BİR RÜYA BİN DÜNYA-X
.................................
HASAN’IN MUHTARLIĞI
Kâya’nın Hamza üç buçuk sene kadar muhtarlık yapar. Daha altı ay kadar bir zamanı varken muhtarlığı brakır. Seçimlere kadar birinci aza olan Kel Celâl’e mührü verir. Kel Celâl’de altı ay kadar muhtarlık yapar. Zaten seçim zamanı da gelir.
Hasan, askerden yeni gelmiştir. Yusuf Çavuş derhal aday olmasını emreder Hasan’a. Köyde iki aday çıkar; Hasan ve Şevket... Köylü, iddialı bir şekilde seçimlere hazırlanırlar. Her iki aday da kendisinin kazanacağını iddia eder. Gerçekten de kimin kazanacağı belli değildir. Yapılan tüm tahminlere göre iki adayın da kazanma durumu görülür.
Bu durumlar sürerken seçim günü gelip çatar. Oylar kullanılır, sayılmaya başlanır. Sandığın sonlarına doğru gelindikçe Hasan geriler, Şevket ileri geçer. ‘Artık kazandım’ gözüyle bakan Şevket birden hareketlenir, yerinden kalkar gibi yapar ve başını dik tutarak konuşur;
-Şu andan itibaren belli ki muhtarım... Ancah bi şartım var: Dört çinikten aşşa durmam...
Oradakiler sadece dinlerler. Kimse Şevket’in bu sözüne ve şartlı konuşmasına ne karşılık verirler ne de müdahale ederler. Kısa bir sessizlik alır ortalığı. Seçimi idare eden görevli memur, bu konuşma üzerine araya girer;
-Şu anda seçim bitmiştir. Buna göre yeni muhtar şevket Yozgat’tır. Hayırlı olsun!
Şevket ve onu destekleyenleri bir sevinç alır. Hemen birbirlerini tebrik ederler ve birbirlerine sevinçle sarılırlar. Ancak memur konuşmasına devam eder;
-Yalnız, arkadaşlar! Bi hususu belirtmek vazifemdir. Sona ilerde bana bahane bulmuyasınız. Şimdi hepiniz ahlı başında insanlarsınız. Bibirinizle küs ve dargın olmıyasınız, diye belirtiyim: Şevket Yozgat, hepiniz duydunuz ‘şart’ koştu. Bu şartı yazılı olarak belirtmek zorundayım.
Memur hemen yanında bulunan bir deftere sesli olarak ileri sürülen şartı tutanak halinde yazar ve yazdığını tekkrar yüksek sesle okur. Sonra Şevket’e döner ve sorar;
-Evet yeni muhtar! Bu şartında ısrarlı isen tutanağı imzalamak zorundasın. Yok eğer, ‘ben vazgeçtim, şart mart koşmuyorum eski düzende devam edilmesine razıyım’ diyosan aha tutanak, yırtıp atıyım.
Kumük Şevket ayağa kalkar ve dediklerini, üstüne basa basa bir daha tekrar eder. Üstelik memura dönerek;
-Sen nereyi imzalıyacam, onu goster bana memur efendi!..
Memur, tutanağı Şevket’ten yana çevirir, kalemi eline verir. Şevket gösterilen yeri imzalar. İmza işi bittikten sonra kısa bir an sükût geçilir. Hasan kesin kaybetmiştir. Oturduğu yerden kalkamaz. Buna rağmen konuşuverir;
-Memur Bey, ben müsaade istesem...
Memur, Hasan’a döner ve karşılık verir;
-Hasan Efendi bi dakka otur. Hep beraber kalkacağız zaten. Daha işimiz bitmedi. Asıl işimiz şimdi başlıyor...
Memurun ne söyleyeceğini bilmedikleri gibi, asıl işin şimdi başladığını söylemesi herkesin dikkatini çeker. Şevket’in yakınlarından bazıları sesli olarak kendi kendilerine konuşurlar. Orada bulunanlardan biri heyecanla araya girer. Mıdığın Duran sanki vaziyeti anlarcasına Şevket’e döner ve seslenir;
-“Yahu Şevket, imzalamasıydın şu tutana.”
