- 908 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BEŞ LİRA
Artık tık demişti. İkimizin cebi delikti. Afyon’da parasız pulsuz kalmıştık. Arkadaşım Mustafa Ali’nin yanına gezmeye gelmiştim. Yaklaşık bir haftadır Afyon’dayım. Gelirken yanımda çok az para vardı. Bütün harcamaları arkadaşım karşıladığı için onun da parası bitmişti.
Arkadaşım 1967–1968 eğitim dönemindeki okul başarısından dolayı bilgisini geliştirsin diye, okul tarafından 1968 yazını Afyon PTT Başmüdürlüğünde kursiyer olarak değerlendirmeye gönderilmişti. Kursiyer ücreti olarak İki yüz yirmi beş lira alıyordu. Otelde kalıyor, bütün ihtiyaçlarını cebinden harcıyordu. Aslında benim yaptığım yüzsüzlükten başka bir şey değildi. Mektubunda beni Afyon’a çağırdığını okuyunca parasız pulsuz atlayıp gitmiştim. Oralarda ne yerim, ne içerim diye hiç düşünmemiştim. Zaten babam izin vermezdi. Onun için aileme bir mektup bırakarak kaçıp gittim. Babamın cebinden aşırdığım on lira ile yola çıkmıştım. Zaten on liranın iki lirası tren biletine gitti. Afyon’a gece iki civarında inmiş, istasyondan Afyon merkezine yürüyüp, mektupta ismini verdiği oteli bulmuştum. Otelci arkadaşımın yattığı odaya beni verdi. O da dört yataklıydı. Benim odaya dâhil edilmemle yataklar doldu. Arkadaşım gece yarısı uyku sersemliğiyle hoş geldin deyip uyumaya devam etmişti. Sabahleyin kalktığımızda beni yatakta görüp “sen ne zaman geldin” diye sorunca, geceki konuşmamızın farkında olmadığını anladım. Birlikte aşağıya indik. Arkadaşım işine gidecekti. Ben de Afyon’da gezecektim. Buluşma saatini, yerini ayarladık. Öğleyin buluşmamızda ona mali durumu anlattım. “Merak etme, bende var, ay sonunda da maaşımı alıp ayrılacağım” dedi. Aybaşına on iki gün vardı. Otelin parasını maaş alınca ödeyecektik. Bize günlük yemek parası gerekiyordu. Artık idare edecektik. Altı günde cebimizdeki paralar suyunu çekti. Arkadaşım ağabeyinin PTT’den arkadaşı olan Ahmet Ağabeyden aybaşında vermek üzere yüz lira borç aldı. Onunla geçinmeye başladık. Ne var ki, maaş almaya iki gün kala ceplerimiz bomboştu.
Afyon’daki gezilerimiz çok iyiydi. Hele cumartesi Pazar günleri Afyon’da görülmesi gereken her yere gidiyorduk. Kaleye çıktık. Afyon tepelerine çıktık. Deyim yerindeyse Afyon’un altını üstünü getirdik. Şimdi PTT’nin önünde buluşup şehirde dolaşırken kara kara düşünüyorduk. Karnımız açtı ama paramız da yoktu. Ahmet ağabeyden tekrar para isteyemezdik. İki gün ne yapacaktık? Önümüze gelen çeşmelerden bolca su içiyorduk ki, açlığımızı gidersin. Ama o da bir yere kadardı. Mideye katı şeylerin girmesi gerekiyordu. Otelde kalıyoruz. Bereket versin otelci parayı peşin istemiyor. Arkadaşımın PTT’de İki yüz yirmi beş lira ile kurs ücreti aldığını, Ahmet ağabeyinin gelip otele yerleştirirken herhangi bir olumsuzlukta teminat verdiğini bildiği için otelci rahattı. Sorunumuz yemekteydi. İçmekse bedava suydu. Dönüş yolculuğu için paramız olsa en azından ben geri dönerdim. Ahmet ağabey Isparta’ya dönmek için boşuna para vermeyin. PTT’nin bir kamyonu Isparta’ya malzeme götürecek. Sizi onunla gönderelim deyince sevinmiştik. Oh ne güzel dönüş için para da vermeyecektik. Ancak kamyon maaş aldıktan bir gün sonra gidecekti. Hâlbuki hesap etseydik ki, Afyon’da bir gün kalmamız daha pahalıydı. Aklımıza hiç gelmedi. Isparta’ya tren iki liraydı. Otel iki buçuk liraydı. Afyon’da bir gün kalmak bize yeme içme en az on liraya mal olacaktı. Dönseydik dört lira harcayacaktık. Sanki bedava Isparta yolculuğu avantajlıymış gibi teklifin üzerine atladık. Bütün umutlarımızı aybaşına bağlamış. İki günün geçmesini bekliyorduk. Peki, iki gün ne yapacaktık?
