BİR RÜYA BİN DÜNYA-XII
..............................
AKSİ DEĞİRMENCİ
Konuşulacak bir konu olmayınca konu ‘Yusuf Çavuş’ oluverir. Yer nere olursa olsun bir araya gelmiş olanlar, iyi bilenler hemen Yusuf Çavuş’un hayatını anlatmaya başlarlar. Askerliğinden başlayarak nasıl yardımsever, misavirperver biri olduğunu anlatırlar. Yusuf Çavuş daha sağlığında kendisinden anlattırır. Sadece Bişek Köyü’nde değil uzak yakın bütün köylerde ve hatta komşu vilâyetlerin bazılarında bile anılır birisi olmuştur. Odada, evde, yolda, tarlada, bağda ve bahçede birisinin iyiliği anlatılıyorsa, o, mutlaka Yusuf Çavuş’tur.
Aklı selim kime sorulsa onun hakkında hep şunları naklederler;
-“Yusuf Çavuş yeni askerden gelmiştir. Geldiğinde köyde hemen herkes ve bütün akrabalar bile yoksul durumdadırlar. Yusuf Çavuş, adeta hızır gibi yetişmiştir. Yusuf Çavuş, herkese ilaç olmuş, sanki herkese ilaç getirmiştir. Yusuf Çavuş bir gelmiş, pir gelmiştir.”
-“Başta akrabalar olmak üzere herkese yardım eder. Yusuf Çavuş dolu gelmiştir. Belindeki kuşağı sarı sarı kırmızı liralarla doludur. Tarla alır, bağ alır, bahçe alır... Koyun alır, keçi alır, inek alır... Yusuf Çavuş kimin ne ihtiyacı, eksiği varsa alır. Herkesi sevindirir. Başta kardeşlerini, yiğenlerini, amcasının çocuklarını...”
-“Allah, kendisinden razı olsun! Odayı yaptırdı.. Oturup konuşuyoruz. Yemeğini yiyyoruz, acı kahvesini içiyoruz. Karnımızı doyuruyoruz...”
-“Bize akıl bile veriyor. Daha ne isteriz...”
Yusuf Çavuş her fırsatta kendisine yardıma gelenleri hiç boş çevirmez. Hele akrabalarını hep korumuş ve kollamıştır.
Amcasının oğlu Eşref’de korunan ve yardım edilenlerdendir. Eşref, eli bolarınca hemen buğday satın alır. Kağnıyı koşar. Köyden üç beş kişi bir olur ve doğruca Çorum’a giderler. Günlerce yol giderler. Çorum’a vardıklarında işleri hemen bitmez. Çünkü dört, beş tane değirmen olmasına rağmen önceden gelmiş, sıra tutmuş insanlar vardır. Beklemek zorundadırlar. Hangi değirmenin yanına vardılarsa hepsi de ‘bekliyeceksiniz’ derler. ‘Bekliyeceksiniz’ sözü Eşref’i düşündürür. Eşref, ta en alt tarafta bulunan değirmene gitmeye karar verir. Verir amma hem köylüsü hem de diğer kişiler Eşref’e gitmemelerini söylerler. Hatta ısrar ederler. Eşref sonunda dayanamaz sorar;
-Niye bu gadar ısrar ediyonuz ki? Belki orda sıra az...
Orada bulunan yabancılardan biri karşılık verir;
-“Valla gardaş, ister get, ister getme. O gidecan daarmenci çoh ahsidir. Bek adamlıhlı daal. Biz de senin gibi ettik, vardıh yanına. Selâm verdik. Selâmımızı bile almadı. Üstelik bizi govdu. Buradaki gibi sıra da yohtu orda. Ahıl senin, istediğin gibi gullan, arhadaş!”
Eşref kendi kendine az düşünür. Sonra birden eline övündereyi alır ve kağnının başına geçer. Arkasından da konuşur;
-Beni dövecek daal ya!..
