- 791 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BİR ADIM KALMIŞ
Eskişehir’e gitmek için hazırlanıyorum. Mayıs ayının serin havası penceremden içeri giriyor. Yine ders kitaplarımın arasına kütüphanemden birçok kitap seçerek koydum. İmtihan sırasında fırsat buldukça okuyacağım. Diğer insanlardan farklı yapım var. Kitap okuyarak dinleniyorum. Kitap okumak en sevdiğim şey. Bir de sinemaya gitmek. Isparta’da dört sinema kalmıştı. Eskiden sinemaların sayısı altıya kadar çıkıyordu. Belediyenin yaptırdığı kültür sarayı (sineması), belki de Türkiye’nin en modern sinemalarındandı. Herkes böyle bir sinema nasıl yaptırılır diye ilk önceleri kızarken, belediye, sinemasından çok para kazanmıştı. Diğer sinema fiyatlarının neredeyse iki misli fiyatlıydı ama her zaman doluydu. Filmlerin en kalitesini getiriyordu. 1968 yılında Ankara Bahçelievler’de yapılan Arı sinemasını, lüks, modern sinemalardan biliyordum. Ama Isparta’nın kültür sineması da Arı sinemasından aşağı kalır değildi.
İki şeyin, kitap ve sinemaların müdavimi olarak hayatımı sürdürüyordum. Okulda okumak, çalışmak hep ikinci planda kalmıştı. Okuduğum Eskişehir Ticari İlimler Akademisine imtihan için gittiğim de bile, yanımda birçok kitap alır imtihanlar arasında okurdum. Evimden götürdüğüm kitaplar yetmezdi, Eskişehir’deki kitapçıları dolaşır kitap alır okurdum. Ders kitapları okumaktan yorulduğumda, elime herhangi bir kültür kitabı, hikâye, roman alır okurdum. Okul arkadaşlarım beni okurken görünce sinir olurlardı. “Yahu imtihan aralarında bari ders kitaplarına önem ver. Bu ne okuma merakıdır?” Onların beni anlamalarını beklemiyorum.
Öğrenciler için ders kitapları sıkıcıydı. Bana da sıkıcı geliyordu. İnsan nedense yapmak zorunda olduklarına karşı tepkili oluyordu. Sınıf geçmek için okuduğum ders kitaplarının en az on katını imtihan arasında okuyordum. Delilik gibiydi. Bir tarafta hayatımı temelden ilgilendirecek imtihanlarım. Diğer tarafta beni sakinleştiren, huzura kavuşturan, okudukça dalıp gittiğim kitaplar.
Fikir kitapları, felsefi kitaplar çoğu için sıkıcı iken ben hoşlanarak okurdum. Ama okumaktan hoşlandığım kitapların başında romanlar gelirdi. Rus, Fransız klasiklerini çok seviyordum. Şolohof’un “Ve Durgun Akardı Don” gibi bir roman yazabilmeyi düşlerdim. Hayalim aklıma geldikçe gerçekleşmeyeceğini bilmenin ezikliğini yaşardım. Ve Durgun Akardı Don, Rus komünist ihtilaline ilişkin altı yılı anlatan mükemmel bir kitaptı. İki bin sayfayı bulan roman, ihtilali bütün ayrıntılarıyla, kızılların (komünistlerin), beyazların (muhafazakârların) gözünden anlatıyordu. Kızılların, beyazların kahramanı roman boyunca bir araya gelmediler. Her ikisinin etrafında oluşan olaylarla, Rus ihtilalinin toplumu nasıl etkilediğini görmek mümkündü. Bir dönemi, bütün çıplaklığıyla yansıtan romanlar yazabilmek onur vericiydi. Balzac, Stendhal, Dostoyevski, Gogol, Tolsytoy, Victor Hugo büyük insanlardı. Türkiye’deki solculara nazire yaparcasına okuduğum ilk ciddi fikir kitabı, Marks’ın Katipaliydi. O dönemlerde solcularla tartışırdım. İlk sorgum Kapitali okudunuz mu olurdu? Aldığım cevap neredeyse on kişide bir kişi evet olurdu. Müslümanlar arasından büyük romancıların çıkmamasına üzülüyordum. Ucuz, cıvık aşkları anlatan yerli yabancı kitaplardan hoşlanmıyordum. Hayatı gerçekleriyle tanıtan, emek verilmiş, okurken insanı içine çekerek yürekleri sarsan kitaplar beni etkiliyordu.
