- 558 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Türbe Ziyareti
Yaz tatili bitti ama daha bir piknik bile yapamadık diye başının etini yedik babamın. ’’Düşünürüz’’ dedi, ’’ İyi olurdu aslında.’’ dedi, ’’Gideriz bir ara.’’ dedi; çok ısrar edince de ’’Olur gideriz’’ler ’’Hadi gidelim’’ oldu. Saat on sularında babam eve elinde üç paket piliçle geldi.
-Hani pikniğe gidecektik, yoksa daha hazırlanamadınız mı? deyince bizi sevinç çığlıkları bastı tabii.
Ben kilerden karpuz getirirken ; annem çatal, bıçak, domates, salatalık, ekmek gibi malzemeleri hazırladı. Ağabeyim ızgarayı şişleri getirdi, ablam ise yazgılarla tablaları koydu arabaya.Yengem çaydanlık takımını yerleştirdi, eniştem kolaları getirdi buzdolabından. Onlar otobüse yerleşesiye kadar bende kapıyı kilitleyip atıyorum kendimi arabaya. Evden bir kilometre kadar uzaklaşmıştık ki bir eksiğimizi farkederek geri dönüyoruz eve. Meğer çocuklardan birini eve kilitlemişim. Beş yaşında ki yeğenimi mutfaktan çıkarıp alıyoruz yanımıza -zaten kilitli kaldığının farkına varmamış çocukcağız-, tekrar doluşyoruz arabaya.Yıprak’ tan Kınık yoluna dönüyoruz, sonra istikameti kuzeye çevirip İbirli’ye doğru yol alıyoruz. İbirli Dinar’ a 45 km uzaklıktaymış.
Kınık’tan ötesinde yol asfaltsız olunca tozdu, topraktı derken boz eşek gibi kalıveriyoruz. Sonra otobüsümüzü durduruyor babam , iniyoruz çoluk çocuk. Toplam on beş kişiyiz.
Şimdi pikniğe geldik deyince yemyeşil ağaçların olduğu, hiç ev bulunmayan sulak bir alan zihninizde canlandı değil mi. Geldiğimiz yer sarı otlarla kaplı ve sadece orta yerinde geniş gövdeleri yaşlı olduğunu belli eden, yaprağı sararmış akasyalar var. Ben de şaşırdım önce ama ağustosun sonunda bu bölgenin dağlarından, kırlarından ne beklenir ki.’’Neyse’’ diyorum buna. Etrafta insan yok ama insanların sürekli yaşadığı evler var. Önlerinde de çevlik denilen açık ağılları. Muhtemelen uzaklarda koyunlarını güdüyor olmalılar. Yaşlı akasyaların bir yukarısında , bir de dağa bakan tarafında şırıl şırıl akan iki çeşme var.Yeşil çimenlerin kar yağıncaya kadar etrafını terketmeyeceği çeşmeler...
Bir ara akasyaların arasında ki taştan masa-sandalyeleri ve köşede ki ocağı farkediyorum. Bunların yanına yaklaştığımda bir an akıl erdiremiyorum nasıl yapıldıklarına; çünkü o büyüklükteki masaların ve oturma yerlerinin hepsi yontma. Yani hiçbir şekilde birbirinden ayrı taş yok. Upuzun hatılları olan çeşmenin birinin yanına doğru ilerlediğimde bizim otobüsün karaltısında kalmış olan mescidi, onun solunda ki yemekhaneyi ve yemekhaneye bitişik duran, önünde ki tabelada Nureddin Dede İbirli Türbesi yazan yapıyı görüyorum. Anlaşılan babamın buraya gelme amacı piknikten çok bizlere birşeyler öğretmek. Oraya gitmek için sabırsızlanıyorum ve bir taraftan işe başlamak gerek diye düşünüyorum kendi kendime. Önce hep birlikte eşyalarımızı boşaltıyoruz bagajlardan, sonra görev dağılımı yapıyoruz birbirimize. Babamla ben kuru odun torlayıp getirince ocağa sıralayıp ateşe veriyoruz. Ateş azaldığıda (korda pişen et daha lezzetli olur) annemlerin hazırladığı tavuk etini enişetemle abim şişlere ve ızgaraya dizerek pişirmeye başlıyorlar. Annem, yengem ve ablamlar sofra hazırlamaya başlayınca da altı yeğenemin dördünü yanıma alıp, biz ortalıkta ele ayağa dolaşmayalım diye dağın eteklerine doğru yola çıkıyoruz; ama dağın eteklerinden ötesine gidemiyoruz. Çünkü karşımızda uçsuz bucaksız kılçık ve diken deryası var...Olduğumuz yerlerde de toplamalık olmuş üzerlikler var.Üzerliklerin,batıl ya da gerçek olduğunu bilmiyorum ama,nazarı geçirdiğine inanılıyor.Hiç unutmam annem üzerlik tohumunu köydeki yaşlı bir kadından yumurtaya takas ederek almış ve kolanya ile karıştırarak tavada yakmıştı.Özelliğide buymuş zaten.Kolonya alkolden dolayı ateş çeker üzerliklerin nohut gibi taneleri yanmaya başlar,ç ıkan dumanı nazar olan kişinin koklaması sağlanır.Ben de elime iki dal üzerlik alıyorum ve hep birlikte kenardaki yola ilişiyoruz. Buradan kaçmak durumunda kalıyoruz çünkü girdiğimiz yol bir evin yolu olduğu için köpekler bizi kovalıyor.Koşarak kendi yolumuza geçip çeşmeye doğru geliyoruz.Yeğenlerimin ikisi burada çeşmenin hatılından akan suya ’’şelale’’ diyerek oynamaya başlayınca biz de abdest alarak yukarıda ki türbeye gidiyoruz.İçeri adımımı ilk attığımda 6 mezar gözüme çarpıyor.Bir taraftan orada yatanların ruhuna Fatiha okurken bir tarafanda duvardaki tabloya gidiyor ayaklarım ve tabloyu okumaya başlıyorum.
