VEDA EDEN BAKIŞLAR-I (YEŞİL KETEN ÖRTÜLMÜŞTÜ BİR YÜZE)
ÖNSÖZ
İnsanlar yaşadığı süre içerisinde konuşmayı, yazmayı ve okumayı bir zorunluluk olarak kabul etmişlerdir. Gerçekten de zaruri ihtiyaç halini almıştır.
İnsanoğlunun sözü özüdür. Yani sözü onun karakteridir. Biz de, sözümüz özümüzdür, diyor; ünlü Türk devlet adamı Ahmet Vefik Paşa’nın veciz sözüyle bu eserimin meydana gelmesindeki sebebini de arz etmiş olmaktayım; “Millet geçmişini öğrenmeli, yaşadığı çağı bilmeli, geleceği görmeli... Bunun için de kadın-erkek herkesi okutmak öğretmek gerek...”
Sevmek ne güzeldir. Sevgini kaynağı güzel sözdür. Güzel konuşmak, güzel yazmak ve okumaktır. Ben de sevgiye bir kaynak olabilirsem kendimi çok mutlu addedeceğim.
Ekrem GÜRER
YEŞİL KETEN ÖRTÜLMÜŞTÜ BİR YÜZE
Fani dünya derler... Bir insan öldü mü, dünyası batmış, her şeyi bitmiş ve kesilmiş demektir. Hayal meyal hatırlıyorum; beş, altı yaşlarında küçük bir çocuktum.
Bir odanın içerisindeydim. Babamın dizinin dibinde oturuyordum. Oda çok kalabalıktı. Odada bulunanların hemen hepsi de yaşlı, kâmil insanlardı. Arada sırada biri konuşuyor, diğerleri bir hüzünle, dikkat ve derin bir sükûtla onu dinliyorlardı.
Diyebilirim ki bu kadar sessizlik hiç görmemiştim. Bu sessizliğin sırrını bir türlü anlayamıyordum.
Arada bir başımı kaldırıyor, babamın yüzüne bakıyordum. Yüzü solgun bir yaprak gibiydi. Başını hafifçe sağa doğru eğmiş, öğlece duruyordu. Biliyorum, hasta değildi; yorgun da değildi. Fakat niye öyle düşünüyordu? Neden gözlerini yummuştu? Anlayamıyordum bütün bu nedenleri. Onun yüzlerinin solgunluğu, gözlerinin yumukluğu ve her haliyle hüzünlü oluşuna sebep neydi? Düşünüyordum kendi kendime.
Babamın o haline bakarken ben de, kendimi adeta her taraf karanlık, yerimden uzak ve içinden çıkılamayacak kadar derin bir boşlukta hissediyordum.
Anlamsız anlamsızca bakakalmıştım. O sessizlik ve sükût beni de içine gömmüştü. Değil etraftan, kendi varlığımdan bile habersiz, hep şaşkın kalmıştım.
Hafif bir öksürük sessizliği boğuyor, bir kıpırdanma sanki her tarafı kapalı, havasız bir yerden kurtulmuş gibi, hafif nefes sesleri odayı dolduruyordu. O nefesler, içerisi bomboş ve her tarafı yalnız kayalarla çevrili bir mağaranın tavanından damla damla düşen suyun çıkardığı sesler gibiydi.
İşte o hafif bir kıpırdanma ve nefes sesleri beni de bir an şaşkınlıktan kurtarıyordu.
Biraz daha sokularak babamın, başını kaldırıp gözlerini açmasını ve gülümsemesini sağlıyordum.
Babam bana hep gülerdi. Beni güldürmek için hikâyeler, fıkralar anlatırdı. İşte şaşkınlığım buradandı. Hiç böyle dalgın, hiç böyle hüzünlü ve yüzünün hiç böyle solgun, neşesiz olduğunu görmemiştim.
