18
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1906
Okunma
Sitemizin çok değerli üyesi sayın Mehtap Altan’a verdiğim söze istinaden,
- Niçin anlatmıyorsun gerçekleri?
Adamın sert yüzü loş ışığa dokununca temelli karanlık ifadeler barındırıyordu kucağında. Çılgıncasına bir fikirdi ayrılık, ayrı kalabilmek imkansızdı uzatmışken dudaklarını dudaklarına. Gözleri siyaha batırılmış bir lacivert tonunda, sesiyse daha konuşmaya başlamadan çok çekici kabul edilecek kıvamda pozitif iyimserlik uyandırıyordu kadınlarda.
- Çünkü gerçekler en büyük intikamdır.
Kadın tekrar “Neden?” diye soramamıştı. Israr edebileceği tek şey, bir kez daha kollarının arasına sıkışmak ve nefesinin adını “ihanet” diye değiştirmesi için ona soluksuzca yalvarmaktı. Adam gözleri hünerli biçimde kullanarak kadına uzattı. Ellerini kullanmadan temas edebiliyordu pamuk tenine. Kadının çekimserliğini, omzuna iliştirdiği uzun, ıslak bir öpücükle yok etti. Sonra bariton sesini birazda gömerek karanlığa değdirdi güzel boynuna: “Sevebilir miyim seni?”
Beyaz… Beyaz… Beyaz…
Uzun dehlizlerin sevimli yarısını oluşturuyordu ince topuk sesleri. Diğer ve karamsar yanıysa, sınırsız beyaza dekor olmuş siyah çizgilerdi. İşte bu şekilde güneşi sırtına giyen genç kadın, iri gözlerini kocasının esaret kelepçesi olarak yaklaştırıyordu masaya. Etraflarını kuşatan binlerce kitap, ait oldukları raflardan fırlayarak çığlık çığlığa yetişmek istiyorlardı sanki hayata. Hayat… Kaleme alındıkları o vakit, doğum sancılarının nihayete erdiği ilk sabah ve sonrasında bir yetimhane misali kocaman kitapçı rafları… Hevesli avuçlarda ve tutkulu bakışlarda yeniden gençleşmeyi bekledikleri kocaman bir ömürdü burası. Genç kadın eğildi, kocasının vurdumduymaz hallerine alışkındı ama bu kez her zamankinden daha mühim bir endişeyle kıvrandığı için, bakışlarını belirgin biçimde keskinleştirerek fırlattı haya arkadaşına. “Neden ilgilenmiyorsun? Çok kötü durumda. Yardıma ihtiyacı var, o senin kardeşin.” Adam elindeki kitabı aceleyle kapatıp aynı keskinlik ve kararlılıkta bakarak karşılık verdi karısına. “Onun ihtiyaç duyduğu tek şey kendisiyle yüzleşmek. Ve sessizlik. Bence sende rahat bırak onu. Hatta çevresinde dolanman senin de ruh halini bozabilir, onu senden çok daha iyi tanıyorum, virüs gibidir düşünceleri. Sana şimdi sevimli geliyorsa bile sakın aldanma. Hatta göz göze bile gelme, kaçır, kapat gözlerini. Uzaklaş.”
Genç kadın sinirlenmiş bir vaziyette başını iki yana sert biçimde sallayarak aheste adımlarla uzaklaştı tek bir kelime daha sarf etmeden. Giydiği ince topuklu ayakkabının tiz yankılarını kocasıyla baş başa bırakarak usulca yönelmişti merdivenlere. Tam üç katlı bir kitapçı dükkanıydı burası. İlk kat, yani kocasının bulunduğu, aynı zamanda kasanın olduğu yer zeminin altındaydı. Hatta hemen kasanın sol tarafında bulunan iri pencereden sokak kaldırımları net biçimde izlenebilmekteydi. Lakin manzara çok iç açıcı sayılmazdı, göz kapsamına sadece insanların bacakları, ayakları ve arabaların lastikleri girebiliyordu. Yine de süreç içerisinde adam için bu büyük bir meşgale hatta bir tutku halini almıştı. Öyle ki elindeki kitabı sanki sırf okuyormuş gibi gözükmek için tutuyor gibiydi. Her fırsatta kitabın arasına işaret bırakarak gözlerini pencereye, yani kaldırımda akıp giden, sürat halindeki ayaklara çeviriyordu. Evet, sadece ayaklar, bacaklar ve ayakkabılar. Renk renk… Adım adım… İnsanları yürüyüşlerinden tahmin edebilmek sıra dışı bir oyun gibiydi. Elbette bunun içerisinde de büyük bir istisna üretmeyi başarmıştı adam. En güzeli her gün aynı saatte dükkanın önünden geçen o gizemli kadının incecik bilekli, beyaz ve günün neşesine göre değişen ayakkabılarıydı. “İşte yine” dedi içinden mırıldanarak ve kolundaki saate kaydırdı gözlerini. “İki ya da bilemedin üç dakika içerisinde gelecek”.
