BİR RÜYA BİN DÜNYA-XI
......................................
YUSUF ÇAVUŞ’U ÖLDÜRELİM...
Yusuf Çavuş’un yine iyi zamanıdır. Muhtarlığı bırakalı asker elbisesini artık hiç giymez. Üstelik giyimine de özen göstermez. O eski heyecan yoktur. Buna rağmen yine de herkes, bir işleri olsa çekinmeden gelir danışırlar, görüşünü alırlar. O, güngörmüş birisidir. Onun için kendi hayatı artık önemli değildir. Asker ve muhtarlıktaki duyduğu heyecanı kalmamıştır.
Hem millet hem köylü zor bir zamandadır. Yusuf Çavuş’un muhtarlığında da vardı, şimdi de devam etmektedir, benzer durumlar. Bu, sanki Yusuf Çavuş’un kaderidir. Hep zorluklar karşısına dikilir. Daha delikanlı iken, evlendiğinde, askere gittiğinde hep zorluklarla karşılaşmıştır. Muhtarlığı da bırakmış olmasına karşın her proplem gelip Yusuf Çavuş’u bulur. Ancak, zorluklar Yusuf Çavuş’u hiç yıldırmamış, üstelik mücadele etme gücünü artırmıştır.
Bişek Köyü ve çevresi, Yozgat ili ve hatta bütün ülke zor bir dönem yaşamaktadır. Eşkıyalar her tarafta kol gezer. En garibi ve en acısı köyün içinden bile eşkıyalığa heveslenenlerin olmasıdır. Bunların hepsi bilgisiz, cahil kişilerdir. Lâkin yaptıkları, işledikleri fiiller oldukça zarar vermektedir; köylüye, komşuya, memlekete ve hatta kendi yakınlarına... Hemen hepsi de kesinlikle ya asker kaçağı ya başka bir suçlu. Yahut merak ve özenti duymakla başlamışlardır.
Köyün orta yeri, herkesin her zaman ki gibi toplandıkları aynı yer... Kolsuz’un duvarın dibinde köyün erkekleri toplanmışlar, kendi aralarında sohbet ediyorlar. Hava bir yaz gününden kalma sanki. Ekinlerin yavaş yavaş ekileceği zaman.
Eşref, ahırdan hayvanları çıkarmış pınara götürüyor. Elinde bir yaş ağaç dalı, yolun ortasında aniden durur ve yüksek sesle konuşmaya başlar;
-Ulan ‘Kör’! Sen utanmıyon mu da Yusuf Çavuş’un öldürülmesine göz yumuyon ha!.. Seni gidi hain!..
Millet neye uğradığını şaşırır. Eşref, elinde bir ağaç dalı, Abdil’in üzerine doğru yürür. Köylü hâlâ şaşkındır. Eşref çok sinirlenmiş bir vaziyette Abdil’in üzerine yürümeye devam eder. Ancak orada bulunanlar hemen kalkarlar ve bir kısmı Eşref’i, bir kısmı da Abdil’i tutarlar. Abdil bile bir anlam veremez. Üzerine gelen Eşref’e ‘Ne oluyor?’ bile diyemez. O da Eşref’in üzerine hamle yapar. Köylüler hiçbir şey anlamadaıkları halde kavga ettirmezler. Ancak çok merak ederler, Eşref’in bu davranışını. Birisi dayanamaz ve sorar. Bu, Goğ Eyüp’tür;
-“Yahu n’oluyo Eşref? Siz gardaşsınız yahu!..”
Eşref, hırsını alamaz ses tonunu daha da yükseltir;
-Öyle gardaş olmaz ossun! Eşkıyalarla bir olup Yusuf Çavuş’u öldüreceklermiş. Aha bu, bizim ‘Kör’ de yanlarındaymış...
Bu cevap üzerine köylüler karma karışık bir biçimde, anlaşılmaz konuşmalarla karşılık verirler. Eşref’in yarattığı gürültü ve şamata, hemen köyün her tarafına yıldırım gibi yayılıverir.
Yusuf Çavuş, evinin çatal kapısından dışarı çıkar; olduğu yerden Eşref’e seslenir;
-N’oluyo emmoğlu? Neye gızdın öyle?..