Dışarısı odanın iki yanında bulunan pencerelerden rahatlıkla görülebiliyordu. Belli ki çok geç vakitti. Gece yarıyı geçmişti. Pek garip halleri vardı. Kimileri gündüzü bekliyormuş gibiydi. Kimileri de hiç gündüz olmayacakmış gibi oturuyordu. Gerçekten dışarıya bakıldığı zaman gece hiç bitmeyecek, gündüz hiç olmayacak gibiydi. Bir kişi bile yerinden kıpırdamıyordu.
Oda hep kalabalıktı. Bu insanlar niçin toplanmışlardı? Ne yapacaklardı? Ne konuşuyorlardı? Bilmiyordum bu soruların cevaplarını. Bilemezdim ki... Çünkü bütün bunları düşünemeyecek kadar küçüktüm. Hatta o sorular beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu bile.
Başım birden ağırlaşmıştı. Gözlerim buğulanıyor, başım ara sıra bir öne, bir arkaya düşüyordu. Hiç böyle geç vakitlere kadar kalmazdım. İlk akşamdan yatar uyurdum. Babam, elini başıma koydu, saçlarımı ovalıyordu. Yumuşacıktı eli. Okşadıkça bağrına iyice yerleşiyordum. Sonra beni kucağına alıp kollarının arasına sardı. Yanağımdan öptü. Gözlerimin yumukluğunu görmüş ve uykumun geldiğini anlamış ki bana, o tatlı gülümseyişiyle birlikte;
-Uyu sen oğlum, dedi.
Babamın o odada söylediği bu söz, duyduğum son ses oluyordu. Ne başka bir ses duydum birinden, ne de babamın başka bir sesini duymuştum. Hep sükût, hep sessizlik ve hep sakinlik vardı. O sessizliğin içinde ben de kendimi derin bir uykunun kucağına atıvermiştim.
Çok nadir gördüğüm ve halkın ona löküs dediği bir lamba, odanın tavanında asılı duruyordu. Tavan kırmalar denilen ağaçlarla yapılıydı. O lamba, odanın tavanının ortasındaki ağaçta öylece asılı idi. Odanın içini gündüz gibi aydınlatıyordu. Etrafa bakınca her şey açık seçik görülüyordu.
Löküs yana dursun, kendimi o sessizlik içinde kaybetmiş, babamın döşünde uyuyakalmıştım.
* *
Aradan hayli zaman geçmiş ki bir ara uyandım. Başımı kaldırdım, tekrar uyumak için iyice yerleşiyordum. Üzerimde yumuşacık bir şey vardı. Başımı iyice kaldırdım, ne bir ışık, ne de hiçbir kimse vardı. Uykum ister istemez kaçmıştı. Hiç böyle karanlıkta kalmamıştım. İçimi bir ürperme sarmıştı. Korkmaya başladım. Başımı durmadan bir sağa, bir sola çeviriyordum. Fakat her taraf karanlıktı. Sonra gözüme iplik gibi ince bir ışık ilişti. Işık, o karanlıkta ve kapının anahtar deliğinden ta başımı koyduğum yastığın üzerine düşüyordu. İyice doğruldum. Elimle üzerimi yokladım, üzerimdeki o yumuşacık olan şey meğer bir yorganmış. Kim getirmiş, kim koymuş beni buraya, bilemiyordum.
Babam yanımda yoktu. Kimse yoktu yanımda. Beni uyuturken anam hep yanımda olurdu. Uyuyuncaya kadar yanımda beklerdi. Kardeşimle beraber hep aynı odada yatardık. Ama bu gece niye yalnızdım? Neden yanımda kimse yoktu? Kendi kendime bu soruları düşündükçe yeniden bir karanlığın içine adeta gömülüyordum. Yine cevap bulamıyordum hiç birine. Çünkü her şeyden habersizdim. Hiçbir şey bilmiyordum. Hem karanlıktan ürperiyor, hem de kimsesiz kalışımdan da korkuyordum. Bir türlü de kalkıp dışarı çıkamıyordum.
