- 3580 Okunma
- 10 Yorum
- 0 Beğeni
Kuyu
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İnsan karanlık, dipsiz bir kuyudur.
Acısının derinliklerinde boğulur
Aslı Erdoğan
Şu an bir kuyunun içindeyim. Bu satırları kuyunun en dibindeki karanlığın bağrından yazıyorum. Kuyunun içinde olduğuma inanmayanlar olabilir. Fakat bir insan anlattıklarına kendisi inanıyorsa elbette ki ona herkes inanmalıdır. Sizi temin ederim ki bütün bu iç sayıklamalarını uykusuz geçirdiğim bilmem kaçıncı gecenin sabahından yazıyorum. Zarif bir acı, sessiz bir gece, gittikçe çoğalan bir yalnızlık, içimin dağınıklığı, en zayıf anımda ruhumun ellerinden yakalıyor huzursuzluğumu. Eskiden karanlıkta korkulu rüyalarımın koluna girer yürürdüm geceleri. Şimdi aydınlıklardan bile korkar oldum. Az evvel ezan okundu. Henüz gün ışımadı, tıpkı içim gibi...
Son zamanlarda nasıl da kolektif kederler yaşıyorum. Mesela öyle istediğim gibi gülemiyorum. Hani ayva ağaçları olur ya dalları ayvaların ağırlığıyla yerlere eğilen, ben de sanki bir ayva ağacıyım da sararmışım, (s)olmuşum da kimse toplamıyor ağrılarımı. Dolmuşum da, şöyle istediğim gibi ağlayamıyorum sanki. Benim yaptığım toplu intihar girişimlerinde bir yer edinebilme hevesi. Elbette ıskaladığım nice endişe arasında bunun bir önemi yok. Ruhsuz gibi bir manâ yerleşmiş yüzüme. Suratımın ortasına bir yumruk yesem ancak kendime gelirmişim de; ’neredeyim, n’oluyor’ demeyi akıl edebilirmişim gibi hissediyorum. Ama bu kez kararlıyım. Ölmeyeceğim velâkin dönmeyeceğim. Söz verdim gidişimde kalacağıma. Kalacağım yerden gitmeyeceğime. Yerim yurdum olduğum yer. Yalnızca tek kaygım matruşkalarda sakladığım dinginliğimi bir daha bulamama ihtimali. Ama denemeye değer...
Hayatın gerçekleri yavan sızılardan çok daha fazla ağır geliyor. Bu kez sahici iniltiler çıkarıyor nefesim. Burası, duvarları ebruli ve siyahlarla çevrili bir kuyu. Kimi zaman terketilmiş bir mağarayı andıran bir ıssızlığı ve çaresizliği var. Hergün yeni yeni insanlar görüyorum. Yeni yeni nefretler, yeni yeni tiksintiler büyüyor midemde. Ekmeğimizi veren, ruhumuzu sömüren, takatimizi inim inim inleten, umutlarımızı gökkuşağımızdan kesen kapalı bir kutu burası.
Hergün başka başka insanlar geliyor. Bazıları kuyudan çıkarmak istiyor, bazısı çıkarsa diye itmek için kuyunun başında bekliyor. Kimileri vicdan sahibi merhametli insanlar. Üzülenler oluyor, gözlerinin içi sızlıyor sanki. Kadınlar geliyor. İyi giyimli, hayatla barışık, bazısı acır gibi, bazısı nefret eder gibi, bir yanlışını arar gibi bakışlarıyla ruhunu süzüyor. Erkekler hep aynı pişkin ifadeyle, dönmüş gözleri ve kokuşmuş nefesleriyle geliyor geç saatlerde. İnsan insanın kurdu diye boşa dememişler sahi. Doğrularcasına kemirgenleşiyor birileri. Midem bulanıyor. Benim bu kuyuda ne işim var! Benim berideki kuyuda var mıydı bir ipim? Bu kez ipin ucunu çoktan kaçırdım. Kontrolün benden çıktığı bu kuyuda bekliyor gibiyim. Neyi beklediğimden dahi emin değilim. Hangi kuyuda daha kadim hatıralarım, daha öncelikli doğrularım ve daha kıymetli anılarım vardı? Nerede kaldı benim hatrım? Ahımı arıyorum aşina olmadığım kuyularda... Bir ömür ki; kuyuya sallanan ipin ucundaki kova gibi dolup dolup boşalıyor. Her defasında yeni bir umutla yeniden kuyuya bırakılıyor usulca...