Şehrin merkezi albeniliydi. Parklar, sinemalar, satıcılar, lokantalar, kahvehaneler, pastaneler sürekli gözümüzün önündeydi. Hepsi açlığımızı yüzümüze vuruyor. Açlığımız yüzümüze vuruldukça mideniz kazınıyordu. Şehrin dış sokaklarına doğru çıktık. Afyonun dar, loş sokaklarında, etraftaki yiyecek satıcılarını görmemek için gözlerimiz yerde geziniyorduk. Birden bire yerde paraya benzer bir şey gördüm. Hemen eğilip aldım. Buruşmuş, kirlenmiş, yıpranmış bir beş lira. Mustafa Ali’ye “yaşasın beş lira buldum” diye bağırdım. “Yok, canım, hani nerede?” Birden bire kendimize gelmiştik. Paranın kime ait olduğu umurumuzda değildi. Zaten vakit geceye yaklaşmış, ortalıkta fazla kimse yoktu. Kime biz para bulduk sahibi kimdir diyecektik ki? Sokak ortasında bulunmuş bir para… Sahibi kim bilir ne zaman düşürmüştür? Mustafa Ali’ye,
- Karakola gidip versek mi?
- Ne karakolu ya…
- Ama bu para bizim değil ki, bulduk, haram olmaz mı?
- Osman ne haramı Allah aşkına, bak parasız pulsuzuz, belki bu bizim kısmetimizdir.
- Ama bizim değil ki?
- Olsun, ama söz, şimdi bununla iki gün idare edelim, maaşı alınca yeni bulmuş gibi karakola gider beş lirayı teslim ederiz.
- Tamam, o zaman…
Her ikimizde aile terbiyemiz gereği haramlara dikkat ediyorduk. Kimsenin malında mülkünde gözümüz olmazdı. Memleketimizde bile, hep şehir dışında, bağlarda, bahçelerde, dağlarda dolaşır ama asla izinsiz hiç kimsenin bağından, bahçesinden bir şey yemezdik. Ancak sahipleri izin verirse, ikram ederse yerdik. Hiç kimsenin olmayan dağlardaki yaban meyveleri, çeşitli otlar, çiğdemler bize yeterdi. Bahçe kenarlarındaki, dağ yamaçlarındaki böğürtlenler en sevdiğimiz yiyecekti. Böğürtlenler kimseye ait değildi.
İki kişi beş lirayla, simit, ekmek yiyerek idare ettik. Simidin, ekmeğin yanında katık olarak hiçbir şey almıyorduk. Çünkü paramız yoktu. Beşli lira ise ancak bizi simitle, ekmekle idare ettirir. Gerçi arada bir karpuz falan alabilirdik. Ancak biz temkinli davranıyor. Kuruşsuz kalmamak için, simide ekmeğe talim ediyorduk. Aslında günde adam başı beş simit, iki kişi on simit, on kuruştan bir lira yapıyordu. İki gün iki lira olurdu. Bize üç lira kalıyordu. Fakat biz, bir daha parasız kalmayı göze alamıyor. Ne olur ne olmaz diyerek idare ediyorduk.