Eşref bu sırada pınarın tam başındadır. Yusuf Çavuş’un hemen karşısında altı, yedi adım kadar yakınındadır... Başını Yusuf Çavuş’a çevirir ve sesini yumuşatarak cevap verir;
-Senin Dodak, Şekerinoğlu, başka yabancı eşkıyalar toplanmışlar, garar almışlar... ‘Yusuf Çavuş’u öldürek’ diye. ‘Evini, ahırını yahah’ demişler. Aha bizim ‘Kör’ de yanlarındaymış.
Yusuf Çavuş önce tatlı bir biçimde gülümser. Sonra hafiften gülmeye başlar.
-Yahu, bırah bunları emmoğlu? O dediklerin, heç bi şey yapamazlar. Onlar bana yahlaşamazlar bile. Hem inanma sen böyle dedigodulara, canım. Abdil de onlarınan asla bir olmaz, emmoğlu. Boşuna gayleleniyon sen. Sen get, Abdil’in gonlünü al. Olmaz öyle şey!..
Eşref, Yusuf Çavuş’un bu nasihatı karşısında sadece susar ve dinler. Hiç karşılık vermez. Eşrefle Abdil bir harman boyu konuşmazlar.
APIK ÇAVUŞ DA SEYİSTİ
Büyükçe sarı renkli, kalın bir kâğıda siyah boya ile eski Türkçe yazı yazdırır Yusuf Çavuş. Bir şiir gibidir. Gerçekten de bir şiirdir. Ancak her bir dizesi, hatta her bir sözcüğü çok anlamlıdır. Yediden yetmişe her gören okumaya çalışır. Okuyanlar hemen yorum yaparlar. Çok beğendiklerini söyler herkes. Bazıları duygulanır. Yusuf Çavuş, yazdırdığı bu yazıyı odanın iç bacasının üzerine özel yaptırdığı bir camlı çerçeve ile astırır. Odaya ilk girenin hemen dikkatini çeker; uzaktan bile okunabilmektedir:
“MAŞALLAH ODASINA
SIĞINMIŞTIR HÜDA’SINA
YEDİRDİĞİ TAAMI
KARŞI GELİR BELASINA GADASINA
GELEN GELİR SAADETLE
GİDEN GİTSİN SELAMETLE”
Yusuf Çavuş bu yazının hatırına bile odaya yemek getirtir. Yenilir, içilir. Sofranın kaç defa kurulduğu belli değildir, arka arkaya yemekler gelir. Yusuf Çavuş için her gün yemek yendiğinde bir bayram olur sanki. Buna çocuklar gibi sevinir.
Hem köylünün hem de dışardan gelen misafirlerin tek ağırlandığı ve en önemli vakitlerin geçirildiği yer olur ‘oda’.
Yusuf Çavuş sık sık gelir gider odaya. Vilâyette vali konağı, kasabada kaymakamlık mamkamı nasılsa Bişek Köyü’nde de Yusuf Çavuş’un ‘odası’... Köyün her türlü özel, resmî işleri görüşülür, konuşulur. Her iş burada yapılır, karara bağlanır. Oda aynı zamanda bir yatma yeridir. Bilhassa dışardan gelen yabancı misafirler için konaklama yeridir.
Oda, Yusuf Çavuş için bütün önemli işlerin yapıldığı yer demektir. Her şey konuşulur, anlatılır. Çok bilenler burada belli olur. Çok konuşanlar burada ortaya çıkar, kendini gösterir. Ancak bir şey vardır; büyükler varken küçükler asla konuşmazlar. Bir istisna vardır; o da gün görmüş, çok yer gezmiş kişiler öncelikle konuşur ve başkaları onları dinler.
Yusuf Çavuş her geldiğinde bir şeyler anlatır. Onun anlattıkları çok dikkat çeker. O, konuşmaya başladığında herkes susar ve sadece dinler.
Hep kendi hayatını anlatmıştır durmadan.
Bir Cuma akşamıdır. Yine anlatmaya başlar; odanın içinden biri, araya girerek sorar;
-Yusuf Emmi!
-Buyur!