Burada çocuklar çocuk gibi değil. Gözlerindeki kin beni dehşete düşürüyor. Çocuklar çocuk olduğuna kahrederken, ben büyüklüğümden utanıyorum... Kuyuda hayat zor. Acımasız olmadığında acınacak hale düştüğün, gaddarlığın diz boyu çırpındığı bir düzen işliyor. İklimi yalnız, günleri sevgisiz, yolları mutsuz, baharları güneşsiz geçiyor ve kimsenin kimsesizliği tanıdık gelmiyor. Aslında insanların yüzleri bile yok bu kuyuda. Kuyunun taş kaldırımlarında seken, sonra o yoğun kalabalığın altında ezilmeye alışmış kalpler taşıyorlar göğüs kafeslerinde...
Yaşamaktan soğutan, kendin de dahil, her şeyden ve herkesten nefret etmeye müsait öfkeli, telaşlı, hırçın ve asi bir yer burası. Beklediğin kimse yoksa eğer tren sesi en derindeyken bile kulakları sağır ediyor. Geceleri döven köpekler, gündüzleri linç etmek isteyen korna sesleri aklını ürkütüyor. Ne geceye teslim olabiliyorsun, ne gündüzleri huzur bulabiliyorsun...
Mutsuzluğun panzehiri özgürlük sanırdım. Oysa özgürlük, mutluyken kabul gören bir devrimmiş. Devrim miymiş? Devrim bile değilmiş özgürlük... Özgürlük her sabah istediğin saatte yataktan kalkabilmek kadar basit bir şeymiş. Hayatta herkesi ve her şeyi yanlış anlamışım ben. Mutsuzluk bile benim sandığım şey değilmiş. Bir çocuğun elinden tutması yetermiş mutlu olmak için. Bir nefesin sıcaklığı güven verirmiş... Kahvaltıda iki çay bardağı, dört tane zeytin, bir dilim peynir, kimse umursamadığı halde açık duran televizyon, kaynayıp duran çaydanlık, yere dökülen ekmek kırıntıları, kırıntıları süpüren, mutsuzluğu süpüremeyen elektrik süpürgesi, tezgahta bulaşıklar....
Ah! Ben ne yapıyorum! Nereye gidiyorum, ne yana savruluyorum yine... Kimsenin olmadığı yerler çok kimsesiz görünüyor gönlüme... İnsanın en büyük trajedisi nereye ait olduğunu bilmemek. Kimse için yaşamıyorsak, kimseye ihtiyacımız yok diyorsak, öyleyse neden kimsesiz yapamıyor ve kimsesiz kalamıyoruz! Aklımız bir kapalı çarşı. Karmakarışık, çok seçmeli ve çıkış kapısının bulunmadığı labirentlerde kaybolmuş gibi hissediyoruz kendimizi. Sürekli olarak o korunaklı yalnızlığı özlüyor, o el sürdürmediğimiz kimsesizliğimizin bizi anlayan, kollayan, bağışlayan ve daimi olarak bağrına basan huzurunu ve güvenini arıyoruz durmadan...
Bazı insanların ruhumuzda bıraktığı izleri silmek bir ömür sürse de işe yaramıyor. Bunu insanın kendisinden başka kimse bilemez, anlayamaz. Zira bu bir iç kanama halidir. Dıştan anlaşılmaz ki pansuman edilsin. Bazen sevdiklerimiz, bazen de biz gideriz. Sanki daha evvel hiç olmamışız, yokmuşuz gibi bir his bürür içimizi. Birileri gider, birileri kalır. Aslında her ikisi de bir bakıma kabullenme iç güdüsüyle örülür. Kalan için de, giden için de tek yol vardır. O da idrak etme yolu. Kim daha şanslıdır, kabullenme aşamasında kimin işi daha yaver gider bilinmez ama belki de ’ilk unutan’, unutmayı becerebilen gelecek hayatına bir sıfır galip başlayandır...