Çamelinin Celal’da yapılanın bir hata olduğunu anlar ;
-“Yoh, memur bey! Sen Şevket’e bahma. O da eski düzende ister.”
Hüseyin Pehlivan, Şevket’e kızarcasına konuşur;
-“Yahu Şevket, söylesene: ‘Ben şart şurt istemiyom’...”
“…………………….”
Şevket nedendir bilinmez, hiç sesini çıkarmaz. Konuşulanları sanki duymaz. Şok olmuş gibidir. Kafası iyice karışır. Bu duygu ve düşünceler içerisinde bulunan Şevket’e, memur sesleniverir;
-Evet Şevket Efendi! Şimdi beni iyi dinle. Her ne kadar halk tarafından çoğunlukla seçilmişsen de maalesef kanuna göre; “Eğer, seçilmiş bir aday halkın menfaatlerine ters ve ona zarar verecek bir şart ortaya koyarsa, muhtar olamaz.” Ben de, devletin ve kanunun bana verdiği yetkiyi kullanarak seni değil, Hasan Gürer’i muhtar ilân etmekte mecburum...
Memur bu sözleri söyledikten sonra Hasan’a döner;
-Evet Hasan Efendi! Sen bir aday olarak, her hangi bir şartın var mıdır?..
Hasan neye uğradığını şaşırır. Bir rüyadan uyanır gibi karşılık verir hemen.
-Hayır memur bey! Ben bi çiniğe dururum.
Memur orada bulunanlara dönerek son konuşmasını yapar;
-Evet arkadaşlar! Bu durumda yeni muhtarınız Hasan Gürer’dir. Hayırlı, uğurlu olsun!..
*
Hasan muhtar olduktan on gün kadar sonra ilk önemli iş olarak köylüye bir ‘salma’ salar. Bunu görenler ve duyanlar, başlarlar dedikodu yapmaya. Fakat işin garibi bu dedikodulara Hasan’ın kendi tarafı yani kendisine oy verenler de katılır. Hatta içlerinde akraba ve komşuları da vardır.
Kim ne düşünürse düşünsün, muhtar ve azaları bu kararı almışlar, uygulamaya bile geçmişlerdir. Bekçilerle azalar, ayrı ayrı köyün evlerini gezerler. Bu durum bilhassa Kumük Şevket taraftarlarına bir siyasî malzeme oluverir. Buna rağmen ‘salma’ toplanmaya devam edilir. Yalnız muhtar olarak Hasan, salma toplama işine doğrudan karışmaz.
Para toplanırken birçok ufak tefek gürültüler olmuştur ama bunların üstünde durulmamıştır. Ancak birisi vardır ki işi yokuşa sürmüştür. Bu Kel İhsan’dır. Kel İhsan, kendisine gelen bekçiyi reddetmiştir. Reddetmekle kalmamış adeta bir de meydan okur gibi mesaj gönderir. Bekçi ‘yapma, etme İhsan ağa. Ayıp oluyo!..’ demesine rağmen elini savurarak karşılık verir;
-Git, söyle. Gendi gelsin de alsın!..
Bekçi, gelir gelmez olduğu gibi muhtar Hasan’a her şeyi aktarır. Hasan çok sinirlenir. Hiç tereddüt etmeden doğruca İhsan’ın evine gider. O sırada İhsan avludadır. Avlunun duvarları çok engindir. Olan biten etraftan rahatlıkla görülmektedir. Hasan avluya girer;
-Niye ‘salma’yı vermiyon Ehsan?
İhsan, avlunun tam ortasındadır. Bu sert soruya o da aynı şekilde karşılık verir. Üstelik daha önce söylediklerinden bambaşka bir cevap oluverir.
-Ne ki, sen de mi baban gibi koyü yiyecin?..
