- 622 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
BU BİR SINAV MI
Kamyonun şoför mahallinde ben vardım anne babamın yerine bu kez.
Yol çok kısaydı. İstanbul’un bir semtinden diğer semtine gidiyorduk.
Ama ben eşya niyetine çileyi yüklemiştim kamyona.
Umutsuzluğun çaresizliğin sahipsizliğin ipleriyle de sıkıca bağlanmıştım çözülmemecesine.
Ve kamyon olanca ağırlığıyla omuzlarında yol alıyordu şimdi.
***
Aynı gün içinde aramış bulmuş ve tutmuştum evi.
Sonbahar mevsiminin son ayıydı ama kış erkenden bastırmıştı.
Yol üzerinde bahçe içinde iki katlı eski bakımsız bir evin alt katıydı.
Evin üst katını ise bir öğretmen tutmuştu iki yeğeniyle birlikte.
Eşyaları yoktu.
Annemin yatak odasını ve gaz sobasını onlara verdim.
Karşı apartman komşumuz Emine Hanım Teyzenin verdiği kömür sobasını da bize ayırdım.
Hava buz gibiydi. Nefesler donuyordu. İstanbul’un çok yaşlıları uzun yıllardır böyle bir kara kış yaşamadıklarını söylüyorlardı.
Tez elden kömür almalıydım.
Ufak bir araştırma sonunda kömürümü almış kömür kamyonuyla eve doğru yola çıkmıştım.
Şoför mahallinde yan yana oturduğum 25-30 yaşlarında görünen kara bıyıklı boynunda zinciri bileğinde kalın künyesi olan adamın kullandığı kömür yüklü kamyon tartıdan çıktığında kolumdaki saat gece yarısını gösteriyordu.
“Çok geç kaldık. Niye gündüz vermiyorsunuz kömürü.” dedim adama.
“Usul böyle. Bu saatlerde giriyoruz tartıya. Siz kömür bulduğunuza şükredin. Biliyorsunuz kömür karaborsa” dedi.
Tam bir işadamı tavrıyla konuşmuştu. Başka da hiç konuşmadı zaten. Sürekli yola bakıyordu. Arada bir de kapalı ağzındaki çiklete bir iki diş darbesi atıyordu o kadar.
Sokağımız zifiri karanlıktı.
Adam damperli kamyonu kaldırım seviyesinden epey aşağıda olan bahçeye sessizce boşalttı kısa sürede.
Ödemesini yaptım. Biraz alacağım kaldı. Bozuğunun olmadığını söyledi. Vermedi.
Olsundu canım. Lafımı olurdu. Kimlerde ne alacaklarımız kalmamıştı ki...
Hem benim hem ailemin bu dar gelirimize rağmen.
Karaborsada kömür bulmuştum. Gecenin bir yarısında ve bu zemheride üstelik.
En önemlisi sağ salim ev gelmiştim ya. Kadın başına hem de.
Annem ve kızım cama yapışmışlardı adeta gece boyunca.
Yemeğimi defalarca ısıtmıştı annelerin en hası. “Kızım ha geldi ha gelecek” diyerek.
Çay sıcacıktı. Birkaç bardak çay içtim yalnızca. İçim ısındı az da olsa.
Hemen yatağa girmeliydik. Bu soğukta uyuyamasak da.
Yarın sobayı bir güzel doldurur çıtır çıtır yakardık. Ne güzel. Sıcacık otururduk. Böyle dayanılmaz bir soğukta bundan daha büyük bir şans olabilir miydi.
Uykusuz geçen gecenin sabahında kızımı okuluna uğurlarken gözlerim de yerinden uğradı. Gördüklerim karşısında. Bir-iki küçük parçanın dışında bahçe kömür tozlarıyla kaplanmıştı.
Meleklerden de melek annem kömür tozlarını gazete parçalarına doldururken ben de biraz daha küçük parçacıkları keserle daha da küçültmeye çalışıyordum.
Sobayı bunlarla doldurup yaktık. Zehirli bir duman sardı her bir yanı.
Evin bacasının tıkalı olduğu anlaşıldı.
Üs kattaki Sait öğretmen uğraştı tıkalı bacayı açmak için. Başarılı oldu ama nasıl yanardı ki o kömür tozları. Yanmadı tabii.
Onlarla paylaşacaktım kömürü. Niyetim buydu.