Kendin için bir devrim yapıp gitmeyi göze alırsın. Bu durumda normal olarak insanın kendisinden geçmesi, gördüklerinden ve göreceklerinden ötürü kendini kaybetmesi gerekir. Ama kendini değil etrafındaki insanları kaybetmeye başlarsın. Ters giden bir şeyler vardır. Bazı insanlar devrimleri sevmez. Yapılan devrim bazı insanları her ne kadar ilgilendirmese de nedense bundan rahatsız olurlar. Belki devrim yapmayı beceremediğinden, belki devrimin onun keyfini kaçırmasından yakınır bilinmez, velhasıl devrimden ve devrimciden huzursuz olur, reddetmeyi kendilerine amaç haline getirirler. Kendi hayatıyla alakalı devrim yapan her insan bencil olarak lanse ettirilir. Halbuki devrime tanıklık eden fakat devrimin getirilerine inanmayanlar, kendi yapamadıklarını başkalarının yapmasını hazmedemediği için asıl ve mutlak bencillerdir! Devrimci içinse devrimfobik insanlarla yüzleşmek büyük kazançtır. Çünkü attığı adımın doğru yolda olduğunu ispatlayan yeniliği, meyve verecek ağaç statüsüne erişmiştir...
Devrimsevmez, insansevmez, cesaretsevmez insanlarla yüz yüze geldikçe güçlü olmanın kendiniz için zaruri bir eylem olduğuna karar verir ve kendinizle ters düşmemek, ruhunuzla laçkalaşmamak adına bir karar vermenin, sonra o kararın arkasında durmanın önemine erişirsirsiniz. Atalarımızın deyimiyle, ’en kötü kararın bile kararsızlıktan evla olduğu’ düşüncesi beyninize yerleşir ve bu somut fikri adeta ant içersiniz, hayat felsefesi haline getirirsiniz... Ve yolların sesini işitmek hiç zor değildir artık. Yürümek için ilk adımı atmak ve ’başarmak için istemek’ gereklidir. Unutulmaması gereken en önemli şey, attığınız o ilk adımın sizi yerle yeksan etme gücüne de, gökle devran etme gücüne de sahip devasa ve mucizevi bir adım olduğudur...
Maddenin manâdan derin, gururun güvenden mühim, öfkenin huzurdan güçlü, aşkın özgürlükten değerli olmadığını anlayabilmek ve içimizi kemirip duran güveyi sevgiyle naftalinleyebilmek gerekir.
Bir çarpıntıyla acımaya başlayan kalbimi iyileştirmek için şimdi göğsümün kemiği kesildi. Şifa bulmak için Allah’a sığındım. Bu kederle karışık kalp ağrısını hissettiğimden beridir kelimelerle derdimi anlatamayacağım düşüncesiyle yazmaktan yaşamaya terfi ettiğim zamanlar oldu. Bu geçiş evresinde pek çok şeyden caydığıma ve ümit kestiğime şahit oldum. İnsanın en sağlam kefili yine kendisiydi. Kendi kendimin tanığı, kendi kendimin yalancısı oldum. Nihayetinde şıracı da bendim, bozacı da... Kimseyi küstürmeden kendimle dövüştüm, kendimle kavga ettim, kendime yenildim. Yaşamak... Yalnızca an’a kulak vermekte gizli bir sırdı. Sakladım içime...
Hayatım daima bir şeyler bekleyerek geçiyordu, beklemeyi kestim! O an ki; ’bir şey’ olacak ve her şey düzelecek sandım. Ömrüm o an’ı bekleyerek geçiyordu. Şimdi geriye dönüp baktığımda hep o büyülü an’ı düşünüyorum. Belki defalarca ’bir şey’ oldu ve ben hissetmedim. Belki yüzlerce defa yüz yüze geldim de tanıyamadım onu. Gerçekten büyülü olsa bilmez miydim? Yoksa hayatın telaşında, yaşadığım her ne varsa hepsi ’bir şey’ demekti de ben mi kör baktım? ’Bir şey’ oldu ama ben ’hiç bir şey’ olmamış gibi yoluma devam mı ettim! Ben ’her şey’le öylesine meşguldüm ki fark edemedim ufacık, tefecik, küçük ’bir şeyleri’. O ’bir şey’ olmasaydı hayatım daha mı vahim olacaktı? Yoksa tüm bu kaderim ’bir şey’di de ben onu ellerimle mi katlettim? İşin en dramatik yanı, hala ’bir şey’ olacak ve ’her şey’ güzelleşecek diye bekliyor oluşumdu belki de. Ve o ’bir şey’ hep geciktiği, hiç gelmediği ve hiç bir şeyi düzeltemediği düşüncesiyle her şeyden vazgeçip hayatımı mahvedişim oldu...