Bu laf, Hasan’ı derisinden çıkarır. Daha önce oldukça sinirlenmiş olan Hasan’ı bu söz, bardağı taşıran son damla olur. Avlu kapısının hemen ağzında olan Hasan, bir ok gibi İhsan’ın üzerine fırlar. İşte ne olduysa o an olur. Hasan kısa boylu olmasına rağmen, varır varmaz İhsan’a uğrar ve bir şamar atıverir yüzüne. Karşılık vermeye çalışan İhsan, birden kendini yerde bulur. Hasan yerde de bir iki tokat atar İhsan’a. Olay fazla büyümeden etraftan köylüler yetişir, ayırırlar.
Hamza Kâya, çok ayıplar ve azarlar ikisini de. Hamza Kâya, İhsan’ın yakın komşusu ve Hasan’ın da dayısıdır. Hasan, dayısı Hamza’nın kendisini azarlamasına karşılık verir:
-Dayı! Bil miyon mu sen bunun daha önceleri neler yaptığını da, beni azarlıyon? Senin bi şeyden haberin yoh. Ağamı kotülüyo bu densiz. Daha kâyalık seçiminden önce de olmadıh laflar eden bu daal mi? Sen de biliyon bunları dayı. Şindik de aynısını bana yapmıya çalışıyo. ‘Ağan gibi sen de koyü yemiye çıhtın’ diyo bana.
-Biliyom yiğenim, biliyom. Emme sen, gine koyün böyüğüsün. Olgun olacan, sabırlı olacan... Bu işte herkes istediğin gibi olmaz. Daha işin başındasın. Daha heç ummadığın kimselerden neler gorürsün... Bunu da eyi bil!..
Hasan ayak üstü, bu öz nasihata hiç karşılık vermez. Daha doğrusu veremez. Çünkü hem Hasan hem de oradakiler Hamza Kâyanın bu sözlerini bir ders olarak alırlar.
İhsan’ın evinin önüne, arkasına birden yığılıverir köylü. Üstü açık avlı kapısından siyah renkli, güneşten eyice solmuş, kenarları kırışmış foteriyle Yusuf Çavuş girer. Elinde birkaç yıldan beri düşürmediği ve her zaman bir baston gibi kullandığı iğdeden yapılma değneği... Yanından ve yakınından geçtiği kimseler, ta uzaktan toplanıverirler. Her zaman olduğu gibi gülümseyerek yürür. Daha avluya girer girmez misafirliğe gelir gibi davranır;
-Yahu, n’ediyonuz siz böyle? Siz birbirinize destek olacağınıza, koye örnek olacağınıza... Hem iki arhadaşsınız, hem gomşusunuz yahu! Yahışır mı bu, sizlere? (sağına ve soluna döner, seyredenlere de seslenir) Hadi bahıyım dağılın, yahu! Ben gonuşurum Ehsan’ınan. Heç birinize gerek yoh, Allah Allah!..
Bu esnada Hamza Kâya da yanındadır. Hamza Kâya, Hasan’a bir göz işareti yapar. Hasan anlar ve başını yere eğerek çıkıp gider. Hasan’ın gitmesiyle seyreden köylüler de dağılırlar. Yusuf Çavuş, hemen orada bir taşın üstüne oturur. Sonra da İhsan’a döner ve seslenir;
-Hele gel bahalım! Sen de otur şöyle yanıma, Ehsan.
İhsan sinirlidir. Ancak, Yusuf Çavuş’un, evinin avlusunda bulunması ve güleryüzlü bu davranışı onu yumuşatır. Bu yumuşama İhsan’ı biraz da nazlandırır. Sözcükleri ağır ağır söyler. Bir ayağını olduğu yerde ileri geri yere sürer durur. Arada başını bir öte, bir beri sallar. Sonra yavaşca o da oturur. Oturur oturmaz konuşur İhsan;
-Senin hatırın çok böyük Çavuş ağa! Seni, ağam gibi severim, sayarım. Direkmen gelip hakaret olur mu, Çavuş ağa?
