- 801 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÇÜRÜMÜŞ DÜNYA
Çürümüş Dünya
Biliyorum. İsim pek yaratıcı değil . Daha iyi bir şey aklıma gelirse veya yoğun istek üzerine değiştirebilirim.
Yıl 2022: İnsanlık, ilk devasa tehtit ile karşı karşıya. Artan nüfus, geniş çaplı bir kuraklığın pençesinde boğuşuyor. Yardım gönderilemiyor. Milyonlarca kişi ölüm tehlikesi ile karşı karşıya. Tehlike altında olmayan ülkelerden herhangi bir açıklama gelmedi. Tahminlere göre bazı ülkeler, varlıklarını yitirecek.
Yıl 2026: Kuraklığın yaralarını daha yeni saran insanlık, bu kez de petrol krizi ile boğuşuyor. Petrol fiyatları tavan yaptığı için kimse araba almaya yeltenmiyor. Araba şirketleri kapandı. İnsanlar, alternatif çözümler bulmaya çalışıyorlar. Fakat tek sorun arabalar değil. Çoğu yere sevkiyat yapılamıyor. Ticaret, ağır darbe aldı. Çoğu yere gıda ulaştırılamıyor.
Yıl 2028: Petrol fiyatlarının fırlamasıyla insanlar, enerji için daha farklı kaynaklara yöneliyorlar. Bunlardan en çok tercih edileni nükleer enerji. En üstün güvenlikte çalıştırılan santraller yapılmaya başlandı. Fakat bu sırada pek çok küçük ülke varlığını yitirdi. Bazı ülkeler işgal edildi. Ama insanlar, artık nükleer enerji konusunda daha çok şey biliyorlar. En fakir ülkeler bile nükleer santraller kuruyor. Fakat yine de çevre felaketleri önlenemiyor.
Yıl 2036: İkinci devasa kuraklık, insanları bu sefer daha da kötü yakaladı. Nüfus arttı ve bu sefer alternatif çözümler de kalmadı. Az bir kaynak barındıran ülkeler dahi işgal ediliyor. Doğayı bitiren insanoğlu, doğanın intikamıyla karşı karşıya kalıyor. Ortaya çıkan yeni bir ülke, zayıf düşmüş ülkeleri işgal etmeye başlıyor. Kim oldukları bilinmiyor. Yeni bir bileşim bulunuyor. Nükleer silahlar artık daha fazla enerji yayıyorlar. Fakat etkileri henüz bilinmiyor.
Yıl 2038: İnsanoğlu, her şeyi harab ediyor. Devasa savaşlar, ülkeleri yerle bir ediyor. Fakat nereden geldikleri belli olmayan yeni ülke, işgalleri kesmiyor. Bu sırada insanlar, ölüyorlar. Sadece sivil kayıpların bile devasa boyutta olduğu söyleniyor.
Yıl 2041: Ülke varlığı ortadan kalkıyor. İnsanlar daha da saldırgan artık. Hayatta kalanlar ise dünyaya tutunmaya çalışıyor. Greenpeace, gizlice geliştirdiği doğa dostu minik şehirleri ilk kez deniyor. Bu kasabalar, agır silahlarla korunuyor. Yemin etmeden ve öldürücü zehir taşıyan bileklikler olmadan kimseyi almıyorlar. Bir suç işleyen veya şehirdeki yeşilliklere zarar verenler anında katlediliyor.
Genel nitelikli öykülere yazacaktım. Ama yeni bileşimin oluşturduğu fantastik etkiler yüzünden burasını uygun gördüm. Umarım doğru yere koymuşumdur .
Yıl 2044. Bir zamanların Türkiye’si...
Öfkesini kusan kocaman bir alev topunun altında yürüyorduk. Günlerdir... Ne bir kasaba, ne bir su kaynağı, ne bir kuru ağaç vardı. Sadece verimsiz topraklar ve kuru otlar vardı bu cehennemde. Yavaş yavaş, yürüyorduk. Çantamı açtım. Pet şişe, yarım öğünlük yemek ve birkaç tamir aleti... Eski dünyayı özlemiyor değildim. Mesleğimi, ailemi, çocuklarımı... Yakındığım hayatımı özlüyordum. Bir gün bile aç değildik. Bir gün bile susuz değildik.
