- 3819 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SEVDAYA MEKTUP
SEVDAYA MEKTUP / Muhammed Manap
Bugün farklı bir şekilde uyandım. Bana çağrı attın ve ben de telefona uzanma pahasına sedirden düştüm. Sonra da sana mektup yazdığımı söyledim. Oysa yazmamıştım, daha yeni koyuldum bu yola. Pınarbaşı’ndayım ve ilk defa sana yazacaklarımı geceye saklamadım. Umarım sana dair düşündüğüm her şeyi yazabilirim.
Önce gözlerinden başlayayım. Âşığı mâşuğa hem-dem eden varlıktan. Kahve’nden, kahverengi gözlerinden. O renk, sende, beni her zaman çekik bir kuyunun ardından seyrediyormuşsun gibi duruyor ve daha da değerli kılıyor seni bana. Hani şâir diyor ya: Parmakların bilmem hangi ülkenin mâbedinden alınmalı, gözlerin... İşte senin gözlerin de bu vatanın bir parçası değil, Züleyha’nın ayak bileklerine “sultanlığının tacı” olarak taktığı yasemen çiçeği misâli... Bir başka güzel; bir başka mevsim...
Sonra “tek”ten çoğa ulaşmalıyım. Bir kuyudan kaçıp da “kuyular ülkesi”ne ulaşmalıyım. Yani yüzüne varmalıyım. Ve kelimelerle öpmeliyim o dokunamadığım yüzünü. Dakikalarca düşünmeliyim yüzünü neye benzetmeliyim diye. Sonra birden lotus çiçeği düşsün satırlarıma. Ve sonra nilüfer kokusuna âşina olayım. Bataklık çiçeği, su çiçeği, nilüfer... Sen benim bataklığımda büyüttüğüm en nârin çiçek. Hâsılı; Yûsuf’un bir parçasısın sen. Ve bu tâbirlerin şâhı da sana söylenmiştir yıllar önce: Yûsuf yüzlü...
Pervaneye esir düşen mum ışığı gibiyim. Rüzgârınla sallanıyor geleceğe ektiğim hâyal ağacım. Sesinle ötmeye başlıyor kuşlar. Ve kuğular seni kıskanarak açıyor kanatlarını. Deniz seni görünce seriliyor çarşaf gibi. Hele o ağaç. Belki beş, belki de on sene sonrasının toprağına ektiğim ağaç. Sen onu hiç görmedin ve duymadın kokusunu. Belki hissetmek istersin diye yazacağım onu şimdi...
Kızımız olacaktı. Ne Şerife olacaktı adı, ne de Hatice. İkimiz düşünecektik adını. İkimiz bulacaktık. Dünyanın en tatlı çocuğu olacaktı. Gözleri ela olacaktı ve teni kumral... Onu öptüğümüzde doyamayacaktık. Bir daha, bir daha ve bir daha... Dudaklarına renk renk rujlar sürecektik. Yanaklarını boyayacaktık. Rengârenk takılarla gezdirecektik onu. Sağ elinden sen tutacaktın, sol elinden de ben. Sevimli bir köpekle oynamasını izleyecektik. Yoldan geçenlerin “Çok tatlı bir çocuk...” demelerine alışmış olacaktık. Allah’ın bu hediyesini çok benimseyip bahtiyar olacaktık. Minnacık eteklerle gezdirecektik onu. Peltek peltek konuşmasıyla neşelenecektik. Gecenin bir saatinde, bir şimşekle uyanıp ortamıza gelecekti. Birimiz elini tutacaktı, birimiz de saçlarını okşayacaktı. Öylece dalacaktık uykuya tekrardan. Ben süper baba olacaktım, sen cadaloz bir anne..!
Sonra sabahlar olacaktı. Beraber uyandığımız sabahlar. Bembeyaz bir halı, bembeyaz bir nevresim takımı... Beyaz olacaktı pijamalarımız. Ben senden erken uyanacaktım. Sessizce bir sehpa koyacaktım yatağın yanına. Çayı getirecektim ilk önce o sehpaya; sonra renkli tabaklardaki kahvaltılıkları. Sen hâlâ uyuyor olacaktın. Pencereyi açacaktım. Sabahı hissedecektin. Öpecektim seni ve uyanacaktın. Sonra başlamış olacaktı kahvaltımız...
Akşamı da beraber demleyecektik. Sen biber doğrarken ben soğanlarla cebelleşecektim. Sen pilav yaparken ben çorbayı karıştıracaktım. Mutfak burcu burcu kokacaktı. Yemekten sonra başını omzuma değil, dizlerime koyacaktın. Daha rahat sıkacaktım yanaklarını, daha rahat öpecektim seni. Ve televizyondan yansıyan ışıkları görebilecektim yüzünde. Saat epey ilerlemiş olacaktı. Ankara’nın soğuk ve karlı akşamını, hatta gecesini paltolarla süsleyecektik. Burnun pembe olacaktı. Üşüyüp bana sarılacaktın ve el ele gezecektik bütün şehri. Geleceği konuşacaktık; tatili, seni, beni, bizi...