Hamza Kâya araya girer;
-Yahu Ehsan, aranızdaki sudan şeyler. Aslına baharsan bi cevizin gabuğunu doldurmaz. Sen hahlısın bunda. Tabi eleştirir koylü canım. Yeni kâya oldu ya, senin bi lafına dayanamadı, hepsi bu. Neyse böyütmiyek bunları Ehsan. Aha Çavuş ağa! Hasan’ın ecik derse ehtiyacı var. Çavuş ağa ona dersini verir.
-Çoh doğru söyledin Hamza. Ağzına sağlık. Hasan, elin lafına getmiyecek. Söyleseler de ‘he’ deyip geçmeyi bilecek. Gusura bahma Ehsan, ben de seni severim. Bah goreceksin, Hasan, yaptıhlarına pişman olacah. Sona da gelecek senden özür dileyecek.
Yusuf Çavuş ve Hamza Kâya, İhsan’la tokalaşırlar. Olay bunun üzerine tatlıya bağlanır.
ADIN KALDI HAMİT ONBAŞI!
Hamza, Yusuf Çavuş’u bırakmaz. Yavaşca bir kolundan tutar. Gülümseyerek seslenir;
-Gel be enişte! Bize gidek. Ecik laflıyah.
Yusuf Çavuş, aynı davranışla karşılık verir ve başını hafifce yere eğer;
-Peki. Olur Hamza.
İkisi birlikte hemen on adım ötede, arada bir kağnı geçecek kadar mesafeli bir yoldan Hamza’nın eve girerler. Leylâ Hanım, sanki yeni gelin gibi hizmet etmeye başlar. Yusuf Çavuş’un arkasına yaslanması ve rahat etmesi için yün yastık koyar. Sonra yemek hazırlığına koyulur. Tam öğle vaktidir; yemek zamanıdır. Ancak câminin avlusundan ezan duyulur. Evle câmi arasında sadece bir ana yol vardır. Yusuf Çavuş ezanı duyar duymaz yerinden kalkmaya çalışır. Hamza hiç karşılık vermez.
-Öğlen mi ohunuyo Hamza?
-He enişte. Öğlen ezeni...
-Hadi namazımızı gılah.
Kalkarlar, câmiye giderler. Câminin avlusunda hep bildik yüzler... İçlerinden biri sesleniverir;
-“Hadin, gılalım namazımızı.”
Kimi içeri girerken, kimi de, avluda yatmakta olan tanıdıklarının başında dua okumaya duralaşırlar. Yusuf Çavuş da varır, babası Osman Kâyanın mezarının başında durur ve dua eder. Namazlarını kılıp çıktıktan sonra yine, kimi avluda oyalanır, kimi evine doğru gider. Yusuf Çavuş, yalnız gelmiş gibi ana yola çıkınca evine yöneliverir. Ancak Hamza, daha önce çıkmış ve yolun ortasında beklemektedir. Gülümseyerek ve uzun adımlarıyla hızlıca yaklaşır.
-N’oluyo enişte? Neriye böyle?..
-Yahu Hamza, eve getsem...
-İşte bu olmaz enişte. Hem ben ne derim bizimkilere?
Hamza, Yusuf Çavuş’un bir koluna girer ve evine doğru giderler. Daha avludan girer girmez ekmek kokusu gelir. Yusuf Çavuş hemen durur ve seslenir;
-Biri tandır yahmış herhal Hamza!
Hamza karşılık vermez. Üstelik bıyık altından gizlice gülümser. İlerledikçe ekmek kokusu daha yakından gelir.
-Yoh canım! Yahınlarda ekmek eden var Hamza!
Hamza dayanamaz ve karşılık verir;
-Ne ki enişte canın tandır çektiyse hemen gurdururum. Sen iste yeter ki, enişte!
Yusuf Çavuş, Hamza’nın bu hürmetine çok sevinir.
-Bizimkiler de yapar Hamza. Burnumuz alışıh taze ekmek kohusuna.
-Allah’ın bugünlerine çoh şukürler olsun, enişte! Ekmamiz, aşımız var elhamdülillâh!