Eşref son değirmene varır. Kağnıyı müsait bir yere çeker, tekerlerin arkasına ve önüne birer taş kor. Doğruca değirmene yönelir. Daha içeri girmemiştir. Burada da gerçekten insanlar vardır. Sıra beklemektedirler. İçeri girmek üzereyken kapının hemen dış kısmında bekleyen birisi Eşref’i durdurur;
-“Hoş geldin hemşerim! Sende mi geldin?”
-Selâmünaleyküm. Hoş gordük hemşerim. He, ben de geldim.
Adam bir elini Eşref’in kolundan yavaşça tutar ve kenara doğru bir iki adım çeker. Sessiz bir biçimde konuşmaya başlar;
-“Yahu hemşerim! Niye geldin buruya? Öbür daarmenlerde dursaydın daha eyiydi. Yahu heç gonuşturmuyo. Etimiz yağımız eridi. Ben altı gundür burdayım. Aha bitti, aha bitecek oyalayıp duruyo. Bi şey gonuştuğun zaman çalıp azarlıyo. ‘Baanmiyosanız gedin’ deyiveriyo. Valla, heç gorünmeden başka daarmene getsen eyi olur, hemşerim!..”
Eşref, sadece dinler. Ama biraz bozulur. İçinden, “ya kovarsa, beni de gunlerce bekletirse...” gibi düşünceler kafasını kuşatar. Sonra cesaretini toplar ve içeri girmeye karar verir. Bu arada kendisine nasihat çeken adama döner;
-Sağ ol hemşerim. Buruya gadar geldik gaylin. N’apalım, bi boyumuzu sınarıh...
Eşref içeri girer. Yüksek sesle selâm verir. Değirmenci bu sırada ambara ekin koymaktadır. Başını şöyle yarım daire çevirip bakar. Bulunduğu yerden sertçe konuşur;
-Neye geldin gardaşım? Gormüyon mu, doluyuh işte! Başka yere get. Boşuna bekleme burda.
Eşref içinden “eyvah, doğru söylemiş herkes” der. Zoraki, yüzünü eline alır ve bütün cesaretiyle, hafiften gülümseyerek adeta yalvarır gibi konuşur;
-Sen bilin hemşerim! Tam iki gundür yol çektim. Bişek’ten, Boğazköy’ün ta arkasından geliyom. Çoh yorgunum. İzin ver de sıramı bekleyim...
Değirmenci istifini bozmaz; döner, işini yapmaya devam eder. Sonra birden konuşur;
-Bişekliyim mi dedin? Hangi Bişek? Şu bizim Yozgat’ın Bişek mi? Bizim Boğazkale’ynen toprahları garışır mı?
-Hee. Boğazkoy’ünen toprahlarımız garışır.
Değirmenci kısa bir an durur. Sormaya devam eder.
-Sen Bişekliysen Yusuf Çavuş’u tanırsın herhal.
Eşref bu söz üzerine güler. Değirmenci hemen müdahale eder;
-Niye gulüyon hemşerim? Gulecek bi şey mi var?
Eşref’te ona sorar;
-Yusuf Çavuş’u nerden tanıyon, hemşerim?
-Yusuf Çavuş’u kim tanımaz ki? Onu bütün memleket tanır, aslanım. Onun yardım etmediği kimse yohtur memlekette.
Eşref birden güç alır ve gülümseyerek cevap verir;
-Yusuf Çavuş şimdi koyde. Ben onun sayesinde geldim buruya. Bana para verdi. Ben de buğday aldım, buruya geldim. O, benim emmimin oğlu. Biz gardaşıh...