-Sağ ol Yusuf emmi. Hani bi zaman Mustafa Kemal’den bahsetmiştin ya! Bizim koyde senden başka goren olmadı mı Mustafa Kemal’i?..
Yusuf Çavuş oturduğu yerden şöyle bir kıpırdanır. Yeniden yerleşiyormuş gibi yapar. Hafiften gülümser ve düşünür gibi yapar. Sonra başını yavaşca yaylandırır:
-Olmaz olur mu, var tabi!..
-Var mı dedin Yusuf emmi? Kim?!..
Yusuf Çavuş, kafasını hafifce bir yana büker ve yine tatlı bir şekilde gülümseyerek cevap verir;
-Siz bilmiyonuz mu? Gendi annatmadı mı?..
Oradakiler birbirlerine bakışırlar. Sonra birkaç kişi birden aynı anda, sanki koro halinde heyecanla sorarlar;
-“Nerden bilek Yusuf emmi. Kimse bi şey anlatmadı ki...”
Yusuf Çavuş, bu sırada ocağın içine girecekmiş gibi iyice yaklaşır. Oturduğu yerden yarım vücut dönük vaziyette sırtını duvara verir ve birden söyleyiverir;
-Bizim Apık Çavuş!..
Herkes yine birbirlerine bakışırlar kısa bir an. Sonra birkaç kişi arka arkaya konuşurlar;
-“Apık Çavuş mı dedin Yusuf emmi?!”
-He ya! Apık Çavuş...
-“Nasıl yani?.. Annatsana Yusuf emmi.”
-Annadıyım. Apık Çavuş, Mustafa Kemal’in seyisiydi. Çanakkale’de Mustafa Kemal’in telgraf makinasını bile yanında taşırdı. Mustafa Kemal’in emri dışında kimseyi dinlemezdi. Mustafa Kemal, Apık Çavuş’un yüzüne bahmış, hemen annamış guvenilir biri olduğunu. Ondan sona yanından heç ayırmamış. Apık Çavuş da onun sözünden heç çıhmamış. Çanakkale’de beş gecede dört yüz elli bin yiğit, şehit oldu. Tabi bunların içinde düşman eskerleri de vardı. Emme en çoğu bizdendi. Enver Paşa’nın plânsız hücumları yüzünden gırıldı o gadar yiğitler. İşte Apık Çavuş da bu sırada Mustafa Kemalle birlikteydi. Apık Çavuş elinde telgraf makinasıyla cesetlerin arasında galmış, gendinden geçmiş o an. O sırada Apık Çavuş’un elindeki telgraf çalmış. Emme bir türlü telgraf açılmıyomuş. Yahınında bulunan bir binbaşı bunu farketmiş; bulunduğu yerden seslenmiş;
-“Asker! Makine çalıyo. Bahsana!..” demiş Apık Çavuş duymamış. Binbaşı tekrar tekrar seslenmiş. Gene duymamış Apık Çavuş. Binbaşı gahmış, yanına getmiye garar vermiş. Geli gelmez makineyi istemiş. Apık Çavuş vermemiş, üstelik binbaşıya sertçe garşılık bile vermiş;“vermem!” demiş sadece. Binbaşı bir iki kez aynı şekilde istemiş. Apık Çavuş da aynı garşılığı vermiş hep. Bulundukları mevkî ‘Conkbayırı’... Eskerin kanı açık bi şekilde akıp gediyomuş araziden. Apık Çavuş, bunu söylerken, “Daarmeni döndürecek gadar kan ahıyodu” demişti. Hem binbaşı, hem Apık Çavuş birbirlerini annıyamamışlar. Binbaşı ısrar etmiş “alacağım” diye, Apık Çavuş inat etmiş “vermem” diye...
Birbirlerine böyle inatlaşırlarken Apık Çavuş’un gafası eyice dönmüş; böğründeki gasaturayı çıharmış, binbaşıya galdırarah garşı durmuş. Binbaşı şaşırımış tabi. Bu şaşgınlıhla geri çekilmiş. İşin ciddiyetini gorünce üstüne varmamış binbaşı. Hemen ilerde Mustafa Kemal olanları izliyomuş. Mustafa Kemal, yüzbaşı olarak müdahale etmemiş önce. Binbaşı, gafasını sallıyarah Mustafa Kemal’e doğru gelmiş. Yahlaştığında seslenmiş;
-“Yüzbaşı! Bu asker senin emrinde mi?