Maaş günü geldi. Mustafa Ali maaşı alır almaz, hemen Ahmet Ağabeyinin yüz lirasını ödedi. Sonra otele giderek bütün borçlarımızı, kalacağımız ekstra bir günün parasını peşin ödedik. Otele borçlanmayacaktık. Otel bize bir gün borçlanmıştı. Bir lokantaya gidip tıka basa karnımızı doyurduk. Öyle ki, meşhur Afyon maden suyundan ikişer tane içmemize rağmen midemiz rahatlamamıştı. İki gün simide, ekmeğe talim etmenin acısını çıkarmıştık.
Yarın öğleden sonra PTT’den hareket edip Isparta’ya malzeme götürecek kamyona binecektik. Ahmet ağabey şoförle konuşarak işi ayarlamıştı. Akşam son kez Afyon sokaklarını dolaştık. Otele girdiğimizde saat gece ikiyi bulmuştu. Yorgunluktan yatağa uzanır uzanmaz uyuyup kalmışız.
Bugün yolcuyuz. Eşyalarımızı topladık. Otelden çıktık. Lokantanın birinden çorbamızı içtik. PTT’ye doğru yürüyoruz. Kamyonun hangi saatte gideceğini bilmiyoruz. PTT Başmüdürlüğüne gelince, sağ tarafındaki boşlukta insanlar toplanmıştı. Oraya doğru yürüdük. Kalabalığın çoğunluğunu postacılar oluşturuyordu. Ortada postacıların kullandıkları eski bisikletler vardı. Mustafa Ali “ne var, niye toplandınız?” diye sordu. Eski bisikletler açık artırmayla satılacak cevabı aldı. Yani biraz sonra açık artırma vardı. Nasılsa işimiz yoktu. Açık artırmayı seyretmeye karar verdik. Şoför ortada yoktu. Binanın arka tarafında PTT’ye ait iki kamyon vardı. Kalabalık içinde açık artırmayı beklerken yanımıza biri gelerek, “ben Hüseyin, Isparta’ya gidecek iki delikanlı siz misiniz?” “Evet” “Tamam, buradan ayrılmayın, biraz sonra yükleme başlayacak, bir iki saat sürer. Malzemeler yüklenince yola çıkacağız” “Tamam, zaten biz açık artırmayı seyredeceğiz”
Biraz sonra ellerinde dosyalar iki memur geldi. Kıyafetleri çok şıktı. “Arkadaşlar açık artırma başlıyor” dediler. Bisikletlerin alıcıları posta memurlarıydı. Halktan da bazıları almak için gelmişlerdi. Bazı memurlarda almak için aşağıya inmişlerdi. Aslında bisikletler çok eskiydi. Öyle alınabilecek değillerdi. Onun için Mustafa Ali’ye “bu bisikletler çok eski, bir işe yaramazlar ki, insanlar bunları alıp ne yapacak?” dedim. Bazı postacılar duydu. “Biz onları hatıra diye alacağız” diyorlardı. Memurun bir tanesi, bisikletlerin içinden birini alıp ortaya çıkardı. Bisikletin tekerlekleri üzerinde durması için yapılan destek ayağını açarak, bisikleti ortada durdurdu. Diğer memur, “Arkadaşlar bisikletin açılış fiyatı yirmi beş liradır” diyerek ihaleyi başlattı. Hayret, artırmalar öyle ardı ardına geldi ki, bisiklet üç yüz elli liraya alıcı buldu. Şaşkınlıkla bakıyordum. Mustafa Ali’ye “ya arkadaş bu bisikletlerin yenisi iki yüz lira, nasıl oluyor da üç yüz elli liraya satılır?” İnsanların içindeki, rekabet, illa ki ben alacağım duygusu gözü kapalı fiyat verdiriyordu. Neredeyse bütün bisikletler değerinin çok üstünde satıldı. Sadece son bisiklete