Evin kapısından içeri girdiklerinde tam karşıda bir ocak kuruludur. Leylâ Hanım, ocağın başına geçmiş, yanında kızları, çörek pişirmektedir. Yusuf Çavuş görünce, birden eşiğin ağzında durur öylece. Sonra gülümseyerek konuşur;
-Yahu Leylâ Gelin, biz de nerden geliyo bu ekmek kohusu diyoduh? Niye zahmet ettin yahu! Ne gerek vardı, şimdik şu ısıcahda?..
-Olur mu enişte? Ne zahmetiymiş? Hadi, siz içeri geçin enişte.
Yusuf Çavuş ve Hamza içeri geçerler ve aynı yerlerine otururlar. Kızlar hemen sofrayı hazırlarlar. Sofrada yoğurt, pekmez, çökelek ve meyve hoşafı vardır. Hamza, kızlara bir de ayran yapmalarını söyler. Yer sofrasına Hamza ile Yusuf Çavuş otururlar, başlarlar yemeye. Çörek daha sımsıcaktır. Ortadan bölünce yoğun bir şekilde buhar çıkıverir. Az az koparırlar. Onu da ağızlarıyla üfleyerek soğutmaya çalışırlar.
Çok geçmez içeri Paşa giriverir. Hemen Hamza seslenir;
-Gel gardaşım! Otur eniştemin yanına.
Paşa, sofrada Yusuf Çavuş’u görünce heyecanla konuşur;
-Vay enişte! Sen buraları bilir miydin?
-Bilir tabi eniştem. Enişteme her zaman kapımız açıh...
-Bizim fakirhaneyi de şereflendir ara sıra, enişte.
Yusuf Çavuş, iki kardeşin kendisi için konuşulanlara ağzında lokma olduğu için o an karşılık veremez. Sonra gülümseyerek konuşur;
-Hele hoş geldin Paşa!
-Hoş gordük enişte. Sen de hoş geldin enişte. Ne var, ne yoh? Halın keyfin eyidir, inşallâh!
-Sağ ol Paşa. Eyiyim elhamdülillâh! Sen nasılsın? Emine’ynen aran eyidir bahıyım. Yüzünden belli oluyo.
-Eh işte enişte. Bildiğin gibi. İdare edip gediyoh şimdikal.
-Eyi eyi. Hep eyi olun.
Bir ara susarlar ve yemek yemeye koyulurlar. Kızlar, sedirin üzerinde oturur vaziyette, sadece izlerler. Paşa, duramaz ve Yusuf Çavuş’a bir soru soruverir;
-Enişte!
-Buyur Paşa!
-Sağ ol enişte. Geçenlerde odada bi padişahı annadıyodun. Ben annıyamadım. Ecik sonadan geldiydim odaya. Dinniyenler, ‘çok acıhlı annattı Yusuf Çavuş’ dediler. Bi de türküsünü söylemişsin. Bi söylesen de dinnesek gine. Bek merah ettim, valla!
Hamza araya girer;
-Dur be oğlum! Eniştem yemani yesin bi yahu!
Paşa hemen susar. Ancak yavaşça karşılık verir;
-Şey, ben de yemekten sona demek istedim, Hamza ağa...
Yusuf Çavuş yine o tatlı gülümseyişiyle karşılık verir;
-Hem yerik, hem gonuşuruh canım! Ben fazla yiyemiyecam zaten.
Hamza tekrar araya girer;
-Yoh enişte, olur mu öyle? Eyice doyur garnını, Allah’ını seversen! Daha çoh gonuşuruh. Sen devam edele...
Yusuf Çavuş, başını bir sağa, bir sola sallar; sonra bir öne, bir arkaya... Yavaşça geriye çekilir ve yaslanıverir toprak duvara. Paşa’ya bakar ve gülümser.
-Demek merah ediyon ha!
-He vallaha enişte! Çoh merah ediyom.