Zeminin bir üstünde hem okuma odaları vardı hem de kitaplarla dolu bir sürü raf. En üst ve son kat ise küçük ve mütevazı bir dinlenme odasından ibaretti. Elbette bu odaya minik bir yatağın yanı sıra depo vazifesi gören koliler de eşlik etmekteydi. Kadın en üst kata, yani kocasını erkek kardeşinin yanına gitmişti. Genç adam örtüsünü kaldırmadan, boylu boyunca yatağa uzanmış, bilinçsiz vaziyette anlamsız kelimeler sayıklıyordu. Kadın kapıyı mümkün olduğunca gürültüsüz açtı ve ağır adımlarla yatağa yaklaştı. Hafif terlemişti genç adam. Açık kahve saçlarından süzülen damlalar yanaklarında birikmiş, kalın dudakları büyük bir özür borçlu gibi birbiri üzerine temas ediyordu her anlamsız hecenin ertesinde. Kadın eğildi adamın yanaklarına ulaşıncaya kadar. Kirli sakallarına değdirdi yanaklarını ve şefkatini hiç esirgemeden alnını örttü avuçlarıyla. Sıcacık ve şiddetle örülüydü alnını dolaşan damarları. İçindeki merhameti, alışkanlığının dışarısına çıkarak, biraz da sevgiyle birleştirdi ve dudaklarının ucuna sürdü kadın. Sonra uzun kirpikleri varlığını adama hissettirinceye kadar asılı kaldı suratı adamın suratında. İçinden şuursuzca yükselen yumuşacık bir ses o an duramadı yerinde: “Sevebilir miyim seni?”
“Geceyi vur dizginlere. Sonra sür. Hem gözlerini gözlerime hem de ismini çığlık çığlık. Dudaklarımı uyut yalnızlığın kollarından çıkartıp. Geceyi öp öyle ki nefes alışların yabancı gelene kadar. Sonra dur. Tenin kessin lime lime damarlarımı, isyan etmeyi sevdiğim kadar pes etmeye de yeltenişim olsun gülüşün ve sen gülünce, ne gece kalsın meydan okuyan gündüze ne de aşkı gurbet kılan sözcüklerimize. Şimdi ilk defa bu kadar yakınken kalbin nefesime, tut nefesini tenimin içinde. Sana daha çok aşık olmak mı yoksa daha çok sevmek mi seni? Seç birisini?”
Pembe… Pembe… Pembe…
Genç adam aniden açmıştı gözlerini. Soluğu avuçlarının arasındaydı kadının. “Gitmesin” dedi ilk cümle olarak. Şakaklarına uzanan tırnak uçlarını dersinin altında kabul etti: “İzin verme”. Kadın elini genç adamın saçlarının arasında gelişigüzel biçimde dolaştırdıktan sonra onun körpecik hallerine hayranlık duyarak baktı. Bütün anaçlığıyla sarılmıştı bu genç adama. “Ne gitmesin?” Boğuk bir sesle içindeki yağmur adına gürledi genç adam ve kadının incecik parmak uçlarını kalın, biçimli dudağının altına götürdü: “Yalan”. Sonrasında kelimeler kolaylıkla sıyrılabilmişti rehavetten.
Soğuktu ellerin. Mesela kalem tuttuğunda veya cebinden çıkarmak zorunda olduğun parmaklarını gökyüzüne savurduğunda. Tırnaklarına üşüşen beyazlığı gizlerken sonra. Soğuktun, kışa hacet duymadan, pazarlıksızca. Evvela gözlerin… Zor olan, seni senden ayırdıktan sonra beklemekti yine seni sabırsızca. Ayakkabılarına bile küsmekti bana doğru yürümedikleri için suçlayarak. Serseriler gibi naralar atmak isteyip, boşalmış şişeler olmadan denizin tuzunu sürmekti dudaklarıma. Soğuktun işte, nasıl anlatsam ki seni sana? Alkolsüz yüzlerce özür biriktiren bedenimle “Sevebilir miyim seni?” dedim kirpiklerine uzanan ellerimle varlığa inanıp. Soğuktun ama buz tutmadı gözyaşların, gizlendi cümlelerden bir arka sokakta. Kocaman gölgelerin ismi ne bir ağaçtı ne de pasaklı bir gece lambası. Sus işareti yaptım kalemi okşayan ellerimi dudaklarına sürüp. Gitar sesini bastırdı kadın, uzaktan, hazırlıksız yakalandığımız perdeli bir ses, kış ve yağmur gibi… Kovaladı gökyüzü bakışlarımızı ama biz bir saniye bile ayrılamamıştık. “Yalan söylüyorsun. Sus!” Oracıkta içi karışık çizgilerle örülü avuç, gerçeklerin noktalandığı an olmuştu.