Değirmenci aniden kimsenin beklemediği şaşırtıcı davranışlar sergiler. Herkes birden dikkat kesilir. Değirmenin hem içindekiler hem de dışındakiler bir ilginç film seyrediyorlarmış gibi sessizce, kıpırdamadan izlerler. En şaşırtıcı olan da değirmencinin kendi eliyle hem de en ön sıraya Eşref’in buğdaylarını alması, öğütmesidir. Günlerce sıra bekleyenler bu olaya hayret ederler. Eşref, herkesten evvel buğdağı öğütülmüş olarak yola çıkar. Üstelik değirmenci bizzat uğurlar;
-“Başçavuşuma ganılarınan selâm gotür, arhadaş! Çorumlu Uyhusuz Mahmıt, de. O annar. Hadi gule gule!..
BURADAN YUSUF ÇAVUŞ GEÇTİ!
Yusuf Çavuş, Cuma günü aniden hastalanır. O güne kadar istediği yere gidip geliyordu. Çok uzaklara gitmiyordu ama bahçeye, değirmene, bağa ve komşulara, akrabalara varıp geliyordu. Hatta torunu Sürme kızı sırtına bindiriyor, kucağına alıyor kendi halinde geziyordu...
Cuma sabahı yatağından kalkar, tuvalete gitmek ister. Ancak bacakları titrer, gidemez. Odanın tam ortasındadır. Yarım vücut geriye döner gelir, sedirin üzerinde serili duran yatağının üzerine yavaşca çıkar, oturur öylece. Sabredemez, titrek ve zayıf bir sesle eşi Mahi Hatuna seslenir;
-Gız gelsene bi yanıma!
Yusuf Çavuş bir kez seslenir, iki kez seslenir Mahi Hatun duymaz. Yusuf Çavuş sesini biraz yükseltir;
-Gız nerdesin yahu? Duymuyon mu?..
Mahi Hatun uzakta değildir. Hemen yan taraftaki kilerdedir. Mahi Hatun, Yusuf Çavuş’u duymuştur. Duymuştur da aldırış etmemiştir. Mahi Hatun, Yusuf Çavuş’un lüzumsuz yere seslendiğini düşünür. Sonra ağırdan ağırdan gelir. Daha eşikten girer girmez, Yusuf Çavuş sitemli bir biçimde seslenir;
-Yahu nerdesin kadın? Bana bi şey oldu… Yürüyemedim yahu. Bacaklarımın dermanı kesildi sanki... Aha gıbırtatamıyom bah! Allah Allah!..
Mahi Hatun hiçbir şekilde kötüye yorumlamaz. Gayet soğukkanlı olarak karşılık verir;
-Olur herif, olur. Daha yeni gahtın yatahtan. Hemi bugün çoh yattın. Bah, gun nerdeyse depene dikilecek. Hem bugün Cuma daal mi? Çoh yattın herif, çoh yattın. Ondan olmuştur. Yata yata bacahların uyuştu, n’olacah.
-Yahu garı, bu öyle daal! Valla bacahlarım dutmuyo. Uyuşma ne daal! Aha ellerimin de feri yoh. Bah döşüme.... Soluh bile şuramda duruyo, çıhmıyo yahu. Allah Allah!..
Mahi Hatun yarı inanır, yarı inanmaz tavırla geriye döner ve doğru karşı odaya gider. Burası oğlu ve gelininin odasıdır. Burada soba yanmaktadır. Gelini Hanım, yeni doğum yapmıştır. İki gün olmuştur Yusuf Kenan dünyaya geleli. Hanım Gelin de bu nedenle daha hastadır, lohusadır. O da kesinlikle yatağın içinden çıkmamaktadır.
Havalar soğuk gitmektedir. Gerçi soğukların da zamanıdır ama gelinin ayı günü yakın olduğundan daha önceden tedbir olarak soba kurulmuştur. Musa da biraz önce içeri girmiştir. Evin alt tarafında bulunan hayvanların yiyeceğini verip gelmiştir. Musa, sedirin üzerine öylece uzanmıştır. Mahi Hatun girince Hanım Gelin toplanır ve ayağa kalkmaya çalışır. Mahi Hatun hemen konuşmaya başlar;
-Musa! Oğlum uyuyon mu? Ağan hasta mı ne? ‘Bacahlarım tutmuyo, elim ayağım tutmuyo, soluh alamıyom’ deyip duruyo. Önce ben de inanmadım emme ecik hasta gibi...