Tabloda anlatıldığına göre; Nureddin Dede dinine düşkün bir çobandır. Bir defasında çobanlık yaparken çok yakın bir akrabasının düğününe gitmek zorunda kalır. Sürüsünü dağda ki bir mağaraya bırakarak düğüne gidip gelir.Fakat köylü Nureddin Dedeyi ve başıboş sürüyü görür. Halk onu Emire şikayet eder. Emir köylüyü hakklı bulur ama yinede Nureddin Dede’ye bir şans daha verir. Köylü tatmin olmaz ve Nureddin Dede’yi gözlemeye başlar. Ama daha ilk günden Nureddin Dede’nin namaz için camiye gittiğini, sürünün yalnız kaldığını ve kurtların sürünün başında olduğunu görürler.Köylü yine Emir’e şikayete gider.Emir köylünün haklı olduğunu bilsede Nureddin Dede’nin koyunlarının eksilmediğini bilir ve ondaki nurun farkındadır. Ve bu sıralarda Nureddin Dede köyde görünmez olur sürüyüde köylüye teslim etmiştir.Köylüler kaçtı derler Emir aldırmaz.
Birgün Emir Hacca gider ve orada Nureddin Dede ile karşılaşır.Gidip yanına oturmak ister ve oturur bu arada çok açtır.’’Bir kap yemek olsaydı da yeseydim’’ der. Bir anda önünde bir kap yemek bulur. Nureddin Dede bu yemeğin ona helal olduğunu söyleyince yemeği yer ama asla O’ndan ayrılmak istemez.
Birgün Senirket civarlarında birkaç kişi burçak yolar. Emir’ in oğlu Hasan
-Haydi! keselerimize dua edelim de bereketlensin, der. Bunun üzerine herkes kendi burçak kesesine dua eder. Ama dua sonrasında Nureddin Dede’nin burçağının dolup dolup taştığına oradaki herkes şahit olmuştur. Ve bu olaydan sonra herkes O’ nda ki nurun farkına varır.
Ne yazık ki birgün O’ nun da kapısını Azrail (a.s.) çalar. İşte bugün de bu türbe de onun ve ailesinin bulunduğu sanılmaktadır.
Ben duvarda ki bu yazıları okuduktan sonra bizimkilerin korkup kaçtığını ve yalnız kaldığımı farkediyorum. Kapalı alanda yalnızlık korkusu mudur yoksa dörtyüz yıllık mezarlarla başbaşa kalmanın verdiği huzursuzluk mudur bilmem ama bir anda elim ayağım üşüyor. Bir an ürperiyorum. Son bir defa daha mezardakilerin ruhuna Fatiha okuyorum ve türbeden koşarak uzaklaşıyorum.
Bizimkilerin yanına geldiğim de sofra hazır tabii. Ortada bir tepsi ızgara et, kenarlar da domates, salatalık, biber, soğan... Ve hepimizin önünde birer bardak kola ve en yumuşağından birer yufka. Aramızda kalsın: korkudan kanımın çekildiğini yemeye başlayınca anlıyorum.Bir de odun ateşinde çayı pişirdim mi tamamdır, o demleyinceye kadar mescide öğle namazlarımızı kılmaya gidiyoruz.
Sonra çaydı, çekirdekti, karpuzdu derken bakıyoruz ikindi yaklaşıyor. Bir koşuşturma daha başlıyor. Malzemeleri tek tek yerleştiriyoruz arabaya ama unuttuğumuz birşey var. Hemen çantamdan fotoğraf makinesini çıkarıyorum ve başlıyorum çekmeye; aileyi, dağları, taş masaları, ve tabii ki Nureddin Dede İbirli Türbesi’ ni... Kusura bakmayın , sizlerle fotoğraflarımı paylaşamadım
ama anlatmaya çalıştım.
Biraz piknik, biraz türbe ziyareti, e biraz da hava değişikliği benim için paylaşılmaya değer bir anı oldu.Ve okullar açılmadan önce şeker tadında kısa bir geziyi sizlere tavsiya etmemekta olmaz diye düşünüyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.