Kahvaltımı yapmış, valizim elinde istasyonun yolunu tuttum. Güneş doğmuş, sokaklar sabah çiğinin serinliğiyle kokuyordu. Ağaçlar baharın bütün canlılığını yaşıyor. Kimi meyvesiyle, kimi çiçekleriyle gülümsüyordu. İstasyon evimden yaklaşık bir saat uzaklıktaydı. Otobüs yoktu. Dolmuş yoktu. Ancak yürüyerek gidebilirdim. Bahçeler arasından kısa yollar biliyordum. Yüküm hafif olduğunda genellikle koşturarak giderdim. Ama bugün valizim biraz ağır. Onun için erken çıktım. Yine de kısa yolları seçiyordum. Kısa yol demek, taşla döşenmiş sokakları bırakıp, bahçelerin kenarlarındaki dar yollar demekti. Kimi zaman bahçeler arasından gevşek toprakta yürüyerek… Kimi zaman daracık patika yollardan yürümek… Kimi zaman da ortasından sular akan, ancak taşlarına basarak yürünen yollardan geçmek demekti. Helal ve haram konularına dikkat ediyordum. Onun için bahçelerin arasından geçerken, elimin ucuna kadar eğilmiş dallardaki meyvelere dokunmuyor, ancak güzelliklerini seyredebiliyordum. Bazen erkenden kalkmış bahçesinde iş yapanlara selam veriyor, onlar “oğlum, içini çeken meyvelerden al” dediklerinde, ayıp olmasın diye birkaç tane koparıyordum. Eski kültürün en güzel özelliklerinden biri “göz hakkıydı”. Göz hakkı, sahibi olsun olmasın, yol kenarından geçerken, meyvelerden içini çekenlerden biraz koparıp yiyebilmekti. Eskiler bu tür davranışları ta başından helal etmişlerdi. Ağaçlara zarar vermeden, dallarını kırmadan, hırsızlık amacıyla toplamadan, insan rahatça canının istediğini yiyebilirdi.
Trenin hareketine beş dakika kala istasyona yetiştim. İstasyon Isparta’nın doğusunda, şehrin altındaydı. İstasyon görevlilerinin yaşadığı bina ile istasyon yönetimin yapıldığı bina bitişikti. İdari binalar tren yoluna bakarken, idarecilerin yaşadığı lojmanlar şehre bakıyordu. Ben hiç görmedim ama lisede iken, ağabeylerimiz istasyon müdürünün çok güzel kızı olduğundan söz ederlerdi. Nedense delikanlıların dikkatlerini Isparta’ya dışarıdan gelmiş yüksek dereceli memurların kızları çekerdi.
İstasyona girip, öğrenci biletimi aldım. Otobüs altı lira iken, tren iki buçuk liraydı. O kadar ucuz ki! Trenin hareket etmesine zaman vardı. Bazı yolcular sabah serinliğinde geziniyor, bazıları biniyordu. Bende binmeyi tercih ettim. Zaten yaklaşık kırk beş dakikadır yürüyordum. Kendime sakin bir yer seçip pencere kenarına oturdum. Trenin koltukları, karşılıklı üçer kişilik kanepelerden oluşuyordu. Bu koltuklar yolcu kalabalık olmadığında çok rahattı. Rahatça yatıp uyuyabilirdik. Ama trende yolcular kalabalıklaştığında üç kişilik yerlere sıkışarak dörder kişi oturduğumuz zamanlar olurdu. O zaman çok kötü olurdu. Karşında dört kişi, yanında üç kişi… Nefes nefese… Valizimi açıp bir roman seçtim. Yol boyunca okuyacaktım. Tren hareket etti. Pencereden dışarıyı seyrediyorum. İnsanlar yolcuları uğurluyorlar. Trenin hareket amiri, el hareketleriyle makiniste bir şeyler anlatıyor. Bazı yolcular hareket ederken trene binmiş kendilerine yer beğeniyorlardı. Motorlu tren hızla yol almaya başladı.
