- 788 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SURLARIN ÜZERİNDEN GÜNEŞİ İZLİYOR "MAHKUM"
SURLARIN ÜZERİNDEN GÜNEŞİ İZLİYOR
“MAHKÛM”
Yirmi dört saatlik zaman diliminin en karanlık anı, yani gece ile gündüzün birbirine en çok yaşandığı anı yaşıyordu Diyarbakır. Şehir tamamen kabuğuna çekilmiş, ertesi gün yepyeni heyecanlara açık olabilmek için dinleniyordu. Kalın bir sis tabakası sanki okyanus yüzeyindeki suya ayak uyduruyormuşçasına akıp duruyordu. Çöplerin üzerinde kuyruksuz bir bebek az önceki yavrularının akıbetine uğramamak için yiyecek bir şey arıyordu. Karşıda saklanıp bekleşen kediler henüz uyanmış ve kahvaltı etmek için köpeğin gitmesini bekliyordular. Ama beyaz benekli yavru bir kedi dayanamamış, köpeğin gitmesi için tehditkâr ve bir o kadar da cılız bir ses çıkarmıştı. Köpek bir an yemek aramayı bırakmış, ta en baştan beri en büyük düşmanı olan kedilere doğru hamle yaptı. Yavruyla beraber bekleyen beş kedi korkuyla kaçışmıştılar. Beşi de yavru kediyi orada savunmasız bırakmıştı. Yavru kedi arkadaşlarının gidişini telaşlı gözlerle izlemişti. Sonra geri dönmeleri için miyavlamış ama arkadaşları çoktan kaybolmuştu bile. Kuyruksuz köpek yaklaştıkça kedi gerilmişti. Artık köpekle aralarında çok az bir fark kalmıştı. Yavru kedi arka ayakları üzerinde gerildi. Artık köpekle aralarında çok az bir mesafe kalmıştı. Yavru kedi yumuşacık tırnaklarını köpeğin koca burnunu okşamaya başladı. Köpek önce ürkmüş, sonra kedinin yumuşacık tırnaklarıyla beraber içinde tatlı bir kıpırtı olmuştu. Küçük bir pati darbesiyle ya da küçük bir ısırıkla yavru kediyi öldürebilirdi ama minik kedinin kendini savunmadaki isteği ve kaybedeceğini bilmesine rağmen son bir umutla saldırması köpeği çok etkilemişti.
Yavru kediye yumuşacık bir pati savurdu. Bu kedi, dün gece ölen beş yavrusuna çok benziyordu. O yavrular da bu kedi gibi yaşam sevinciyle dolmuştular. Ama gel gör ki beşi de açlıktan ve soğuktan ölmüştü. Hepsini tek tek şehir dışına taşımıştı anneleri. Hepsini aynı yerde gömmüştü. Amacı yavrularının Araf denilen hayvan cennetinde birbirlerini daha rahat bulabilmesiydi.
Kedinin annesi de aynı gece hastalıktan ölmüştü. O da annesini bırakmak zorunda kalıp o beş haine takılmıştı. Bu köpek bile hepsinden daha merhametliydi. En azından şimdiye kadar onu öldürmemişti.
Köpek yavru kediye hafif bir pati daha vurup kafasıyla çöpü ona bıraktığını anlatmaya çalışmıştı. Sonra yol boyunca ilerlemeye başladı. Hah, ne acı! Giderken bacaklarının arasına sıkıştıracağı bir kuyruğu bile yoktu.
Kedinin sesini duydu yeniden. Dönüp baktı. Orta yaşlı bir adam kedinin yanında çömelmiş, plastik tabağındaki etleri kediye veriyordu. Köpeğin baktığını gördü. Ona da bir parça attı. Sonra valizini alıp ilerlemeye başladı. Köpek ve kedi hevesle ete gömülmüştü.
…
Adam valizi elinde, yol boyunca ilerliyordu. Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. Adam uzun boylu, iri yarı biriydi. Saçı sakalına karışmıştı. Simsiyah gözleri vardı. Pantolonu koyu kot rengi bir paçavradan ibaretti. Tişörtü yeni ve siyahtı.
Yolda yürürken sigara içiyordu. Dağkapı meydanına geldi. Uzanıp giden surları gördü. Adımlarını hızlandırdı. Henüz açılmış bir büfeye girdi:
“kolay gelsin. Çantamı bir süreliğine buraya bırakabilir miyim?” diye sordu.
Kısa boylu, göbekli adam:
“ne var içinde?” dedi.
“elbise. İsterseniz bakabilirsiniz.”
“peki, tamam ama çabuk gelip al.”
“teşekkür ederim.”