İleriye baktım. Küçük bir tepe ve yanında çıkaramadığım birkaç hurda gördüm. Hızlı adımlar atmaya başladım. Kuru otlar, sertçe çıtırdıyordu. Bu verimsiz topraklarda hızlı yürümek, daha doğrusu hızlı yürüyebilecek gücü bulmak, insanüstü bir güç isterdi. Fakat bu cehennemde lanet olası topraktan başka bir şeyler görmek, insana gereken insanüstü gücü veriyordu.
"Gel Durmaz. Sanırım bir ev gördüm." diye seslendim günlerdir yanımda olan yoldaşıma. Cevap vermedi. Sendeleyerek yürümeye devam etti sadece.
Yaklaştıkça hurdalığın şekli belli oldu. Birkaç metal parçasından inşaa edilmiş bir çiftlik sayılabilirdi. Dikenli hurda çitler, evin etrafını sarıyordu. Garip sesler çıkaran bir şeyler olduğu kesindi. Durmaz, hurda demirden yapılmış yayını gerdi. Ben de içinde sadece dört mermisi kalan A8 tipi basit tabancamı çektim. Çok görkemli bir silah değildi. Ama seçme imkanım yoktu tabii ki.
Kapıyı yavaşça tıklattık. Tabancamı hazırda tuttum. İçeriden ses gelmedi. Fakat hâlâ o garip varlıktan çıkan garip ses kesilmemişti. En sonunda bir cevap geldi:
"Girmeyin, o benim!" dedi kalın ve vahşi bir insan sesi.
"Lütfen yard..." diye başka bir ses yükseldi. Sanki biraz boğuk gibiydi ses.
Ne olduğunu anlamadım. Ama içeride birisi köle olarak tutuluyor olabilirdi. Durmaz’a:
"Hazır ol. Gireceğiz." dedim fısıldayarak.
Yayını gerdi ve hazırda bekledi. Geriye çekildim. Ardından tüm gücümle omuz attım kapıya. Zayıf kapı, kırılır kırılmaz eğildim. Gördüğüm manzara şuydu: İri yarı bir adam, başka bir adama uzun namlulu bir silah doğrultmuştu. Haydut görünümlüydü. Yüzünü tamamıyla kapatan bir maske vardı. Gözleri de gözlüklerle kapatılmıştı.
Fazla düşünmeden adama iki el ateş ettim. Durmaz da heyecanla bekleyen okunu serbest bıraktı. Ok, adamın boğazından girmişti. Adam, biraz sarsıldı. Silahını bize doğrulttu. Ateş edecek gibi oldu ama ateş edemeden yere yığıldı. Durmaz, okunu geri aldı. Diğer adam da yere düşmüş, el yapımı bir silahı eline aldı. Kemerine geri koydu ve:
"Teşekkür ederim. Teşekkür ederim. Hayatımı ve hayvanımı kurtardınız."
"Hayvanınızı?" diye şaşkınlığımı gizleyemeyerek sordum.
"Durun. Soluklanın önce. Size bir şeyler ikram edeyim." dedi adam.
Ev biraz küçüktü. Hemen ortada bir masa ve iki tane kırık sandalye vardı. Hemen sol köşede yer altına inen bir merdiven vardı. Hemen sağda başka bir kapı vardı. Garip ses te o kapıdan geliyordu. Adam, ikimizi de sandalyeye oturttu.
"Ne kadar kabayım. Ben Zehir. Biliyorum, biraz saçma bir isim. Zaten ailem koymadı. Bir köle olarak doğdum. Sahiplerim koydu bana. Sizi daha fazla sıkmadan size yemek koyayım biraz." dedi ve garip sesin geldiği noktaya yöneldi.
"Yemeğin ne olduğunu açıkçası merak ediyorum." dedi tok sesiyle Durmaz