”Mustafa Kemal cevap vermiş;
-“Evet binbaşım! Benim seyisim, emir erim.” demiş. Binbaşı devam etmiş;
-“Bu söz dinlemiyo, yüzbaşı!” demiş. Bunun üzerine Mustafa Kemal durmuş ve dik bir şekilde eyice bahmış. Hemen anlamış vaziyeti. Apık Çavuş’un, cesetler arasında dolaşıp durduğundan, kafasının bozulduğunu anlamış. Yarı gulümser vaziyette, olduğu yerden binbaşıya karşıık vermiş;
-“Binbaşım! Onun gafası getmiş galiba. Bahsanıza, cesetlere bakıp duruyor, öylece. Gidin, bir tohat atın suratına, kendine gelir o.” demiş. Binbaşının ahlına yatmış bu sözler. Hakkaten binbaşı getmiş bir tokat atmış Apık Çavuş’a. Apık Çavuş tokatı yer yemez gendine gelmiş. Apık Çavuş gendine gelir gelmez elindeki makineyi derhal binbaşıya vermiş. Ondan sona da Apık Çavuş, söylenenleri harfiyen yerine getirmiş. Ya işte böyle!..
Yusuf Çavuş, anlatırken bütün olanları yeniden yaşıyormuş gibi olur. Arada bir duruyor, dudakları titriyor, gözleri sanki sürekli nemli... Ha ağladı, ağlayacak... Anlatırken garip davranışlar sergilemesi, kendini dinleyenleri sanki kıpırdatmıyordu. Dinleyenler büğülenmiş gibiydiler. Dondurulmuş bir film sahnesi gibi duruyorlar. Yusuf Çavuş kıpırdıyor, konuşuyor; sararıyor, üzülüyor, arada bir gülümsüyor, diğerleri sadece gözlerini bile kırdatmadan dinliyorlar.
Yusuf Çavuş’un “ya işte böyle” demesiyle ve arkasından tatlı bir biçimde gülümsemesiyle sanki sihir çözülüyor ve kıpırdanmalar başlıyordu.
Biri gene dayanamıyordu;
“Apık Çavuş’dan heç böyle şeyler duymadıh...!”
Bir başkası araya girer;
-“Sorduh da annnatmadı mı ırahmetlik?
Arkalardan biri daha konuşur;
-“Irahmetlik sessiz adamdı. Gonuşmayı sevmezdi. Biz de tabi bi şey bilmediğimizden sormadıh böyle şeyler.”
Yusuf Çavuş’un; “Öyle! Apık Çavuş, gendini omeyi sevmezdi. Sevdiğini ölümüne severdi. Onun sadık birisi olduğunu Bunu Mustafa Kemal’de annamış ve yanına almış.”
Yusuf Çavuş, bir ara konuşmaz. Sözlerinin bittiğni sanırlar, bazıları yerinden kalkmaya çalışır. Yavaş yavaş kalkanlar dışarı çıkarken, içeriye de yeni girenler vardır. Odanın içi kalabalıktır. Girenler, çıkanlar bir süre odanın havasını dağıtır. Bir dağınıklık yaşanır. Çok sürmez, herkes yerini alır sonra. İşte bu sırada birinin konuşması gerekir. Odanın içinden biri adet gereği sohbet için yol açar. Gerçekten de öyle olur. Birinin belli ki kafasına takılmıştır Apık Çavuş’un hikâyesi ki bir soru sorar hemen;
-Yusuf Emmi! Bunları Apık Çavuş size mi annattı.
Yusuf Çavuş daha cevap vermeden bir başkası araya girer ve karşılık verir;
-Ulan oğlum, annamadın mı? Beraber Çanakkale’delermiş.