Yusuf Çavuş birden okumaya başlar, Abdülhamit’in türküsünü. Hamza ve Paşa birbirlerine bakışırlar. Konuşamazlar. Çünkü Yusuf Çavuş başlamıştır söze. Odadaki kızlar da pür dikkat Yusuf Çavuş’u dinlerler. Yusuf Çavuş başlar söylemeye;
“ -Hem âlimler, hem hafızlar yoldaşı,
Çelebiler, erenler karındaşı,
Üç kıta, yedi iklim Sultanı,
Şimdi adın kaldı, Hamit Onbaşı!
Baba oğul, emmi yiğen çıkışı,
Kartala tercih ettik serçe kuşu,
Göremedi yanlarında baykuşu,
Şimdi adın kaldı, Hamit Onbaşı!
Mevsimler de şaşırdı yazı kışı,
Çıkmaya çalışdur tekrar yokuşu,
Gizlice Sultan, edildi yurt dışı,
Şimdi adın kaldı, Hamit Onbaşı!
Ümmmet i Muhammed’in de son başı,
Senin için döktü ümmet göz yaşı,
İlk işin Ruslarla yaptın barışı,
Şimdi adın kaldı, Hamit Onbaşı!
Rum, Ermeni, Yahudi vatandaşı,
Döktüler eteklerindeki taşı,
Birleştirdin yine cihana karşı,
Şimdi adın kaldı, Hamit Onbaşı!
Bütün validelerin tek telaşı,
“Allah’ım bağışla Sultan’ın başı”
İslâm âleminin hep gönüldaşı,
Şimdi adın kaldı, Hamit Onbaşı!
Yusuf Çavuş sanki bir âşık gibi kendi kendine döktürürken, kızlar gülüşmeye başlar. İster istemez Yusuf Çavuş’ta keser burada. Hamza her zamanki o yumuşak davranışıyla müdahale eder kızlara;
-N’oluyo gızlar? Uslu dursananız. Ayıp oluyo bah!
Kızlar, ‘bana mı söylüyosun?’ dercesine aldırış etmezler, bir daha gülerler. Birbirlerine bakıp bakıp gülerler. Hamza başını sallar hafifçe ve bir daha müdahale eder;
-Gızım neye gulersiniz? Ayıp oluyo dedim ya!
İçlerinden Nuruş kız dayanamaz, karşılık verir;
-Ağa, gormedin mi emmimi? Ağzını açmış seyrediyodu, ona gulüştük.
Paşa, kendisine güldüklerini anlayınca döner ve sertçe kızları azarlar;
-Demek bana guldünüz ha! Çıhın şurdan, sizi utanmazlar! Bana gulüyolarmış... Bi de utanmadan söylüyolar, Allah Allah!..
Kızlar bu beklenen sert çıkış üzerine yine, gülüşerek hızlıca odadan çıkarlar. Hamza ile Yusuf Çavuş da gülerler. Yusuf Çavuş, Paşa’ya dönerek konuşur;
-Ee, cahallar işte emmisi! N’edecan? Olur böyle şeyler.
-Ne cahalı enişte. Hepsi de eşşek gadar. Aha, hep Hamza ağam yüz veriyo bunnara. Bah, heç gızıyo mu?
-Yahu n’orüyüm oğlum! Dosem yahışmaz, sosem heç yahışmaz. Çocuh onlar, yahu! Ben sona gızarım onnara...
-Demir tavında dolür; sona gızsan gaç para. Enişte gusura bahma! Gızların yüzünden yarıda kestin daal mi?
-Yarıda kestik de Paşa... Merahın getmedi mi?
-Valla, öyle dalmıştım ki enişte... Sen de bek gozel söylüyodun! Ben gendimden geçtim valla!
Yusuf Çavuş ve ardından Hamza, Paşa’nın bu sözüne sesli olarak gülerler. Yusuf Çavuş karşılık verir;
-Paşa’nın belliydi gendinden geçtiği, canım. Bah, cahallar da guldü.
-Bu gadar mı hepsi enişte?
-Var daha ahlımda, emme...