Hemen ağlamak geldi içimden. Her şeyi ağlamakta bulacağımı düşünerek hıçkırmaya başladım. Fakat tam hıçkırmaya başladım ki bir ses duydum. Birden hıçkırmayı bıraktım. Kulağımı o sese verdim. Ses, çok yakından geliyordu. İyice dinliyordum. Bir erkek sesine benziyordu. Hem de ince ve uzunca bir sesti. Daha çok ürpermeye başlamıştım. Daha çok korkmuştum. Bir şeyin olduğunu hissetmiştim. Fakat hâlâ ne olduğunu anlayamıyor, bilemiyordum. Sesi giderek iyice duyuyordum. Çünkü bütün dikkatimi ona vermiştim. Bu ses bana yabancı gelmiyordu. Daha önce birkaç defa duymuştum. Biraz düşündüm. Sonra anladım ki bu ses, gerçekten bir Kuran sesiydi. Belli ki Kuran okunuyordu.
Çocuktum, küçücüktüm lâkin önemli bir şeyin olduğunu yavaş yavaş anlıyordum. O karanlıkta sadece Kuran sesi vardı...
Ben niçin o kalabalık insanların, o yanan löküsün ve bağrında uyuyup kaldığım babamın yanında değildim? Ben, o Kuran okunan odanın yanında bulunan mutfak odasındaydım. Kuran sesi, o kalabalık insanların bulunduğu, o löküsün yandığı odadan geliyordu. Ben ise yapayalnız ve hem de mutfak odasında bulunuyordum.
Birden silkindim, sedirin üzerinden sıyrıldım ve yere indim. O ipince gelen ışığa doğru yavaşça yürüyordum. Kuran sesi hâlâ devam ediyordu. Artık olanları iyice merak etmiştim. İçimin ürpermesi devam ederken, korka korka kapıya ilişiyordum. Kapının alt kuşağından tutup çekerek hemen dışarı çıktım. Karşıma salon çıkmıştı. Işıklıydı burası. Fakat bu ışık, löküs ışığı gibi parlak değildi. Salonda bir lamba da yanmıyordu. Bir iki adım atmıştım ki bir an babamın bulunduğu odaya girmeyi düşündüm. Fakat tam karşımda bir kapı gördüm. İçeride bir ışık yanıyordu. Her taraf yine sessiz, yine sakindi. O açık odaya baktığımda ta içerde bir kadın gözüme ilişti. Bu kadın ‘anam’ sanarak hızlıca içeri girdim. Bu odayı hemen tanıdım. Çünkü bu odayı severdim. Eğlenirdim ve oynardım burada. Burada yemeğimi yer, karnımı doyururdum. En güzel günlerim bu odada geçerdi.
Bu odada beni, çok mu çok seven birisi vardı. Anamdan, babamdan başka birisi. Beni çok zaman koynunda uyutan, yanından ayırmayan birisi vardı. Bana her gün bu odada şeker, üzüm ya da başka bir şey veren birisiydi bu. Bu insan bana masallar, hikâyeler anlatırdı bu odada.
İşte bu odanın kapısının açık olduğunu görünce bütün korkum ve içimin ürpertisi birdenbire gidivermişti. Hatta içeri sevinçle girmiştim. Zaten bu odaya her zaman gülerek, oynayarak ve neşeyle girerdim. Birazcık olsun kendimi yine öyle hissetmiş ve içeri neşeli neşeli girmiştim.
Salondan gördüğüm o kadın anam değildi, bir başka kadındı. Çok hem de pek çok kadın vardı. Dönerek dört yanıma baktım; burası da kalabalıktı. Burası da kadınlarla doluydu. Bir türlü sırrı çözemiyordum.
Hiçbir şey anlayamayışımla birlikte yüzümün, içeri girerken oluşan neşeli çizgileri kaybolmadan, beni seven ve yanından hiç ayırmayan o insanın hemen yanına vardım. Onu görmeyince, yanına varmayınca kendimi rahat hissetmezdim.