Geçen yıl imtihana geldiğimde tanıştığım Eskişehirli Sezai ile mektuplaşmıştık. Benim ne zaman Eskişehir’de olacağımı biliyordu. Bana seni karşılayacağım demişti. Sezai sol görüşlü olmasına rağmen çok candan bir arkadaştı. Onun samimi, candan arkadaşlığı ile Eskişehir zamanlarım çok iyi geçiyordu. Bazen fikri konularda tartışmalar yapardık. Tartışmalarımızın seviyesi hiçbir zaman değerini düşürmezdi. Tartışmalarımızı asla kavgaya dönüştürmezdik. Arkadaşlığımızı bozacak konumlardan uzak dururduk. Birbirimizden çok şey öğrendiğimize inanırdık. Her zaman dine inanan, İslam’ın değerlerini savunan olarak, solcularla fikir alışverişlerimden çok şey öğrenmiştim. Sadece onlarla konuşmalarımdan değil, aynı zamanda kitaplarını da okuyordum. Ama onlar benim okuduğum kitapları okumazlardı. Onların okuduğu dinle ilgili kitaplar, ateistlerin yazdığı din düşmanlığı yapan, dini değerleri alaya alan kitaplardı. Hâlbuki 70’li yıllarda yerli yabancı çok değerli Müslüman fikir adamları kitaplar yayımlamışlardı. Hatta Müslümanların yayınları solculardan daha fazlaydı. Kültür zenginliğine ulaşmak harikaydı. İnsanlarla konuşurken, farklı düşüncelere yabancı kalmamak, fikir alışverişlerinde önemliydi. Dünya klasiklerinden okuduğum kitaplar, insan hayatı ile ilgili ufuklarımı artırırken, Müslüman fikir adamlarının kitapları hayata dair değerlendirmeleriyle yolumu çiziyordu. Solcu yazarların, radikal, devrimci görüşlerinin de düşüncelerimi derinden etkilediği muhakkaktı. Ancak sol fikirlerin hayata yansıtılması, gençler arasında eylemlere dönüşmesi, toplumsallaşmadan çok, toplumdan, insanlardan intikam almak gibiydi. Sezai ile bu tür, sosyolojik, siyasi, felsefi tartışmaları rahatça yapabilirdim. Ama kendilerini eylemler makinesine dönüştürmüş olanlarda fikir alış verişi yapmak çok zordu. 1968, 1969, 1970 yıllarının arkasından gelen 12 Mart 1971 muhtırası bana çok şey öğretmişti. Sanki devlet geri planda bütün siyasi olayları planlıyor. Siyasi olayları çizdiği sınırlara kadar yükseltiyor. Olaylar sınırları aşmaya başladığında el koyuyordu. Devletin arka planında yapılan bu eylemlerle bazı çevreler büyük çıkar sağlıyorlardı. 1971 muhtırasının öncesinde İstanbul’un yayın hayatını tanıyordum. Muhtıradan sonra da sıkı takip ettim. Çünkü okumayı seviyordum. Muhtıradan sonra gördüm ki, solcu olsun, sağcı olsun, Müslüman olsun, zengin olanlara kimse dokunmamıştı. Ancak fakir olanlar, anarşik olaylarda kullanılan gençler perişan olmuşlardı. Üstelik 1971 muhtırası sonucunda anarşik olayları meydana getiren birçok hareketin, gençler arasına sokulmuş ajanlar tarafından gerçekleştirildiği anlaşılmıştı. Hatırladığım en etken olay, 1971 muhtırasından sonra, hemen her görüşte olanların etraflarında ajan, gizli polis, mitçi olabileceği endişesiyle insanların tedirgin olduklarıydı. Yaklaşık iki yıl fikri, siyasi mücadele verenlerin birbirlerine şüpheyle baktıklarını hatırlıyorum. Eylemlere karışmadığım için çok rahattım. Mümkün olduğu kadar okuyor. Geleceğe ancak bilgiyle, gençlere yatırım yaparak bir şeyler yapılabileceğine inanıyordum.