“Uyu” dedi kapalıyken gözlerim, geceye yatırarak sevgimi tekrar etti sıcacık ellerin. İşittiğimi biliyordu, ucuz bir uyku numarasıyla kaçmaya çalıştığım cevapsız sorulardan bir tanesini bile sürmeyecekti gözlerime. O sadece “Uyu” dedi huzur içerisinde ve tırnaklarıyla renk verdi tuvalime. “Uyu” dedi sarılmış gibi yaparak vücuduma sirayet ettirip üryan nefesini. “Uyu sadece…”
Su gibi… Renksiz… Saydam…
Körüm ben göremediğim için gözlerinin sona erdirdiği geceleri. Ve elbette sağırım ta ki sesin yakana dek ışıkları. O yüzden bir gün önceden düşünmeye başladığım mazeretlerimsin. Sana telefon etmek için hep bir bahane, hep amansız bir kalp atışı… Gün boyunca komşu kalsın isterim kulaklarım soluğunda. Dilsizim ben aynı zamanda, beni içine düşürdüğün halleri özetleyemedikçe. “Gel” telefonun çalması gerekmeden, saklanma ne geceye ne gündüze. Çünkü zaman, en büyüğüdür mazeretlerin. “Gel. Yinele gözlerini ellerimi sürüklemeden.”
Geceye kelepçeli ağır aksak bir dudak hareketidir: “Seni seviyorum”. Kısık sesim, boğuk uğultum, yastığa gömülmüş yağmurum, gölgelerden çizdiğim kocaman bir ormandır: “Artık sevmiyorum”. Yanımda kalacakmış gibi tüm gece siyahı elbiselerinden, tüm yalanları da gözlerinden çıkartıp gelirsin ya, susmak gelir içimden ve hiç konuşmamak korkumdan, gidişin olur sesinin sonlandığı an. O yüzden açmam telefonları, açamam belki çocuk kalmaktan. İnkar edip gerçekleri sadece hayallerimdeki gibi tutuklanmaktan korkarım, infaz memurudur ellerin: “Sevmek kolay, sevmiyormuş gibi uzak kalmaktır asıl zor olan”. Herhangi biri olamayacak kadar “herkesim” yüreğinde, herkes gibi herhangi bir aşığım işte.
Anafora gizleniyor bedenlerimiz sonra parmak aramıza kıstırıyoruz güneşi bir gece vakti. Sen bakamıyorsun, kapanıyor usulca dudakların, sıkışıyor asansör gibi. Gri gökyüzü tonlamalarında meşhur bir ayrılık, hiç olup gülümsüyor toprağa düşerken nefeslerimiz yağmur adı altında. Israrla kapalı dudakların, kanatlarını yoluyor sevgi arsızı gözlerin su sıçratmadan gözlerime. Soyunuyoruz, çıkartıyoruz üzerimizdeki kelimeleri, sadece o gitar asılı kalıyor tenimizde. Tek bir melodi binlerce ifade, sevişiyoruz. Müzik örtüyor dudaklarını tıka basa, “Sakın aralama”, kalıyoruz günü bitmemiş anaforda.
“Unut” dedi bu defa şakaklarımdan tutarak sıkıca. Soğuk elleri eldivenle örtülüydü. Damarlarımı kesti birer birer. Kendime koyduğum en büyük engeli söküp atmak için vücudumdan, nefretle mükafatlandırdı beni. Benim için yazın ortasında kuvvetli bir klima etkisiydi ıslak öpüşleri. “Unut” dedi beynimin kaldırımlarına sürerek gözyaşlarını. Pişmanmış gibi kabahatlerin bir ucundan tutarak, kendisine çekti cesurca yağmurunu. “Unut şimdi, hiç yaşanmamış gibi.”
“Yalan söylüyorsun. Sus!” Hayır gözlerin değil, ama kim? Kim yalancı? Upuzun bir kuyruk kadar yürek kırıcı, “Yalancı!”, tül beyazı bir örtü sarılmış vücuduna. “Seni sevebilir miyim?”
“Dur, sus artık! Yalancı! İnanmak istemiyorum hayata!”