Musa yatağından ok gibi fırlar, kalkar. Anasına hiç karşılık vermeden doğruca babasının odasına girer. Arkasından Mahi Hatun gelir.
-Ağa, n’oldu? Neyin var ağa? Hasta mısın yosam?..
-Valla oğlum, bilemiyom heç bi yerim tutmuyo. Kutük gibi oldum sanki…
-Ağa, istersen seni tuvalete kadar gotürüyüm.
-Yoh oğlum! İstemem. Önce ehtiyacım var gibiydi, emme şimdi yoh gaylin. Ben şöyle yataan içine ecik giriyim.
Musa, yardım eder ve yatağın içine tekrar yatar Yusuf Çavuş. İşte bu sırada hafif bir titreme olur Yusuf Çavuş’ta. Mahi Hatun ve Musa birbirlerine bakışırlar. Mahi Hatun yavaşca seslenir;
-Üşüyon mu?
Musa, anasının bu sözü üzerine araya girer;
-Ana! Ağamı bizim oduya alah. Ağam üşüyo galiba.
-Oğlum, havalar o kadar soğuk da daal!..
-Olsun ana, bizim odada nasılsa soba var.
-Ağanı, Hasan’ın eve gotürsek... Burda gelin lohusa, irahatsız olmasın, oğlum.
-Yoh ana, olmaz öyle şey!..
Mahi Hatun burada karşılık vermez, susar. Musa, babasının üzerinden yavaşca yorganı kaldırır. Seslenir babasına;
-Ağa! seni bizim odaya gotürecam. Orda yat. Sen ecik üşümüşsün. Soba yanıyo nasılsa, ısınırsın. Tamam mı?
Yusuf Çavuş konuşulanları duymuştur. Dermansız vaziyette, zayıf bir sesle ve gözlerinin de yardımıyla karşılık vermeye çalışır;
-Ben, Hasan’ın eve getmem. Gelinimle aynı odada yatarım, gene getmem.
Musa gülümseyerek karşılık verir.
-Tabi ağa! Hem seni kim gotürüyo ki ağa? Gelinin de yatsın, sen de yat. N’olacak sanki.
Mahi Hatun, kafasını bir sağa, bir sola sallayarak önden gider, sediri hazırlamaya çalışır. Musa da babasını yavaşca kucaklar, aldığı gibi kendi odasına getirir. Hanım Gelin bu sırada yatağın içindedir. Hanım Gelinin lohusalığı devam etmektedir. Hanım Gelin, kayınbabası gelince utanır ve hemen ayağa kalkmak için toparlanmaya çalışır. Yusuf Çavuş o halinde durumları görür ve anlar. Gülümseyerek konuşur;
-Valla gelin, heç irahatsız olma. Sen orda yat, ben de şu koşede yatarım.
Hanım Gelin utana sıkıla yatağın içine çekilir. Yorganı başının üzerine kadar çeker. Yeni doğmuş olan Yusuf Kenan da yanındadır. Adını doğduğunda dedesi Yusuf Çavuş koymuştur.
Pencere yanındaki sedirin üzerinde iki yatak serilidir. Sedirin bir başında Yusuf Çavuş, diğer başında Hanım Gelin...
Ertesi gün Hanım Gelin, güç de olsa ayağa kalkar. Çünkü gelen giden olmaktadır. Yusuf Çavuş’un rahatsızlandığını duyan eş dost, konu komşu gelmektedir. Hanım Gelin, karşı odaya çekilir. Yusuf Çavuş’un rahatsızlığı bugün biraz daha artar. Konuşur ama konuşurken her sözcükte yeniden nefes alır.