Günlerdir işte bu kuyunun içindeyim. Ne zaman karanlığa isyan edip dışarıdaki aydınlığa çıkmaya kalksam, görünmeyen bir el beni hızla aşağıya itiyor. Çıkışım düşüşümden ağrılı, düşüşüm her çabalamamda daha sert oluyor. Kemiklerim kırılıyor, ruhum parçalanıyor. Yazgıma razı olup kuyumun içinde bana biçilen rolün hakkını verme kararı alıyorum. Karanlığın bile hakkını vemeli insan. Reva görülen aydınlığa razı olup, kuyumla iyi geçinmeye çalışıyorum. Kuyu bile olsa bir ikametimin olması bana güç veriyor...
fulya/eylül2012
YORUMLAR
Güneş herkese ve hergün yılmadan doğar.Sende hergün yılmadan,bıkmadan,usanmadan,vazgeçmeden yeni bir günle beraber yeniden doğacaksın.Vazgeçmek sana asla yakışmaz.Kendin içinde bir güzellik yap.Doğan güneşe selam yolla,sende ona göz kırp hayata umutla bak güzel kardeşim benim.Sen güçlü ve sandığımdan daha cesursun.Bunu nerden mi biliyorum ? Sen sıfır (0) ne biliyormusun ? Sıfırdan başlamak,herşeyi göze alabilmek,Senin yaptığına sol yanında 1(10) olanlar bile cesaret edemiyorlar.İşte bu yüzden cesursun.Senin en büyük zenginliğin ailen.Bunu asla unutma ! O kuyulardan da bir an önce çık..Vakit kaybetmeden..
ince mesajsız, asLında okuyucuyu yoran ama bunu umursatmayan bir ruh haLini gördük okuduk..
şu güve meseLesi ve onu ortaya çıkartan düşünce yapısı üstüne bir dünya yazı düşünce tartışma varken senin yakLaşımını daha değişik ve muhadderatçı gördüm...
çok önermeLi de oLsa kuyu'yu anLatman, bizimde anLamamızı sağLamaya çaLışman güzeLdi..
hörmetLer,
bâki seLamLarım..
"Çünkü insan elbette aşk yeteneğidir ama acı yeteneğidir de" der exupery. insan olma hassasını depresif kelimesi ile ifade edip, kuyuların derinliklerine bigâne kalmayalım. insan.. her an bulunmaz, nadirattandır.
"o büyülü an" aslında hep içinde bulunduğunuz bu hâl. bu hâli kaybettiğiniz an bileklerinizi kesip hissizleştiğiniz andır. noksan olanı exupery söylüyor yine "ama alacak biri bulunmalı, yitirmek vermek değildir"
kimsenin olmadıgı yerden.. selamlar..
"Bir şey" den bahsediliyor ya sondan ikinci paragrafta, o ruhtur bana göre. Bazen insan ruhunu kaldırıp en uzağa atar ve sonra aramaya koyulur onu. Bizim oralarda fena kaynanalar gece olunca bir çuval pirinci bir bezin üzerine döker, gelinlerinden taşları ayıklamasını istermiş. Kandil ışığında...İşte böyle bir şey uzağa ya da kuyuya düşen benliği aramak...Fakat son tahlilde insan kendi kendinin katilidir çoğu zaman.
Senden beklediğim bir performans sevgili Fulya. Depresif bir ruh hali ancak bu kadar detaylı anlatılabilirdi. İnsanın yazının pekçok yerinde kendisini yakalaması mümkün. Detaylar o denli net. Yeterki yazının kendine has dış tabakasını kırabilsin okuyucu. Sonrası yazarın gösterdiği istikamette bir seyir...
Sevdim bu ağır meyveli ağacı...
Aynur Engindeniz tarafından 9/2/2012 8:04:48 PM zamanında düzenlenmiştir.
hayat bir yokuştur sevgili dostum fulya
yokuşu tırmanırken tökezleyip arada bir o dipsiz kuyulara düşüyor çıkma zamanımızı bekliyoruz
acıyı sevmek olurmu?
peki yalnızlığı
kuyunun dibinde sevilecek başka şey yoksa !!!
vakti geldiğinde huzur içinde kuyudan feraha çıkman dileği ile dualarım sevgim seninle
ahilas tarafından 9/2/2012 4:20:23 PM zamanında düzenlenmiştir.