Eskişehir’e tren girerken gözlerim yolcu bekleyenler arasında dolaştı. Isparta tren garına göre daha büyük olan Eskişehir tren garı kalabalıktı. Sezai yoktu. Trenden inerken etrafıma bakındım. İndikten sonra bir müddet ortalıkta dolaştım. Sonra kapalı bekleme salonuna girdim. Orayı da iyice gözden geçirdim. Maalesef Sezai gelmemişti. Şehrin merkezine giden geniş yolda yürümeye başladım. Eskişehir’de arkadaşlarımın evinde kalmayacağımı, otelde kalacağımı Sezai’ye yazmıştım. Otele doğru yaklaşırken Sezai’yi otelin önünde bekler buldum. Beni görünce, mahcup tavırlarıyla yanıma geldi, beni kucakladı.
- Kusara bakma. Trene yetişemedim. Bende seni burada bekledim.
- Rica ederim Sezai. Ne fark eder? Nasılsa buluşacağız. İnsan hali, bir işin çıkmış olabilirdi.
- Yok ya… İşim yoktu. Akşam arkadaşlardaydık. Sabaha kadar uyumadık. Eve gelip yattım. Leş gibi uyumuşum. Uyandığımda saat 14.00 ‘e çeyrek vardı. Hızlıca hazırlandım. Bereket dolmuş hemen geldi.
- Uyuyup kaldın yani.
- Evet
- O zaman sen kahvaltı da etmemişsindir.
- Nerede, kalkar kalkmaz geldim.
- İyi o zaman, odayı tutayım. Valizi bırakayım. Bir lokantaya gidelim.
- Tamam.
Sezai’nin elinde bir kitap gördüm. Hayret, Sezai okumasını severdi ama elinde kitapla dolaşırken hiç görmemiştim.
- Elindeki kitap ne?
- Tanrıların arabaları yeni çıktı. Gördün mü?
- Hayır
- Ben okudum çok beğendim. Senin okumanı istiyorum. Tamam, okurum, ver bakalım.
- Okuduktan sonra fikrini merak ediyorum.
- Okuyunca söylerim.
Kitabı Sezai’den alarak valize koydum. Otele girdik. Resepsiyonda Mustafa dayı vardı. Genellikle burada kaldığım için tanıyordu.
- Hoş geldin yeğen.
- Hoş bulduk dayı.
- Odan hazır.
- Hangisi?
- On altı numara
- Yalnız mıyım?
- Hayır, iki gün önce, Denizlili geldi.
- Ali mi?
