- 977 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
GÜLMEDİ GÜLDÜNYA
Güldünya, on bir yaşında dünyalar güzeli bir çocuktu. Bütün işi gün boyu kazların peşinde koşmaktı. En sevdiği şey okumak olan bu güzel kız paket kağıtlarının üzerini bile okurdu. Okulu ve öğretmeni onun için umut demekti. Küçücük hayatı ahırdan bozma iki odanın içindeydi. Altı kardeş, ana- baba bir de Karabaş geçinip gidiyorlardı.
Her sabah koşarak gittiği okula “artık gidemezsin” dedi babası bir sabah. Yıkıldı dünyası, karardı her yer. Güldünya’nın güneşini bulutlar kapladı sanki. “Yaşın on ikiye geldi, evde otur, yemek yap, evi süpür, okuyup da ne olacaksı.” Deyince babası, ağladı ağladı sabahtan akşama kadar ağladı. Adı var mı ki hakkı olsun konuşmaya. “okuyacağım, öğretmen olacağım” dese de nafile, kız doğmaktı en büyük suçu.
Koştu, aylar boyu kazların peşinde. Hamur yoğurdu ekmek yaptı sıcak tandır başında. Hiç dinmedi içindeki yangın büyük çok büyüktü. Gün geçtikçe teni soldu, gözlerini hüzün bürüdü. Bir gün dedi annesi, “Artık büyüdün, serpildin, geliştin, güzelleştin. Beceriklisin de . Haber yollamış, komşu köyden Osman’ın annesi. Seni istemeye gelecekler. Osman, zengin. Traktörü var.”
Yıkıldı dünyası, Güldünya’nın. Ağladı, tepindi, yalvardı babasına. Dinlemek ne kelime bir de dayak yedi üstelik. Osman yakışıklı dediler ama yaşı gelmiş otuza. Yüzü mor, gözü mor, bahtı kapkara karşıladı misafirleri. Razı mı değil mi, sorulur mu hiç, hakkı var mı buna. On üçünde daha gelin oluverdi. Eline kınalar yakıldı, başına kırmızılar örtüldü. Arkadaşları oyun oynarken bahçede bir ata bindirdiler, Güldünya’yı. Bindiği at değildi sanki, gül ağacından bir tabuttu. Yol boyu bildiği bütün duaları okuyup, ölüm diledi Allah’tan. Tam köprüden geçerken atmak istedi kendini derenin azgın sularına. Koşup tuttular hemen, bir güzelde dövdüler.
Aklında binlerce soru, unutturdu acısını. Sonra duyduğu davul zurna sesi güzel şeyler hayal ettirdi ona. Küçücük yüreğiyle, koskoca dünyada yalnız, yapayalnızdı. Çaresiz, kimsesizdi. Aslında yoktu Güldünya. Artık bir kadında henüz on üç yaşındayken.
On dördüne geldiğinde bıkmıştı dayaktan. Ağzında dişi, göğsünde kaburga kalmamıştı. Ama günlerden bir gün heyecanla çarptı kalbi. Elleri karnına gitti. Anne olacaktı. Ama ne demek anne olmak, nasıl anne olunur, bilmiyordu. Gün boyu işten işe koşarken farkına varmadı yaşı küçük olsa da büyüdüğünü. Bir can taşıyordu içinde anlamını bilmese de.
Bir gün erkenden ineği sağdı. Ağır süt kovasını kaldırmaya çalışırken kova çıkıverdi elinden. Süt kovası devrildi, süt döküldü. Kaynanası yıktı ortalığı bağırırken. Dünya üzerinde ne kadar kötü söz varsa sayıldı yüksek sesle, Güldünya’ya. O ne yapacağını bilemezken bir el yapıştı saçlarına. Savurdu ordan oraya. Kanlar akarken dört yana hiç sesi çıkmadı. Toza bulanmış halde yattı sessizce toprakta. Toprak, kara toprak çevresindekilerden daha şefkatle sardı onu.
Adı Gül olsa da gülmedi hiç bahtı kara Güldünya. Osman’ın gözleri büyüdü, göğsü daraldı. Hareketsiz yatıyordu az önce ardan oraya attığı hamile karısı. Gözleri de açıktı. Sanki gözlerini içine bakıyordu Osman’ın. Dövünmek, çırpınmak nafile ölmüştü on dördünde Güldünya. Karnında bebeği ile birlikte ölmüştü işte. Belki de kurtulmuştu bu acılarla dolu dünyadan. Artık yoktu adı gibi kendi de.
Olayı etrafa namus davası gibi anlattılar. Çocuk başkasındandı. Osman namusunu temizlemişti. “Namus davası “hafifletici sebep. Osman yattı içeride bir süre. Sonra bir şey olmamış gibi sürdürdü yaşamını.
Güldünya’nın adı yoktu, sözü yoktu, hakkı yoktu. Şimdi bir mezarı da yok, bir karış toprak yığınından başka.