Necip Hocalar da gelirler. Hem konuşurlar hem Kur’an okur giderler. Necip Hocalar; biri namı diğer Kara İmâm, diğeri Bölük Emin... Bütün bu durumlara rağmen, gelen misafirler için ayrıca sofralar kurulur. Yemekler yedirilir.
Hele birisi vardır ki Yusuf Çavuş’un baş ucundan hiç ayrılmaz. Gece geç saatlere kadar oturur. Bu, Eşref’tir. Yusuf Çavuş’un amcasının oğlu... Yusuf Çavuş ve Eşref birbirlerini çok severler.
Yusuf Çavuş’un rahatsızlığı görünür bir şey değildir. Bir yerinde yara bere gibi iz, işaret yoktur. Cumartesi günü dermansızlığı giderek artmıştır. Fazla ekmek, aş yiyemez. Sadece su içer; o da azıcık... Biraz ayran, biraz hoşaf suyu içirirler. Yusuf Çavuş, arada bir pınardan su ister. Zaten evin ve tüm köylünün içtiği su, pınarın suyudur.
Yusuf Çavuş, sanki değişik bir şey ister gibi yapar. Belli ki ne yaptığını bilemez durumdadır. Eşi Mahi Hatun, kalabalığın içinde bir lâf söyleyiverir. Bu, herkesin dikkatini çeker. Birisi, bir daha söylemesini ister; anlamamıştır. Ya da bilerek bir daha söylettirmek istemiştir. Buna, bazıları kısa bir an da olsa gülerler. Mahi Hatun başlar yeniden söylemeye, hem de daha ayrıntılı anlatır;
-Ben biliyodum, herifin ahlını ecik gaybettiğini, emme söylemiyodum...
Arkalardan biri sabredemez, araya girer;
-“Mahi Bibi, Yusuf emmi ahlını mı yitirdi?..”
-Yoh, öyle daal. ‘Ecik unutganlıh başlamıştı’ demek istedim. İki gun önce ahıra enmiş, hayvanların yemini veriyo. Ben, ecik gızdım: N’orüyon herif? Gafayı mı bozdun sen?..
Orada bulunanlardan biri gene dayanamaz, müdahale eder;
-“Ne var bunda Mahi Hala? Yusuf ağam hayvanlara yem veriy o...”
-Tamam, gozel de, ahırda hayvan filân, heç bi şey yoh... Bi de üstelik gendi gendine bi şeyler söylenip duruyo. ‘Geh bicik bicik...’ diyerek, elindeki topu, samanı yemliklere döküp duruyo.
Yusuf Çavuş, yatağın içinde yatadursun, bir gülüşme alıverir odanın içini. Ayrıca her kafadan bir ses karışır ortalığa;
-“Demek Yusuf Çavuş yavaş yavaş ahlını gaybediyo ha!”
-“Vay be! Yusuf Çavuş böyle mydi canım?”
-“Yusuf Çavuş, boş ahıra top dökmüş öyle mi?..”
Bir ses, bütün konuşmaları hizaya sokar adeta. Bu, Eşref emminin sesidir.
-Yahu, ortadaki bi hasta sadece. Genç olan da hastalanır, ahlını bile gaybeder. Olur böyle şeyler. Ne söylenip durursunuz?.. Bırahın böyle boş gonuşmaları şimdi, yahu! Sırası mı?..
Bu konuşma üzerine herkes susar. Sessizlik çöker kısa bir an. Sonra yavaş yavaş ama sessiz bir biçimde odaya girip çıkarlar.
Pazar günü sabahı geldiğinde az da olsa konuşabilen Yusuf Çavuş sonra hiç konuşmaz oluverir. Yatağının içinden başını bile kaldıramayacak kadar dermanı kalmaz. Musa, yanında bulunan yiğeni Yusuf’a bir şeyler söyler. Yusuf, yavaşca çıkıp gider. Çok geçmez içeri Yusuf’la birlikte Memduh girer. Musa, Memduh’a yavaşça seslenir;
-Enişte! Yanına birini al, Eğecen’e get. Elif Bacımı getirin!