- Evet
Ali sessiz sakin biriydi. Benim gibi imtihanlara geliyordu. Çok nadir otelde kalıyor genellikle Denizlili arkadaşlarının evinde kalıyordu. Birkaç defa otelde birlikte kalmıştık. Çok iyi bir arkadaştı. Konuşkan değildi. Siyasi, fikri konulara hiç girmezdi. Özellikle siyasi olaylardan nefret ederdi. Bazen aramızda siyasi, fikri konular açıldığında, “ben ekmeğimin peşindeyim” derdi. Bir ara zorla, kendisinden, ailesinden konuşturdum. Babası hastaymış. Bu nedenle Denizli’de çalışıyor, benim gibi imtihanlara geliyormuş. Annesi yaşlı olduğu için babasına doğru dürüst bakamıyormuş. Ağabeyi Van’da öğretmenlik yapıyor. Ablası mendebur bir adamla evliymiş. Eniştesi doğru dürüst göndermiyormuş. Bütün iş Ali’nin sırtına kalınca, o da yaşamayı değil ailesini yaşatmayı seçmiş. Konuşkan değildi ama konuşursa fırtınalar yaratacağı belliydi. Bazen arkadaşlarım otele gelir, odanın bir köşesinde tartışırken, bize kızarak bakardı. Arkadaşlar ona bir şey söylemek istediklerinde de, “fikirler, siyasi olaylar, bana ekmek verecek mi? Hasta babamı iyi edecek mi? Benim gece gündüz çalışmama yardım edecek mi? Yoksa ortalıkta boş boş konuşan. Hiçbir sorumluluk üstlenmeyen… Sizin gibi sorumsuz, sorunlu kişiler mi yapacak? Ellerinize pankartları alıp orada burada yürüyüp sloganlar atarak neyi halledeceksiniz? Bütün bunların hiç biri benim hayatıma çare değil. Ben, sorunlu hayatımın çaresini bulmakla meşgulüm. Laf salatalığı yapmakla işim yok.” Derdi. O zaman, arkadaşlar ona kendinden başkasını düşünmüyorsun, ülkeyi düşünmüyorsun, ülke felakete gidiyor ilgilenmiyorsun diye kızarlardı. Ali de, “siz kurtaracaksınız ya, bana ne gerek var? Aslanlar gibi ortada dolaşıp memleketi kurtarıyorsunuz. Yoksa beceremeyeceğinize inanıyor da benden yardım mı istiyorsunuz” diye sertleşirdi. Keratayı çok özlemiştim. Sezai,
- Ben Ali’yi tanımıyorum
- Evet tanımıyorsun. Ali ile birlikte kalırken seninle tanışmamıştık. Bundan sonra tanıştırırım. Dayı, Ali yukarıda mı?
- Yok, yeğen, valizini koyup çıktı. Al anahtarı çık yukarı.
- Sezai sen yukarıya gelecek misin?
- Hayır, ben seni burada bekleyeyim.
- Tamam, gelince lokantaya gideriz.
- Oldu.
Otelin on altı numarası çok güzeldi. Pencereden porsuk çayı ve karşıdaki balıkçılar seyredilebiliyordu. Eskişehir’in porsuk çayı etrafındaki balıkçılarda balık yemek harikaydı. Karadeniz, Marmara hamsisini tavada kızartıp önünüze koyduklarında mis gibi kokardı. Çoğu zaman iki porsiyon yediğimi bilirim. Şubat döneminde geldiğim zaman balıkçılara uğramak çok iyi oluyordu. Ama şimdi yaz sezonu artık balığın tadı kalmamıştır. Gerçi yine da balıkçılar tarafında yoğun hareketlilik vardı. Acaba balık yemeye mi gitsek diye düşündüm.
Pencerenin kenarında iki yatak vardı. Ali sağ taraftaki yatağa, eşyalarını benim burası dercesine koymuştu. Bende sol tarafına koydum. Kapı tarafında iki yatak daha vardı. Mustafa Dayı tanımadığımız kişilere vermezdi. Verse bile bizi mutlaka tanıştırırdı. Güven konusuna çok dikkat ederdi. Bizleri evladı gibi görür, gözünü tutmayanlara çok yataklı odaları vermezdi. Onlara tek kişilik odalar verir, başkalarıyla muhatap etmezdi. O nedenle otelci Mustafa dayıyı çok severdim. Eğer birini odaya vermişse, bilirdim ki o iyi bir arkadaş olacaktır. Ali ile de bu sayede tanışmıştım. Benim Eskişehir’de kendime göre arkadaşlarım, Ali’nin kendine göre arkadaşları vardı. Genelde her ikimiz önceki arkadaşlarımız da birlikte olduğumuz için fazla birlikte olamazdık. Ama birlikte olduğumuz zamanlar harika vakit geçirdiğimizi söyleyebilirim.