Bir de özel günlerimiz olacaktı. Beraber pazara çıkacaktık. Koluma girecektin. Yaz mevsimindeysek kiraz alacaktık, kayısı, üzüm, erik... Kış mevsimindeysek turunculara bürünecektik. Okuldan öğrencilerim de görecekti seni. Onların o mâsum tebessümleri karşısında gizlice utanacaktın. Ve mutlu da edecekti eşinin sevilen bir öğretmen olması. Sonra elbise alacaktık birlikte. Seninkileri ben beğenecektim, benimkileri sen... Birbirimize hitâp edecektik. Füme ve kareli bir ceket beğenecektin bana. Saçlarımı sen tarayacaktın. Ben tarayacaktım saçlarını. Locaste olacaktı parfümüm, sen seviyorsun diye...
Üç-beş gün önce, bana, beğenip aldırmış olduğun takım elbiseyle gidecektim son kitabımın imza gününe. Yetkin bir öykü yazarı olacaktım. Ve seni gösterecektim başarımın sırrını açıklarken. Mailler alacaktım. Kıskanacaktın da beni; övünecektin de benimle. Elit çevrelerin kibar davranışları mutlu edecekti seni. Sen, Yazalar Birliği’nden ödül almış adamın eşi olacaktın bir tanem...
Her şey sarı-lacivert olacaktı. “Aşk”ın öbür adı yani. Halımızda sarı ağırlıkta olacaktı. Kanepeler lacivert, ama yastıklar sarı... Duvarımızı süsleyen evlilik fotoğrafımız kanarya logolu bir çerçeveye sığmış olacaktı. Duvara monte edilmiş LCD’de Fenerbahçe maçlarını seyredecektik. Sırtımızda Fenerbahçe formalarımız olacaktı. “Goooool!!!” diye bağırırken birbirimize sarılacaktık. “İşte bu be, işte bu!” diyecektik. Ve bebeğimizin yatağı da cennetin renklerinden olacaktı: sarı-lacivert...
Bahçeli bir evin tek çiçeği olacaktın. Terasta oturacaktık seninle. Her şeyden, herkesten uzakta! Kedimiz de olacaktı; adını birlikte koyacaktık. Misafirler de gelecekti o saadet köşküne. Beraber hazırlayacaktık meyve tabaklarını. Şen bir muhabbet bizi sarıp bambaşka âlemlere götürecekti...
Bunları ve anlatamadığım birçok güzelliği bize armağan eden Allah’ı da unutmayacaktık. İkimizin de ayrı ayrı Kur’an’ları olacaktı. Küçük odada her zaman serili olacaktı ikimizin de seccadesi. Beyazlara bürünüp namaz kılacaktık. Yûnus Peygamber’i, Eyüb Hazretleri’ni, Hâlid bin Velid’i anacaktık. Ağlayacaktık. Ve belki de kurtulmuş olacaktık Gayya’dan!
Esen rüzgâr gibi, doğan güneş gibi de kayboluyor bazı şeyler işte. Ayten’in İzzet’e dair “Ben kendim için kurmadığım hâyalleri ona armağan ettim.” demesi karşısında hayran kaldım. Keşke sen de benim için böyle şeyler diyebilseydin. İsterdim. Ama hep sert ve kaba olduğumu duydum senden. Bir de “Artık olmuyor.” demeni. Çok şeye ihtiyacımız yoktu bizim. Sadece biraz “fedakârlık” lâzımdı. İnkâr etsek de sevgi her zaman bir yerlerde saklıydı. Ellerini tuttuğumda bir başka oluyordum ya hani, öptüğümde seni utanıyordum ya... Hani durup durup “Beni hâlâ seviyor musun?” diyordun ya! Ne bileyim işte, belli oluyor bazı şeyler...
Ama çok şey de değişti artık. Anlıyorum. Eskisi gibi eften püften bahanelerle konuşmaya çalışmıyorsun. Yıldızlar cirit atmaya başladığında, gece çöktüğünde beni hatırlamıyorsun; o kendini beğenen adamı! Seni mutlu edemeyeni yani. “Olmuyorsa zorlama, olmaz.” demişler. Olmuyor da...
Antep’e Range Rower’la gelemedim. Çulsuz bir şekilde geldim. Bir başkasının olma ihtimalin beynimde cehennemler oluşmasına sebep oluyordu. Ve tonlarca şey! O kadar acı çektim -ki hepsini de biliyorsun- ama hiçbir zaman âh etmedim! Etmem de. Bu mektup, geçen dört senenin fotoğrafı olsun isterim. Ve bu cümlenin noktasına dudağımın nemini bırakacağım, öpeceğim. “Belki bir gün özlersin..!” Sesimi duyamazsın belki!
Sen koklamaya doğamadığım beyaz gül, sen arzuladığım cennet, sen bakmaya kıyamadığım yıldız, sen yarınlara sakladığım düş, sen kızımın annesi, sen gecemde doğan aşk, sen yüreğimdeki hançer, sen papatyalara akıttığım yaş, sen Nâzım’ın Pirâye’si, Necip Fâzıl’ın Neslihan’ı, sen Attilâ İlhan’ın Pia’sı, sen benim...
Sadece oku; beğenme, yazma, ağlama, düşünme, sevme ve sakla!
Rabb’e emanetsin.
Seni seviyorum...