yüz liradan fazla veren olmayınca yüz liraya satıldı. Hâlbuki bazı bisikletler neredeyse beş yüz liraya kadar çıkacaktı ki, dört yüz yetmiş beş liraya alıcı bularak, beş yüz lirayı görmekten kurtuldu. Bu işten PTT baya kâr etmişti. Sattığı eski bisikletlerin yerine, gıcır gıcır yenilerinden iki misli alabilirdi. Yaklaşık on iki bisiklet satıldı. Yani yirmi dört yeni bisiklet alabilirdi. Postacıların fiyat artırırken ortaya koydukları tavırlar çok ilginçti. Sanki çocuk gibiydiler. Birisi fiyat artırdıktan sonra, diğeri fiyat artırdığında sanki “niye artırıyorsun” diye kızıyordu. Elli lira, on lira, yirmi lira gibi artışlarla bisiklet fiyatının nereye geldiğini bilmemeleri de durumu fark ettirmiyordu. Gerçi memur, her artışta bisikletin son fiyatını söylüyorsa da, artıranlar buna dikkat etmiyordu. O artırdı, eyvah alacak, en iyisi ben de artırayım dürtüsü ile bisikletler değerinden çok yüksek fiyatlara satılıyordu. Gerçek değerleriyle yirmi, elli lira arasında edecek bisikletler, ihale bitince ortalama üç yüz liraya alıcı buldular. Aynı bisikletlerin satıcılardaki yeni fiyatları ise iki yüz liraydı. Hatta sıkı pazarlıkla yüz elliye kadar da bulunabilirdi. İlahe bitmiş, bisikletleri alanların maaş hesaplarına borçları yazılmıştı. Meğer postacılar aldığında bisiklet fiyatları on iki ay eşit taksitle maaşlarından kesilecekmiş. Para durumu postacıları sıkıştırmayınca onlarda bisikletlere değerinden yüksek paraları yapıştırıverdiler. Bisikletler imza karşılığı postacılara teslim edilirken, “Hüseyin ağabey, haydi çocuklar kamyon yola çıkacak” dedi. Kamyon PTT Başmüdürlüğünden yola çıkınca bizde şoförün yanına bindik. Şoför Isparta PTT’sine malzemeleri boşaltıp aynı gün geri dönecekti.
Hüseyin ağabey etine dolgun, normal boyda, çok neşeli biriydi. Onunla yolculuğun çok güzel geçeceğini anlamıştık. Şehirden çıkıp ana yola girdikten sonra, Hüseyin ağabey bize nasihate başladı.
- Bakın çocuklar, ne olursa olsun okuyun. Asla okumayı bırakmayın. Bu devirde okumayana iş var ama işte böyle sürünerek iş var. Üniversite bitirenler yukarıda koltuklarına oturmuş keyif çatarken, bakın ben yollarda sıcakla boğuşuyorum. Bu gün orada, yarın başka yerdeyim. Hadi yazın neyse, bunun bir de kışı var. Kış ayları yollarda olmak çok zor… Doğru dürüst evime giremiyorum. Kim bilir Isparta’dan evime kaçta döneceğim. Okuyanlar öyle mi? Mesai bitti, haydi hop evine. Dahası benim aldığım maaşın iki, üç mislini alıyorlar. Yemedikleri bir yanda, yedikleri bir yanda… Gerçi siz şimdi dediklerimi anlamazsınız ya neyse…
- Yok, ağabey, senin dediklerine hak veriyoruz. İkimizde sonuna kadar okuyacağız.
- Aferin Mustafa Ali, okuyacaksın tabi. Duyduğuma göre okulda başarılı olduğun için seni göndermişler. İşte böyle devam et. Sen de okuyacak mısın?
- Elbette (diye cevap verdim). Ben ticaret lisesinde okuyorum.