Yusuf Çavuş, bu iki kişinin karşılıklı atışmalarının ardından konuşmaya başlar;
-Apık Çavuşla ben beraber eskerlik yaptıh. Ben on iki sene İstanbul’da, dört sene de Angara’da eskerlik yaptım. Apık Çavuş da on dört sene eskerlik yaptı. Eskerliğinin çoğunu Çanakkale’de geçirdi. Edirne’de, İstanbul’da eskerlik yaptı. Enver Paşa’nın, dört yüz elli bin yiğidin şehit olmasına sebep olduğu zamanda, Apık Çavuş bizzat içindeydi. Ben bu sırada istanbul’da Yusuf İzzettin Eefendinin seyisiydim. Ben de Çanakkale’ye gettim. Yedinci gundü. Yusuf İzzettin Efendi bi ara Çanakkale’ye gelmiş ve bizim birliğe de uğramıştı. Beni gorünce yanına çağırdı. ‘Bana adam gerek’ dedi. Birliğin gomutanı olan binbaşıdan beni istedi. Binbaşı olumlu gordü. Yusuf İzzettin Efendiyle birlikte tekrar İstanbul’a geldim. Apık Çavuş uzun süre başka birlikte Çanakkale’de idi. Birbirimizi heç goremedik zaten. Bizi ne zaman bırahtılar, savaş bitincek... İkimiz de koyde buluştuh ancah...
Yusuf Çavuş’un sözünün bittiğini zanneden birisi hemen araya girer;
-Yahu, Yusuf Çavuş! Sen de, Apık Çavuş da memleketmizin gurtuluşunda hizmetiniz olmuş. Sizlere dövletimiz, hokümetimiz bi eyilik etseydi ya!..
Biri hemen karşılık verir;
-Aslanım! Memleket cayır cayır yanıyodu. Gıtlıh vardı gıtlıh. Aha gine öyle...
-Yoh, benim demek istediğim, hokümeti guran Mustafa Kemal, Angarıya sizi çağırmadı mı? Duyduğumuza gore Mustafa Kemal, guvendiği, sevdiği, eyi bildiği adamları; bilhassa memleketin gurtuluşunda hizmet etmiş kişileri çağırtmış. Mebus bile etmiş...
Bunun üzerine Yusuf Çavuş hafifçe gülümseyerk karşılık verir;
-Hahlısın. Mustafa Kemal, dediğin gibi yaptı da... Emme bize olduğu gibi, birçok vilâyette de, yazdığı yazılar ulaşmamış. Bana bi yazı geldiğini duydum. Ne olduğunu söylemediler. Belki de dediğin gibi mebusluk içindi. Emme Apık Çavuş’a bi yazı geldi. Ona gelen yazı Angaradandı, hem de bizzat Mustafa Kemal’den... Hem de Apık Çavuş’un yanına geldiler. Üstelik Angaradan bi gorevli ile Yozgat’tan emniyet âmiri geldiler. Apık Çavuş, gabul etmedi. “Teşekkür” etti. “Saygılarını, hörmetlerini” iletmesini istedi Mustafa Kemal’e. Onlar da ayrıca bir kâğıda tutanak tuttular. Apık Çavuş’a imzalattılar. Çıhıp gettiler...
Orada bulunanlardan birkaçı birden heyecanlanırlar;
-“Yoh canım! Bek de ahıllı daalmiş Apık Çavuş! Bahsana, talih guşu gafasına gonmuş, şöyle elini uzatmamış...”
-“He ya! Olur mu öyle şey yahu! Hem gendine etmiş, hem de ailesine... Belki baharsın bizler de gurtulurduh canım!”
-“Gısmette neyse o olur. Demekki gısmet daalmiş”
-“Yoh arhadaş! Ben annamam. Ecik gozü açıh olacın. Gozü açıh biri daalmiş Apık Çavuş!”
Konuşmalar bir süre devam eder. Sonra anlaşılmaz bir hal alır.
Belli ki herkes buna yürekten üzülmüştür. Bütün söyleneler üzüntünün verdiği sonuçlardır. Her zaman olduğu gibi Yusuf Çavuş’un yine o meşhur son deyişiyle hem konuşma biter hem de herkes odadan yavaş yavaş çıkıp gider;
-Ya, işte böyle!
MUSA BİR GELSİN...