Burası da kalabalık olduğu gibi, herkes sessizce duruyordu. Burada da derin bir sükût vardı. O sevdiğim insan, pencerenin yanında ve hep aynı yerinde yatıyordu. Son bir sene içerisinde hep böyle yatağın içinde yatardı. Sedirin üzerinde ve bir yorganın altında öylece yatıyordu. Başucunda bir kadın duruyordu. Elini yüzüne koymuş yavaş yavaş sallanıyordu. Ben hâlâ anlayamıyordum ne olduğunu. Yanına iyice sokulmuştum.
Eskiden olduğu gibi yine, ‘ben geldim’ diyecektim. Başımı ona doğru çevirdim. Hemen yanımda, başucunda oturup duran o kadına baktım. Bu tanıdığım bir kadındı. Bu kadın ememdi; babamın büyük ablası. Ememe iyice baktım; onun yüzü de hüzünlüydü. Emem durmadan bir eli yüzünde, başını da yavaşça sallıyordu. Sanki hafif bir yelde servi ağacının sallanışı gibiydi. Bu arada ben hâlâ hiçbir şeyden habersiz ememin gözlerinin içine bakarak;
-Uyuyor mu? dedim.
Emem, beni sanki duymamış, hâlâ yavaş yavaş sallanıyordu. Sonra elini yüzünden indirdi. Beni kendine çekti. Başımı, yanaklarımı okşamaya başladı. Emem sesimi duymuştu. Hatta beni o sözüm onu öyle duygulandırmış, öyle hüzünlendirmişti ki gözlerinden hazırmış gibi yaşlar süzülmeye başladı. Ben hâlâ ememe anlamsızca bakıyordum. Ondan hâlâ bir söz bekliyordum. Ve sonra emem, o nemli gözleriyle gülümsemeye çalıştı. Bana sanki ‘bir şey yok’ der gibi saçlarımı, yanaklarımı okşuyordu. Arkasından da gülümseyerek;
-Evet yavrum! Uyuyor, dedi. Sözüne devam ederek;
-Hem de öyle bir uyuyor ki gayri hiç uyanmayacak, dedi.
O çocuk halimde bile ememin o son söylediği sözüyle durumun ne olduğunu anlayabilmiştim. Hatta bu söz karşısında hem şaşırmış hem de cansız ve hareketsiz kalıvermiştim. Bir an durakladım. Sonra başımı birden o sedirin üzerinde yatıp duran kimseye doğru çevirdim ve iyice baktım. Gözüme, başının üzerinde yeşil bir keten ilişti. Yüzü örtülüydü bu ketenle.
İşte o gece bir dünya batmış, o insanın dünyası batmıştı. O gece her şey bitmiş, o insanın her şeyi kesilmişti. O gece bir son nefes verilmiş ve o gece yeşil keten örtülmüştü bir yüze.
Beni çok seven ve yanından hiç ayırmayan o insan artık benden ebediyen ayrılmıştı. İçim buruk, gönlüm karanlık, gözlerim ılık ılık olmuştu.
Birden hıçkırmaya başladım. Hıçkırdım durmadan. Sanki herkes beni bekliyordu. Benim hıçkırmamla birlikte o sessizlik birden sanki bir gök gürültüsü gibi türlü türlü seslere dönüşüyor ve odanın içi adeta dopdolu oluyordu. Hüzünlü ve acı dolu sesler, sessizliği adeta boğuyordu. Sanki o derin sessizlik beni bekliyordu. Kendimi o zaman yalnız ve karanlıkta, kendimi o zaman sonu gelmeyecek bir gecenin içinde buluyordum. O gece beni neşesiz, o gece beni hüzünlü kılmıştı.
Artık o odada oyun oynayamayacaktım. Yemek yiyemeyecektim. Bir elmayı soyup sunan olmayacaktı artık. Günlerce bir sulu armudu benim için saklayan olmayacaktı gayrı. Artık bir kavunu ya da bir karpuzu dilim dilim yediren olmayacaktı...