- Çok güzel. Bir de yükseğini okudun mu? Tamam, işte müdür oldun.
- İnşallah ağabey
- Aferin çocuklar, aferin. Benim bir oğlum var, okutmak için o kadar uğraştım ki, kerata bir türlü okumadı. Şimdi sanayide kir pas içinde çalışıyor. Ama kızdan umudum var. İnşallah onu sonuna kadar okutacağım.
- İnşallah ağabey.
- Valla çocuklar sizi çok sevdim. Efendiliğiniz yüzünüzden okunuyor. Birde okuyacağız dediniz ya, artık canımı yiyin.
Hüseyin ağabey biraz nasihat ettikten sonra yola koyuldu. Kendi kendine türkü tutturmaya başladı. Birkaç türkü söyledi, bize döndü.
- Hadi sizde söyleyin.
Ben bilmiyordum. Mustafa Ali türkü söylemezdi. Bilmiyoruz deyince şaşırdı.
- Ulan insan türkü bilmez mi?
- Bilmiyorum
- O zaman bir şeyler anlatın
- Ne gibi?
- Fıkra, hikâye ne olursa, maksat yol rahat geçsin
Aslında ben seyahatlerde etrafı seyretmeyi severdim. Hele güzel manzaralar varsa konuşmayı pek istemezdim. Ama ayıp olmasın diye Mustafa Ali’yle sırayla fıkralar anlattık. Zaten yolumuz o kadar uzak değildi? Yol üzerinde bir yeşillik gördük. Şoför arabayı sağa yaklaştırdı. “Durun şurada biraz dinlenelim, suyla elimizi yüzümüzü yıkayalım” dedi.
Durduğumuz yerde, yağmurlardan oluşmuş su birikintisi vardı. Büyük ihtimalle dağlardan inen sularla oluşmuş sazlıktı. Böyle yerlerin suları yağmur yağınca çoğalırdı. Herhalde yeni yağmur yağmış ki, sazlığın suyu boldu. Çok büyük değildi. Etrafında kocaman söğüt, karakavak ağaçları vardı. Bol su söğütleri, karakavakları iyice büyütmüştü. Çeşme görünmüyordu. Sadece su birikintisinden faydalanacaktık. Tatlı, tatlı esen bir rüzgâr, ağaçların yapraklarıyla birlikte hışırdayarak harika müzik yapıyordu. Ağaçların gölgesi çok serindi. Hâlbuki yol çok sıcaktı. Yolun kenarında olmasına rağmen, sıcaklığın bu kadar fark etmesi ilginçti. Elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra şoför “çocuklar ben biraz uyuyayım. Yarım saat sonra kaldırın. Dün gece yoldan geldim. Dinlensem iyi olacak” dedi. Tabi diyerek bizde bir ağacın gölgesine oturup küçük su birikintisini seyretmeye başladık.
Mustafa Ali cebinden kalan paraları çıkararak saymaya başladı. İki yüz yirmi beş liradan altmış beş lira kalmıştı.
- Osman bu para ikimizin, Isparta’ya varınca kırışalım, dedi.
- Olur mu? Para senin. Kendi maaşın.
- Olsun, arkadaşım değil misin? Paylaşırız. Yalnız altmış beş lirayı şimdi ikiye bölemeyiz. Isparta’ya varınca, beş lirayı iki ikibuçukluk yaptıralım. Ondan sonra bölüşelim.
- Gerek yok. Bölüşmesek de olur.
- Ben bölüşmek istiyorum.
- Sen bilirsin.
Yarım saat geçmişti. Hüseyin ağabeyimizi uyandırdık. Saate baktı.
- Tam yarım saat. Ulan bu kadar dakik olmanıza ne gerek vardı? Biraz daha uyuyabilirdim. Hadi neyse…
- Ağabey sen yarım saat deyince
- Tamam, tamam, şaka yaptım.