Musa’nın bu sözlerinden durum iyice anlaşılır. Yusuf Çavuş’un her an ölebileceğinden endişe edilir. Öğle üzeri Elif Gelin, kocası Ali ile Eğecen Köyü’nden gelirler. Yusuf Çavuş yatağında kıpırdamadan ve hiç konuşmadan yatmaktadır. Kara İmâm ve Bölük Emin namazdan sonra gelirler, başucunda Kur’an okurlar.
Sanki gurbetteki kızı Elif’in gelmesini bekliyormuş; ikindiye az vakit kala Yusuf Çavuş, ruhunu teslim eder. Necip Hoca köyün imâmıdır. Hem görevi icabı hem yakın arkadaşı ve komşusu olarak kolları sıvar. Cenaze yıkama işine hızlıca başlar. Bu sırada başucundan hiç ayrılmayan Eşref emmi, elinde bir ayna, Yusuf Çavuş’un ağzına ve burnuna tutup durur. Sonunda o da umudu keser. Hem söyler hem ağlar;
-Öldü. Yusuf ağam öldü. Getti gardaşım, getti. Ciğerim gardaşım getti... Getti osüzlerin ağası... Getti fuharanın ağası... Getti Yusuf Çavuş, getti gonşular!..
Ağızlardan çıkan sesler, dizlere vurulan sesler, döşlere vurulan sesler bibirine karışır. Eşref emmi kendinden geçercesine ağlarken, yanında biri daha var ki durmadan dizlerine vurur. Bu Celâl’dir. Celâl Pınarcı, hem dizlerine vurur hem ağlar. Bir yandan da söyler;
-Çavuş ağam! Benim ağam! Beni sen böyüttün ağam! Hakkını helâl et ağam!..
Celâl, hem söylenir hem dizlerine vurmaya devam eder. Onu görenler hayretle bakar. Çünkü o güne kadar Celâl’in böyle ağladığını ve üzüldüğünü görmemişlerdir. Çokları dikkatle Celâl’i izlerler. Celâl de yüreğinin derinliklerinden söyler;
-Sen bütün koyü bile beslerdin Çavuş ağam! Liralar getirir, dökerdin yere, kemerinden caşadan… Anan Elif Bibi ‘ekmek az galdı’ der demez, hemen Sungurlu’ya giderdin. Develerle yiğecek getirirdin Çavuş ağam. Goca koyü beslerdin Çavuş ağam! Beni de sen doyurdun Çavuş ağam!..
Celâl’in sözleri tek başına odayı dolduruyordu. Kendinden geçmiş hem ağlıyor hem konuşuyordu. Durmadam Yusuf Çavuş’u anlatıyordu.
Bunun üzerine içeri Elif girer. Babası Yusuf Çavuş’un üzerine kapanır. Güçlükle ayırırlar. Elif, hem ağlar hem söyler. Oradakiler, Yusuf Çavuş’a değil, birden Elif’e yönelirler, onu dinlerler, onu izlerler. Elif de hem ağlar hem söyler. Ama Elif, ağıt yakar oracıkta babasına. Yusuf Çavuş’un baş ucunda başlar söylemeye;
“Hoca dam üstüne çıhtı,
Ağam guş olup uçtu,
Gomşular Yusuf Çavuş’a
Ezirayil vurdu, gaçtı.
Senin için aştım ağam,
Yüce dağları, dağları.
Ben ellere de alıştım,
Gül hatırın için ağam.
Gül hatırın soramadım,
Yatıyodun varamadım,
Gurbet elden geldim ağam.
Son kez sesin duyamadım,
Gariplerin dostu ağam,
Câmilerin postu ağam,
Sen herkesin yanındaydın
Sana kimler kustü ağam?