Çünkü verdiğim gaz sobasını pamuk sobasına çevirmiş, yataklarından çıkardıkları pamuk parçacıklarını akşamları çevresinde halka oluşturdukları bu sobada yakarak ısınmaya çalışıyorlardı.
Yanımda bir erkek olsaydı belki de bu kadar cüretkar davranamazdı kömürcü adam. Okullarda tiyatro çalışması yaptığım sırada tanımıştım Bahattin öğretmeni.
Bu konuda kendisinden yardım rica etmiştim çekinerek.
Ama o öğretmenliğin yanı sıra yaptığı ticaret işiyle kazancına kazanç katmakla öylesine meşguldü ki bizim halimizden anlayabilmesi zaten mümkün olamazdı.
Karlar metreleri bulmuş okullar uzun bir tatile girmişti.
Sırtımızda manto başımızda başlık öyle oturuyorduk.
Kızımın eldivenli elleri ne kalem tutabiliyor ne sayfa çevirebiliyordu.
Uyuşmuştu soğuktan. Sızlamaları da ayrı bir yürek sızısıydı
Umutsuzluk ve çaresizlikten gözlerimizin dolmasına gerek kalmıyordu. Çünkü bu buz gibi soğukta gözlerimizden yaşlar eksik olmuyordu zaten.
“Allah’ım sen bize niye mutlu olma şansı vermiyorsun hiç” diyordum isyankar olduğumu bile bile.
Bembeyaz karlar simsiyah kömür tozlarını örttü kısa sürede.
Tıpkı kapkara kazançların üstünü örttüğü gibi.
Haklıydı dönme dolaptaki çocuk.
Şu İstanbul’un toprağından altın değil pırlanta fışkırıyordu.
Çok da enayi vardı soyulacak. Tıpkı benim gibi.
O yıl da kömür zenginleri türemişti bu mübarek ülkede bol bol.
Boynu zincirli ağzı çikletli genç adam ve daha onun gibi niceleri atlaya-zıplaya çeşitli dallarda ‘büyük iş adamları’ olmuşlardı tez zamanda.
Ve kim bilir nerelerde ne çok söz sahibiydiler şimdilerde.
Böylece geçen süreçte vurguncunun. Soyguncunun adı ‘İşadamı’na.
Vurgunun soygunun adı da ‘Ticarete’ çıkmıştı.
Her zaman bu Kara Adamların/Kadınların üzerlerini örtecek karlar yağmıyordu belki. Ama bunlardan ortalığa o kadar çok yağmaya başlamıştı ki…
Cenap Şehabettin Sokağı’ndaki bu eski sarı badanalı evi ailece gelip seyretmekle kalmıyor “Yarın mahşerde iki elimiz yanımıza gelecek. Doğruyu söyleyeyim. Biz senin gibi iyi birini hiç görmedik” diyordu ev sahibinin babası iki elini gökyüzüne kaldırıp.
İçi ve bagajı bohçalarla dolu olan gri metalik pırıl pırıl arabasına da oğlu vuruyordu ellerini. “Şu arabadan sağ çıkmayalım. Senin hakkını inkar edersek. Peşinatını depozitonu verdin. Bacayı açtırdın. Elektrik saatini yeniledin. Önceki kiracıların bıraktığı borcu bile ödedin. Vallahi elli tane erkeği cebinden çıkarırsın sen” dedi ve yüzünü boyası dökülmüş eve çevirdi. “Bu ev bizim değil senin. Havalar biraz düzelsin şu cephe boyasını da yaptırırsın. Ev bizden çıktı senin şerefin oldu artık. Evin kağıtlarını babam hemen söksün. Araba buradayken gidip boyaları da alalım. Tanıyorum adamları. Hesaplı verirler. Badana boyayı da onlara yaptırırsın” dedi.
Ve dış cephe boyası hariç dediklerini aynen yaptırdı.
Kızım iki gündür yüksek ateşle yatıyordu. Kuruyan ağzını zor aralıyordu. Zaten onun sesini ne zaman duymuştum ki. Anlaşılan suskunluğumu ona devretmiştim hem de fazlasıyla.
Pazar günleri kurulan semt pazarı kapının önünden geçiyordu. Mevsimin her tür sebze ve meyveleri öylesine göz alıyordu ki tezgahlardı taze taze. Ama ben bunların hiç birine göz ucuyla bile bakamıyordum. Hatta birkaç limonla limonata yapıp kızının kuruyan ağzını serinletemedim bile.