Yusuf Çavuş, yetmiş yaşlarındadır. Bir odaya, bir pınarın başına, oradan da eve... Gider gelir durmadan. Dağa, bağa, tarlaya, bahçeye gitmez. Arada bir değirmene gider, o kadar.
Eğer uzak yerlere gitmez de, pınarn başında, evinin hemen önlerinde ise yanında mutlaka Sürmeli’de vardır. Sürmeli, üç yaşlarındadır. Evden çıktığında Sürmeli kızı sırtına bindirir, ya pınarın başında ya da bir duvarın dibinde durup otururlar. Torunuyla konuşur durur Yusuf Çavuş. Ne zaman Sürmeli’nin karnı acıktı, üşüdü ya da başka ihtiyacı oldu, o zaman kalkar yavaşça, eve doğru gider. Sonra tekrar gelir. Ta akşam vaktine kadar böyle gider gelir Yusuf Çavuş.
Yusuf Çavuş, muhtarlığı kayını Hamza’ya bıraktıktan sonra yaşlandığını görür. Onu aslında yılllar değil, yaşadığı olaylar yaşlandırmıştır. Bedeninin güçsüzlüğü, kafasının ve düşüncelerinin zayıflamasındandır. Artık bugünlerde açık bir biçimde sorunları ne halledebiliyor ne de görebiliyor. Yusuf Çavuş ara sıra bazı şeyleri unutuyor ve hatta birbirine karıştırıyor... Onun için, kendisi de bunu farkettiğinde o çok sevdiği mührü bırakmıştır.
Ancak, Yusuf Çavuş yine de yerinde duramaz, bu yaşında ve bu halinde bile. Çünkü, mühür Hüseyin İçöz’dedir, namı diğer Hülleci’de.
Oğlu Hasan, Musa askerde iken muhtardı; ancak yeniden yapılan seçimlerde Hüseyin İçöz muhtar olmuştur. Musa hâlâ askerdedir. Yusuf Çavuş dört gözle bekler. Son günleridir Musa’nın; geldi gelecek...
Yusuf Çavuş, derinlere dalar gider. Kucağında Sürmeli, onunla güler, onunla konuşur...
-“Ağan gelseydi hayırlısıynan gızım! Hemen kâya edecam. Hasan’ın elinden aldılar bah! Gozünü sevdiğim Musa’m!... Musa’mın elinden alamazlar!..”
Yusuf Çavuş, kendi kendine söylenip dururken, etrafından haberi olmaz. Bir ses onu büyük hülyasından uyandırır.
-Norüyon Çavuş? Gendi gendine gonuşup duruyon, bahıyomda. Gucağında torunun...
-Sen misin Omar? Gel otur şöyle ecik!
Culomar, gülümseyerek Yusuf Çavuş’un yanına oturur. Arkasından espiri yapar;
-‘Kurdün gocası ya inek sağar, ya yün ağarir; Türk’ün gocası da çocuh avıtırmış’ Çavuş ağa!..
Yusuf Çavuş hafifçe gülerek karşılık verir;
-N’orüyüm Omar? Torunumla gun sayıyoh işte!
-Ne gunü Çavuş ağa?
-Musa’mı düşünüyodum… Gendi gendime…. Bi gelseydi hayırlısıynan...
-Gelir inşallâh, Çavuş ağa! ‘Sayılı gun tez gelir geçer’ derler. Sen daha eyi bilirsin ya. Sahi ne gadar galdı Musa’nın eskerliğine?
-Galmadı Omar. Boon, yarın bekliyoh, işte!
-Yahu, ben de diyodum ki gendi gendime; ‘Yusuf Çavuş, ahlını mı oynattı da böyle gonuşup duruyo...’ Demek Musa gelecek öyle mi?.. Canı sağ olsun da, geç gelsin Çavuş. Heç gaylelenme. Gelince guzuyu yerik Allah’ın izniyle.
Yusuf Çavuş, bu sözün üzerine, daha da heyecanlanır. Gözleri hüzün ve sevinci bir arada yaşar. Sözcükler bölünüverir dudaklarından;
-Guzunun lafı mı olur Omar? Musa’m bi gelsin...
______ romanın dvamı var ______ EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.