-Ahlındakileri söyle yeter. Hadi dinniyek enişte.
Hamza tekrar araya girer;
-Yahu enişte, hele ecik daha yiyeydin. Sona annadırsın.
-Yoh, eyi yedim Hamza. Geçmişlerinizin canına dasin.
-Peki, afiyet olsun enişte.
Yusuf Çavuş, söylemeye hazırlanır. Tekrar oturduğu yerde şöyle biraz kıpırdanır. Tatlı bir gülümseyişle yutkunur. Başlar söylemeye;
“-Bitmedi içerde bir taht savaşı,
Kurunun yanında yaktılar yaşı,
Yine zehir ettiler ekmeği aşı,
Şimdi adın kaldı, Hamit Onbaşı!
Sevdiği olurdu ona sırdaşı,
Dostlara eğmedi daha bir kaşı,
Sonunda sırt döndü çok arkadaşı,
Şimdi adın kaldı, Hamit Onbaşı!
Çıkardı Saraydan iki subaşı,
Faytonla geçtiler Çemberlitaş’ı,
O inci, o elmas, o hint kumaşı,
Şimdi adın kaldı, Hamit Onbaşı!
Enver makam, Ermeni yurt yarışı...
Koydular yerine Sultan Reşad’ı,
Sis kaplamış... görmezler bir karışı,
Şimdi adın kaldı, Hamit Onbaşı!”
Değişti dost bildiklerin bakışı,
Rus’un, İtalya’nın sırtlan dalışı,
Saraydaki makam mevki yarışı...
Şimdi adın kaldı, Hamit Onbaşı!
‘Toprak, toprak!’ dedi, Rum’u, yandaşı,
‘Vermem, dedi, ne bir karış, bir taşı...’
Kızıl Sultan damgasını vurdular,
Şimdi adın kaldı, Hamit Onbaşı!
İçte dışta meşvereti kurdular,
Kimi hayra kimi şerre yordular,
Koca padişaha sual sordular,
Şimdi adın kaldı Hamit Onbaşı!
Devran döne döne, yol gide gide,
Âli Osman düşüyormuş, kim nide?
Var gücüyle, şiddetle dirense de
Şimdi adın kaldı Hamit Onbaşı!
-Yaa, işte böyle!...
Hamza içten bir soluk alır. Yusuf Çavuş’un konuşmasının bitmesini istemez. Konuyu değiştirmek ister.
-Enişte! Ben bugüne kadar hep merah etmişimdir; bizlerle sizlerin kokü neriye dayanaıyo? Kimlere varıyo? Dedelerimiz kimler? Heç bilmiyoh. Yani eyice bilemiyoh. Aha benim bildiğim, ağamın dediğine gore Hasanla Hüseyin dedelerimiz varmış. Onların da ağası Delivelioğlu’ymuş, o gadar biliyoh...
-Valla, Hamza sen ne gadar biliyosan benim de bildiğim o gadar. Ötesini ben de bilmiyom. Sizin dip dedeniz, bildiğin gibi Delivelioğlu. Hasanla Hüseyin oğullarıymış. Osman deden de Hasan’ın oğlu. Zaten dedene de Kâya Hasan derlermiş. Bize gelince; dip dedemiz Bekir’miş, Kafa Bekir derlermiş. Kafa Bekir’in iki oğlu varmış: Üvez ile Salih. Üvez’in bir diğer adı da Uz Memmet’miş. Üvez’in oğlu Ese, Ese’nin de oğlu İrbehem. Kafa Bekir’in diğer oğlu Salih’in de iki oğlu olmuş; Bekir ile ağam Osman. Bekir emmimin uşahları bildiğin gibi Abdil, Salih, Eşref. Ağamın da uşahları Seyfullah, Hüseyin ve benim. İşte anladığınız gibi sizin dip dedeniz Delivelioğlu’na, bizimki de kafa Bekir’e dayanıyo. Ya, işte böyle!..
_____ romanın devamı var _____ EKREM GÜRER