Eve yapılan harcamalar bitmiyordu bir türlü. “Adana’ya gideceğim gelecek aylara mahsuben birkaç kira bedeli verir misin.” lerle başlayan talepler sonraları yanlarına aldıkları birkaç pejmürde adamı mimar mühendis olarak tanıtıp “gördüğün gibi ev çok eski, tadilata başlayacağım, evi boşaltmanız lazım” sözleriyle sürüyor ve verdikleri sürede boşaltmadığım takdirde çatıyı sökmeye başlayacakları uyarısı geliyordu ardından.
Üst katta oturan Sait öğretmen dayanamamış çıkmıştı.
Vakitli vakitsiz çocuklarının kapının ziline basmaları. Camları taşlamaları gerçekten çocuk oyuncağı kalıyordu o akıl almaz tehditlerinin yanında. Söylentilere bakılırsa ‘bohçacılık’ adı altında birtakım uyuşturucu maddeleri pazarlıyorlardı.
“Çıkmazsanız size öyle bir oyun ederiz ki ömür boyu hapislerde sürünürsünüz.” Tehditleri durumun ciddiyetini belli ediyordu.
***
Bir Bayram arifesiydi. Yazdım dilekçemi ve koştum Kadıköy Savcılığına hızla.
Başsavcı dilekçemi okurken bir iki kez yüzüme dikkatle baktı. Ve hemen işleme koydu. Bayram tatili başlıyordu. Dilekçeyi öğlene kadar götürmem gereken merci’ ye yetiştirmeliydim hemen.
Beni Ayakta uğurlarken yüzüme bir kez daha baktı. Bu bakışlarda acımayla karışık bir hüznün gölgelerini sezdim.
Bu deneyimli savcı anlamış mıydı beni. Üzülmüş müydü durumuma. Ve bu ülkede haksızlığa uğrayanların her zaman hep iyi niyetliler haklılar ve ahlak sahibi insanlar olduğunu mu düşünmüştü yoksa…
Hızla çıktım oradan. Kadıköy Bahariye Caddesi’nden Acıbadem Karakolu’na kadar gözümün yaşı dinmedi. Kapısına geldiğimde yaşlara hakimiyetimi iyice yitirdim.
Kapıdaki polis memuru biraz şaşkınlıkla baktı yüzüne. ‘Davacı’ konumunda da olsa Karakolda olmanın sıkıntısını yaşıyordum alabildiğine.
Karakolun bulunduğu sokaktan geçmenin bile neredeyse ayıp sayıldığı günleri anımsadım. Geçmek zorunda kalındığında ise başlar önde hızla geçip gidildiğini de.
Öyle duymuş, öyle görmüş ve öyle yaşamıştık. O güne değin…
Toplumun değer yargıları şaşılası biçimde hızla ters yüz olmuş olsa da.
Yüz kızartıcı suçlardan ceza alanlar dahi “Aslanlar gibi yattık çıktık” deseler de.
Ülke onlarla gurur duysa da.
Ve bunlar ülke yöneticilerinin en yakın dostları olsalar da.
Aile bireylerinin savcılıklara çağrılıp ifadeleri alınmak istense de.
Ve ben bunları düşünüp teselli bulmaya çalışsam da…
Bunlar benim kanayan yüreğime merhem değil dert oluyordu.
Yukarıya çıktım. Bir memur daktiloda şikayet dilekçesini yazarken. Diğer memur şikayetçi olduğum kişileri karakola getirmek için verdiğim adrese doğru yola çıkmıştı bile.
Evin kapısına geldiğimde çoğunluğu kadın olan bir grubun çirkin küfürlerle üzerime doğru geldiklerini gördüm. Ev sahibesi kadının akça paça yüzü kireç gibiydi.
Bakışlarından ürpermemek olanaksızdı.
İri yarı bedeniyle kaykıla kaykıla gelip sırtımdaki cekete tek eliyle asılıp kolumdan çıkarıp beni hırpalarken yanımdaki polisin buna seyirci kaldığı anda kızımın demirli pencereden “Anne! anne!“ diyen korku dolu haykırışı değil yürekleri. Dağları taşları parçalayacak acılıktaydı.
Polis memuru ev sahibesi kadının (Tülay Şenel) babasını ve kocasın alıp götürmüştü.
Bu durumdan aynı anda bütün akrabaları haberdar olmuş bahçe ve kapı önünü işgal edilmişti.