Hüseyin ağabey elini yüzünü yıkadı. Kamyona binip tekrar yola çıktık. Isparta’ya girerken neşeliydik. Bizim yolculuğumuz bitiyordu. Bende korku başladı. Şimdi eve gideceğim. Akşam babam gelecek. Sorguya çekecekti. Çünkü evden kaçarak Afyon’a gitmiştim. Kamyondan indik. Hüseyin ağabeye,
- Teşekkür ederiz Hüseyin ağabey, (dedik)
- Çocuklar dediğimi unutmayın. Mutlaka okuyun.
- Tamam ağabey
- Ha, Afyon’a yolunuz düşerse, Hüseyin ağabeyinize uğramayı unutmayın.
- Unutmayız ağabey
Kamyon PTT’nin arka tarafındaki boşluğa doğru girerken, Mustafa Ali ile ikimiz parka doğru yürüdük. Soğuk bir şey içmek istiyorduk. Isparta’nın merkezindeki park hemen PTT’nin karşısındaydı. Yolu atladık, parkta bir masaya oturduk. Hemen gelen garsona iki gazoz söyledik. Mustafa Ali “beş lirayı burada bozduralım” dedi. Cebinden parayı çıkardı. Parayı tekrar saydı.
- A, para altmış lira. Beş lira eksik…
- Su kenarında saymıştın altmış beş liraydı.
- Evet
- Yanlış saymış olmayasın?
- Yok ya, iki defa saydım. Beş lirayı ayrı yere koymuş olmayayım. Hani bozduracağız demiştim.
Bütün ceplerini yokladı. Yoktu. Bana döndü..
- Osman sana vermiş olmayayım.
- Vermedin ki?
- Baksana bir ceplerine
- Yok ya yok vermedin…
Ben de bütün ceplerimi boşalttım. Para yoktu. Zaten bende hiç para yoktu.
- Allah, Allah, ya, bu para nereye gitti?
- Bilmiyorum ki
Hayretler içinde birbirimize bakıyor, ne söyleyeceğimi bilemiyorduk. Aklıma parayı bulunca verdiğimiz söz geldi.
- Mustafa Ali, hani parayı bulunca, polis karakoluna gidip beş lirayı yolda bulduk diye verecektik?
- Sahi, bak unuttuk, sen niye hatırlatmadın?
- Senin unuttuğun gibi ben de unuttum. Biz beş lirayı bulduğumuzu unutarak kalan parayı bölüşmeye kalktık.
- Evet. Ama şimdi beş lira yok.
- Bence yanlış saydın. Biz şimdi karakola gidip burada bulduk diye beş lirayı teslim edelim.
- Yok ya... Vallahi ben yanlış saymadım. İnan bir tane yirmilik, üç tane onluk, üç tane de beşlik vardı. Şimdi beşliklerden biri yok. Adım gibi biliyorum.
- Su kenarında düşürmüş olmayasın.
- Bilmiyorum, belki düşürmüşümdür. Ama düşürdüğümü de zannetmiyorum.
- Nerede öyleyse beş lira?
- Bilsem söylerim…
Gazozlarımızı içerken, beynimiz beş lirayı arıyordu. Bulamadık. Parktan çıkıp eve doğru yürürken aklım karışıktı. Tam ihtiyaç içindeyken beş lira bulmuştuk. İhtiyacımız ortadan kalktı kaybettik. Aklım, anılarım günlerce beş lirayı aradı. Ne olmuştu beş liraya? Sadece benim mi, Mustafa Ali’de beş lirayı aylarca anılarında aradı. Hatta bir gün birlikte gözlerimizi kapatıp, su kenarındaki para sayışını, sonraki hadiseleri yaşamaya çalıştık. Sanki beş lira hayatımıza sır gibi girmiş, sır olarak çıkıp gitmişti.
YORUMLAR
MEHMET ÇOBAN
Sanıyorum metodik olarak biraz farklı yaklaşımımız var.