Büfeden çıktı. Sakallarını düzeltti tırnaklarıyla. Surların iç tarafına geçti. Orada bir polis onu karşıladı:
“günaydın hemşerim. Kimlik!” diye emretti. Cebinden eskiyip sararmış bir kimlik çıkarıp polise uzattı. Polis kimliğe şüpheyle bakıp arabada biraz oyalandı. Sonra kimliği getirip adama uzattı:
“ kayıp ilanın varmış. Geri döndün galiba. E hoş geldin. Nerelerdeydin sen?”
“Amerika’da hapisteydim. Kusura bakmayın. Güneşin doğuşunu kaçırmak istemiyorum da.”
“ah, üzgünüm. Siz güneşi doğurun. Kartımı vereyim. İstediğiniz zaman arayın. Ailenizi tekrar bulmanıza yardım edebilirim. İsterseniz sizi gideceğiniz yere bırakayım. Arabam şurada.”
Kartı uzattı polis. Adam kartı aldı:
“teşekkür ederim. Yürümek istiyorum.”
Polis gülüp arabasına bindi. O da doğu tarafına doğru yavaş yavaş yürümeye devam etti. Hiçbir şey değişmemişti. Surlar aynıydı, evler aynıydı, hayvan kokan sokaklar aynıydı. Havası, kokusu aynıydı. Sadece o farklıydı. Sadece o değişmişti. Farklı olan bir şey daha vardı. Havada asılı olan özlem duygusu… Yirmi beş yıl önce kimseye haber vermeden gitmişti. Sonra da iki kişiyi öldürmüş ve hapse düşmüştü. Hapisteyken kimseye haber gönderememişti. Cezası bitince de cebine biraz para konmuş ve sınır dışı edilmişti.
Yirmi beş yıl önce yaşadığı evin önüne geldi. “acaba hala oradalar mı?” diye düşündü. Sonra gözyaşları döküldü:
“kabul et artık. Kimsen kalmadı. Bir ailen bile yok. Sen mahkûmsun. Artık sen burada bir yabancısın. Sen eski ve tehlikeli bir mahkûmsun.”
Gözyaşlarını sildi ve yoluna devam etti. Biraz daha yürüyüp doğu tarafındaki surlara tırmandı. Eskiden yaptığı gibi surların dışa doğru kavis alan yerindeki en uçta bulunan taşın üstüne oturdu ve güneşi beklemeye başladı. Bir sigara yaktı ve gözyaşların düştüğü taş zemindeki yansımasına baktı:
“kabul et mahkûm. Kimsen kalmadı. Artık kimsesizsin. Bir ailen yok. Artık bir Diyarbakırlı değilsin. Artık buralarda bir yabancısın. Tehlikeli bir yabancı…”
Güneşin ilk ışıkları görününce sustu ve kendini o büyülü olayın muhteşem atmosferine kaptırdı. Sonunda güneş ağır bir gülle gibi gökyüzünde asılı kalınca kendine geldi. Tatmin olmuştu. Gülümseyerek surlardan indi.
15 dakika öncesine kadar bomboş olan sokaklar şimdi dolmuştu. Çocuklar oynuyor, kadınlar evlerinin önünü süpürüyordu. Kendi evi çarptı gözüne. Yaşlı bir kadın evin önünde oturmuş yöre halkının “nane tennure” dediği tandır ekmeği yapıyordu. Merak etti. Yaklaşıp baktı ve annesini gördü. Bir yandan seviniyor, bir yandan da üzülüyordu. Arkasını döndü. Tam surlardan dışarı çıkacaktı ki bir ses duydu. Arkasına baktı. Annesi eteğini toplamış ve ona doğru koşuyordu. Bir yandan da bağırıyordu:
“ kuremın, kuremın.”
…
Kuyruksuz köpek şehir dışına çıkmıştı. Başını önüne eğmiş düşünceli düşünceli ilerliyordu. Yavrularını gömdüğü yere gidiyordu. Bir tepeye çıktı. Uzun bir tırmanıştan sonra koca bir çınar ağacının dibine gelmişti. Çok şaşırmıştı. Çünkü yavrularını gömdüğü yer boştu. Lanet olsu! Bir hayvan yuvayı açıp yavrularını yemişti. Tam gözyaşları içinde tepeden inecekti ki tepenin arkasından ses duydu. Bu sesi tanıyordu. Bir insan gülüşüyordu. Yavrularının mezarını o açmış olmalıydı. Sinirle tepenin diğer tarafına geçti. O an gözlerine inanamadı. Genç bir çocuk onun yavrularıyla oynuyordu. Yavruları ölmemişti…
Yunus Öklav