülersin değil mi? Bana meal okuyarak Allah’ın ayetlerini anlayabileceğimi açıklayacağına, okutturuyor, açıklattırıyorsun değil mi? Seni gidi hınzır seni. Sen çok kurnazsın. Bana tuzak kurdun değil mi? Dedi.
- Yok Nuri amca. Sana niye böyle bir tuzak kurayım?
- Yok, yok. Ben dersimi aldım. Artık kimseye Türkçe meal okumayın demem. Bundan sonra bende fırsat buldukça okuyacağım inşallah. Sana çok teşekkür ediyorum. Seni zaten çok seviyordum. Bundan sonra daha çok seveceğim. Artık sizler benim evlatlarımsınız. Ali nasıl oğlumsa, sizlerde benim oğullarımsınız. Bunu unuttuğunuz gün hakkımı helal etmem.
- Rica ederim Nuri amca, mahcup ediyorsun. Böyle şeyler söyleme. Aramızda ne hakkı, ne helalliği böyle şey olur mu? Sen kuranı anlamıyla oku. Kuranı Türkçe mealiyle okudukça göreceksin. Allah insanlara, sizin anlamayacağınız şeyi göndermem diyecektir. Onun için Arapça indirdi. Hatta ayetinde “siz anlamadık, anlayamadık demeyesiniz diye, açık Arapça ile indirdi ki, anlayıp, bize bildirilmedi demeyesiniz” diyor. Nuri amca sen çok akıllı bir insansın. Allah hiç bildirmediği, açıklamadığı şeyden insanları imtihan eder mi?
- Etmez tabi. Allah zalim değil ki?
Nuri amca yaklaşık iki saat kuran meali okudu. Mümin suresini bitirdi. Hatta ardından gelen Nur suresini okumak istedi. Nur suresi deyince toplumda sıkça tartışılan başörtüsü ayeti vardı. Onun için Nur suresini iyice merak ediyordu. Ona “Nuri amca bu günlük yeter. İstersen gelecek hafta katıl. İstersen kendin oku Nur suresini” dedim.
Nuri amcayı da Kuran meali okuyucusu yapmıştık. Onun esprili, tatlı, hoş sohbet, Karadeniz şivesiyle anlattığı ayet açıklamaları bize renk kattı. O kadar güzel bir sohbet oldu ki, hepimiz “Nuri amca sende aramıza katıl” dedik. O “yok çocuklar, her zaman size ayak uyduramam. Ama söz buraya geldiğinizde gelmeye çalışayım” dedi. O günden sonra Nuri amca, oğlunun evine geldiğimizde kuran okumalarımıza katılmaya başladı. Arada bir kaçırıyor, gelemiyordu. Onun uyuyakaldığının haberini alıyorduk. Bütün arkadaşlar hepimiz, Nuri amcanın anlattığı güzel şeylerden mest olmuştuk. Bugün gerçekten başka olmuştu. Yüzümüzden memnuniyetimiz akıyordu.
Gitme zamanı gelince, dışarının soğukluğu aklımıza geldi. Şimdiden üşümüştük. Hüseyin’in arabası vardı. Belki lazım olur diye getirmişti. Zira Mahmut’un evi uzaktı. Benim ev yakındı. Yürüyerek gidebilirdim. Hüseyin “gel arabaya seni de bırakalım” dedi. Ona “siz gidin ben yürüyeceğim” dedim. Ali’yle, Nuri Amcayla vedalaştık. Hüseyin, Selim, Mahmut arabaya binerken el salladım onlara. “Haftaya görüşürüz” “Tamam” dediler.
Dar sokaklara daldım. Hava daha çok soğumuştu. Artık yerlerdeki buz daha çok sertleşmişti. Öyle hafiften buzlanmış karlar yoktu. Neredeyse bütün karlar buzlaşmıştı. Cam gibi olan yollar arabaların geçişleriyle biraz kirlenmişti. Akşamki gibi kaymıyordu. Gökyüzünde bulutlar yoktu. Onun için yıldızlar bütün parlaklığıyla bana bakıyorlardı. Sanki bugünkü yaptığım onların hoşuna gitmişti.
İnsanların kendilerini yaratan Allah’ı işitmesi çok önemliydi. Ne yazık ki şeytan çıkar gruplarını her köşeye yerleştirmiş. Onlar köşelerinden insanı, insanları kurandan uzaklaştırmanın yolunu geliştiriyorlardı. Güya insanları dinsizlikten, sapıklıktan korumak amacıyla kuranı anlamıyla okutmak istemiyorlardı. Bazılarına bu mantık çok iyi geliyordu. Onlar hep birlikte inanıyorlardı ki, insanlar anlamıyla kuran okurlarsa dinden çıkarlardı. İnsanların dinde kalabilmesi için, Allah’ın sözleriyle, aralarına mutlaka birilerini koymaları gerekiyordu. Tarikat şeyhleri, mezhep imamları, hoca efendiler, ağabeyler, âlimler, insanların Allah’ın ayetlerini okuyarak sapıtmalarına engel oluyorlardı. Onlara göre sanki Allah insana, akıl, vicdan, düşünme gücü, mantık vermemişti. İnsanı zayıf yaratmış, insan her an sapıtmaya meyyaldi.
Ne yazık ki, kuran okuduğumda bütün bu yargıların, anlatımların yanlış olduğunu gördüm. Bir zamanlar onlar gibilerinin söylediklerine inandığım için çok pişmandım. Bugün aynı duyguları Nuri amca yaşamıştı. Bunu yüzünden okuyabiliyordum. Bizi uğurlarken, buraya geldiğiniz her zaman inşallah katılacağım. Katılamazsam da mutlaka kendim okuyacağım deyişi birçok şeyi ifade ediyordu.
Hüseyin’le ilk tanıştığımız yıllardaki sözlerini hiç unutamıyordum. Demişti ki, “Ulan niye karşımıza çıktın. Ben ne güzel iktisat okumuşum. Okurken güzel bir iş kurmayı hayal etmiştim. İşimi kuracak, iyi bir evlilik yapacak, bir şeyhin elini öpüp, eteğine yapışacak, hem dünyamı, hem ahiretimi kazanacaktım. Sen bu işi bozdun. Bana akıl etmeyi, düşünmeyi, muhakeme kurmayı, gerçeklerle hükmetmeyi öğrettin. İyi mi oldu sanki? Ben kendime kolay bir yol bulmuştum. Sen bize zor yolu öğrettin” Tabi bunları söylerken beni suçlamak için söylemiyordu. İçinde bulunduğu konumu özetliyordu. Hayatını, işi, ailesi, dergâhı arasında kuracakken, Allah’ın mümine yüklediği temel görevlerle karşı karşıya kalmıştı. Bunun hem mutluluğunu yaşıyor. Hem de zorluğunu yaşıyordu.
Nuri Amcamın “Ula hınzır” dediğini hatırladım. Hayatımda ilk defa hınzır olmaktan gurur duyarken, bana hınzırlık zekâsını verdiği için Rabbime şükrettim.
“Rabbim, benim ilmimi artır, benim irfanımı artır, benim idrakimi artır ki, hınzırlığım artsın. İnsanlara yol göstersin. İnsanları senin Kuranınla barıştırsın. İnsanlarla senin arandaki kulları def etmenin yollarını bulsun. Biliyorum ki, senden korkmayan insan, putlarından korkar. Putlarından korkanlar senden korkmaz.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.