Üç gun evvel düş’ün gordüm,
Uzattın, gul elini öptüm.
Gozün gırptın, gulümsedin,
Sustun, düş’ümde de ağam.
Musa oğlun baş ucunda,
Hasan da ayağın ucunda,
Yusuf’un delânı olmuş
O da baş ucunda ağam.
Yalnız galdın canım anam,
Ben buna da dayanamam,
Zaten uyhu tutmaz idi,
Bundan böyle heç uyumam.”
Elif’i gurbet doldurmuştur. Elif de babasına tutkundur. Onu hiç kırmamış, üzmemiştir. İsteği sorulmadan gurbet ele verilmiştir ama gene de babasına karşılık vermemiştir. Babası ne dediyse ‘he’ demiş, ‘sen bilirsin ağa’ demiştir. Gözleri ırmak ırmak olur. Sözleri, herkesi, rüzgârın ağaçları salladığı gibi sallayıverir. Herkesi yerinden oynatır. Sesi ve sözleri, odanın içinde gittikçe yükselen bir fırtınanın uğultusuna dönüşür sanki;
-“Gelirken şimşek olurdum,
Neşemi burda bulurdum,
Giderken cansız galırdım.
Sessiz sessiz gettin ağam,
Sultanlarla eğleşmiştin,
İstanbul’a yerleşmiştin,
Paşalarla yemiş idin,
Yetimler Paşası ağam.
Eşref Emmim boynu bukük,
Gozlerin ışığı sönük,
Üzüntüden yönü dönük,
Yiğenini gormez, ağam.
‘Esgerlikte zabit idim,
Sarayda vazifeliydim,
Gırmızı liralar ile,
Gelir idim’ derdin ağam.
Teker teker sayar idin,
Oksüz, yetim başlar idin,
Fakir fuhara galmazdı
Liralar verirdin, ağam.”
Yusuf Çavuş’un cenazesinde çok hoca bulunur. Çevre köylerden ve uzaklardan hocalar gelir. Evler, avlular, yollar ve damların üstleri adeta insan kaynar.
Evinin avlusunda yıkanır. Tabut omuzlara alındığında insanlar, salacadan tutmak için birbiriyle yarışırlar. Yusuf Çavuş, köyün hatta çevre köylerin bile sevilen adamıydı. Gelirler, ona danışırlardı. O, hep öndeydi ve önderdi. Şimdi son kez gene önde gitmektedir. Sağlığında herkesi o omuzlarında taşımıştı. Şimdi ise herkes onu omuzlarında taşıyordu. Bu, en büyük onurdu, paye idi.
Yusuf Çavuş, câmiye doğru bir düğün alayı gibi gider omuzlarda. Büyük bir kalabalık cemaat, namazını kılarlar. Bir büyük ses, câmi avlusunda yükselir;
-“Helâl olsun!”
-“Helâl olsun!”
-“Helâl olsun!”
Oğulları Hasan ile Musa elleriyle kabire koyarlar. Orada bulunan hemen herkes, toprak atarlar üzerine.
Bir Cuma günü yatağa giren Yusuf Çavuş, Pazar günü öğle üzeri hayata gözlerini yumar, ikindi namazının ardından cenaze namazı kılınır. Kendisinin de hizmeti, emeği olan câminin avlusunda, ebedî istirahatına konulur.
Yıl, 1949; kışı uğurlamış, ilkbaharı misafir etmeye başlamışken, Mart’ın ortalarında ‘elvedâ’ der Yusuf Çavuş.
On altı yılı askerlik, yirmi altı yılı muhtarlıkla geçen bir yetmiş iki yıllık ömür... Nohutlu’nun tepesindeki düş, Bişek Köyü Câmii’nin mezarlığında biter.
Bir düş olur Yusuf Çavuş!
“Buradan bir Yusuf Çavuş geçti...”
-SON –
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.