Onu masallar, hikâyeler anlatırken hep heyecanla dinlerdim. Anlatır anlatır bitmezdi. Her gün yeniden anlatırdı. Her gün taptaze öğütler verirdi.
Daha aradan bir gün bile geçmemişti, son hikâyeyi anlattığın da. O son hikâyeyi anlatırken dahi bana;
-Yarın aynı hikâyeye devam ederiz, demişti.
Büyükannem sanki bu son geceye saklanmıştı. Beni üzmemek için adeta gizlice gitmişti. Habersiz ve sessizce...
O erkeklerin ve kadınların bulunduğu odaların sessizliği, odalarda bulunanların sükûtunu şimdi anlıyordum. O Kuran’ın niçin okunduğunu, babamın ve ememin niçin hüzünlü olduklarını, o kalabalık insanların niçin toplandıklarını, o tanımadığım insanların niçin gecenin bu saatlerinde evimizde bulunduğunu ve annemin niçin kardeşimle benim yanımda olmadığını, kısaca bu gecenin niçin yoğunlaştığını, derinleştiğini ve beni yalnızlığa sürüklediğini şimdi anlıyordum.
Fakat bu gece beni de içine gömmüştü. Çünkü kendimi o anda dalından kopmuş bir yaprak gibi, gözü görmeyen ve kanadı olmayan bir kuş gibi, o gecenin derinliğinde kaybolmuş ve eli, ayağı kesilmiş bir varlık gibi de o karanlıkta adeta yürüyemez olmuştum. Bütün organlarım durmuş, çalışmaz olmuştu.
Büyükannem bana sevgiyi ve sevmeyi öğretmişti. Bana bir şey olduğunda sanki ona olmuş gibi olurdu. O insan her zaman yarama merhem ve bir sargı olurdu. Şimdi gözümdeki yaşlar o insan içindi. Her akan damlaların çıkışıyla adeta bir bir onu yeniden kaybediyordum. Her damla beni de yeniden bir boşluğa düşürüyordu. Çünkü o insanın gidişiyle ben de büyük bir boşluk oluşuyordu.
Büyükannem gidişi ile adeta içimdekileri de alıp götürmüştü. Çünkü ben hep onunlaydım. O, geldiğimde hep konuşurdu. Öğütler verirdi. Fakat şimdi konuşmuyordu. Sessizdi, sessizlikle beraberdi.
Hep tutardım öğütlerini. Öğütleri bana güç verirdi. Öğütleri bana dümdüz yol olurdu. Onun şimdi, sessizlikle beraber oluşunu görünce önce şaşırmış ve üzülmüş, sonra ben de adeta ona uyarak sessizlikle ve onunla beraber olmuştum. Sanki büyükannem bana, “sessiz ol. Beni uyandırma” der gibi yine onun sözünü dinlemiş, yine onun öğüdünü tutmuş gibi öylece bekliyordum.
Hep dinlerdim, hep tutardım sözlerini. Büyükannem, “Büyüklerin sözünü tut” derdi daima. “Ata sözü ulu sözdür, mübarek sözlerdir” derdi durmadan.
Ben acı da olsa onun, o son sözünü daima tutacağıma, orada, o son gecede yine onun yanında ve rahatsız etmeden, sessizce söz veriyordum.
Sene bin dokuz yüz atmış dört ve mevsimlerden yaz idi ki büyükannem bir geceyi bütünüyle dolduruyordu. O gece sadece onun oluyordu. Onunla konuşurken bir gün bana, yetmiş üç yaşında olduğunu söylemişti. Yaşadığı bu süre içerisinde bazen acı, bazen tatlı günler geçirdiğini anlatmıştı.
Bir film gibi anlattığı o güzel, o heyecan dolu masallar, hikâyeler yarıda kalmış ve o gece büyükannemin son gecesi olmuştu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.