Normal koşullarda birbirleriyle hiç geçinemeyen bu insanlar böylesi durumlarda tek vücut ve tek yürek oluyorlardı bir anda.
Biraz hırpalandıktan sonra içeriye girip olanları görüp annemi dinlediğimde ikisinin de fiziksel de olsa yaşıyor olmalarının bir mucize olduğuna inandım.
Kadın demirli pencerelerin camlarını kırmış kapalı perdeleri olanca gücüyle çekip kornişleriyle birlikte yere indirmişti.
Annem kızımın bayram banyosunu yaptırıyormuş o sıra. Neye uğradıklarını şaşırmışlar. Kadın çıldırmış tam olarak. Yaptıklarına karşın sinirleri yatışmamış. Kapıyı yumrukluyor içeriye girip ikisini de elleriyle boğacağını söylüyormuş avaz avaz.
Üstelik hiçbir ceza almayacağını da.
Bu doğru olabilir miydi gerçekten?
Olurdu.
Kadın cezai ehliyetinin olmayışına güveniyordu çünkü.
Koloni halinde yaşıyorlardı bu semtte.
Sessiz sakin edepli ve daha çok da başlarında erkekleri olmayan kimselere kiralıyorlardı evlerini. O insanları çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin daha kolay olacağını biliyorlardı deneyimlerine dayanarak.
Daha olmazsa canlarından bezdirip çıkmalarını sağlıyor ardından başka ‘avların’ peşine düşüyorlardı. Düzenleri böyleydi.
Birbirlerine çok benzeyen tipleri ve ses tonlarının yanı sıra giyim kuşamları. Arabalarının rengi modeli de birbirinin aynıydı.
Kadının zaman zaman ortadan kaybolup daha sonra çok kötü bir görüntüyle ortaya çıkması işlediği suçlardan dolayı ceza görmüş olduğunun kanıtı gibiydi.
Kocası da karısının başına “neler neler geldiğini” itiraf ediyordu zaten.
Çevrenin ve emniyet mensuplarının ifadelerine göre bunlarla bir kişi baş edebilmişti ancak. O kişi de Karadenizli bir gemiciydi.
Ne demek baş etmek!
Yasalar ne gün için. Kimler için vardı?
Bu suçların ve bu suçluların cezasını kimler verecekti?
Suçsuz ve masum insanların haklarını kimler koruyup gözetecekti?
Onları bu korkunç insanların şerrinden kimler kurtaracaktı?
Kimlere, nerelere güvenmeliydiler?
Adları üstünde değimliydi?
Adalete.
Emniyet Teşkilatına.
Ve elbette Yasalara.
Vatandaşın gönül rahatlığıyla güveneceği resmi birer “Temel Varlık” değil miydi bu Kurumlar?
Oysa suçsuz mağdur ve Davacı biri olarak girip de suçlu ve Davalı biri olarak çıkmaktan hatta çıkamamaktan ödü kopar hale gelmişti insanlar.
Çünkü ‘güven duygusunu’ yitirmişlerdi.
İnsanlar birbirlerini sevmek aynı duygu ve düşünceleri paylaşmak zorunda olmayabilirler…
Oysa Güvenmek Zorundadırlar.
YORUMLAR
Tülin Hanım,
Çok açık ve net çizmişsiniz densiz ve zorba karakterleri. Nezaketinizden hiç ödün vermeden.
Bunlar yaşanmış gitmiş ama yüreğinizdeki izi hala mevcut,. Çünkü bu zamanda şahit olduklarınız o hak yiyen edepsizlerin baş tacı edildiği zaman olmasından. Dediğiniz gibi hırsızlık ve arsızlık marifet oldu. Ama ben hala Yüreğindeki dürüstlük ışıgından ödün vermemek için çaba harcayan bir dost görüyorum karşımda ve bu insan olma özelliğidir ve sizi, İnsan gibi insan olduğunuz içinde ayrıca kutluyorum... Hep olduğunuz gibi kalın sevgili Arkadaşım.
Sevgimle daima.
TÜLİN ÖZTUNÇ
En zor sanattır İnsan olabilmek sizn de bildiğiniz gibi..
Hem de çok zor...
Esenlikler diliyor sevgiyle kucaklıyorum.
TÜLİN ÖZTUNÇ
Her zaman derim; verdiğimiz selama bile bedel ödedik.
iyi insanlarla karşılaşmanız dileğiyle sevgilerimi yolluyorum.