Eşyalarımı koyup lobiye indim. Sezai hadi artık acıktım dercesine yüzüme bakıyordu. “Amma acıktık yahu” diyerek koluna girdim. “Balık yiyelim mi?” “tamam”… Mustafa dayı “çocuklar balığın tadı kaçmıştır, bence tavsiye etmem, gidin börek yiyin” dedi. Sezai’ye baktım. “Bence fark etmez” dedi. “Yok ya, orası şimdi çok kalabalıktır. Açız öyle çok bekleyemeyiz. En iyisi bugün balık yiyelim. Sonra börek yeriz”
Böylece tatar böreği yemekten vazgeçtik. Çünkü tatar börekçisi her zaman çok kalabalık olurdu. Bazen yarım saatten fazla yer boşalsın diye beklerdik. Aç karnına beklemek zor olurdu. Doğruca balıkçıların olduğu yere gittik. Yan yana balıkçı dükkânlarının önündeki garsonlar müşteri kapmanın telaşıyla “gel kardeşim gel, balığın tazesi burada” diyorlardı. Aslında burada bayat balık bulmak zordu. Çünkü o kadar hızlı tüketim vardı ki, balıkların bekletilip, bayatlatılması mümkün değildi.
Bugün Eskişehir’deki ilk günüm. İlk imtihanıma ilişkin kitabı yanıma almıştım. Yemekten sonra bir parka gittik. Orada Sezai ile birlikte ders çalıştık. Ders çalışırken, Sezai “sana verdiğim kitabı okumayı unutma” diyordu. Neredeyse on kere tekrar etmişti. Gülerek “imtihan sürecinde okuyamazsam, Isparta’ya götürür, orada okur eylül döneminde getiririm” diyerek tepkisini seyrediyordum. “Senin kitap hakkındaki düşünceni merak ediyorum” “Ne var bu kitapta bu kadar önemli?” “Çok şey var…”
Akşama kadar ders çalıştıktan sonra Sezai beni otele bırakarak evine gitti. Yarın görüşmek üzere anlaştık. Odama çıktım. Ali henüz gelmemişti. Mustafa Dayı, odaya bir kişi daha verdiğini söyledi ama oda da kimse yoktu. Anlaşılan Ali ve yeni arkadaş henüz dışarıdaydılar.
Yatağa uzandım, Sezai’nin verdiği kitabı elime aldım. Erich Von Daniken, Tanrıların arabaları. Birinci baskı, 1973… Kitap henüz yeni çıkmıştı. Kitaba düşkün olduğum halde Tanrıların arabaları kitabını görmemiştim. Kendi kendime hayret ettim. Bu kitabı nasıl görmemiştim. Kitabı bir solukta okudum. Sürükleyiciydi, ilginçti. Din adına kutsal kitapların anlattıklarına yeni bir yaklaşım getiriyordu. Yahudilerin, Hıristiyanların tarihine ait haberleri farklı açılardan yorumluyordu. Dünyanın değişik yerlerinde konumlanmış eski medeniyetlerin yaşamlarından, inançlarından örnekler sunuyordu. Mağaralardan, eski yapıtlardan çekilmiş bazı resimlerden giderek yorumlar yapıyordu. Kitabın ana fikri, Tanrı yoktu. Dünyada iki insan türü vardı. Üstün insan ve normal insanlar. Üstün insanlar uzaylılar tarafından ilişki kurularak bilgilendirilmişlerdi. Dinler bu tür insanlara resul veya peygamber diyordu. Resul denilen insanlarla ilişki kuran Tanrı değil, uzaylılardı. Cebrail denilen kişi uzaydan gelen varlıktı.
Kitabı bitirdikten sonra anlatılanlardan hiç etkilenmediğime şaşırdım. Sanki böyle yorumların bir gün yapılacağına dair hislerim vardı. Gençlik yıllarımda çevrilmiş uzaya ilişkin bilim kurgu filmlerini çok seyretmiştim. Üstelik bu tür bilim kurgu filmlerine tutkum hastalık derecesindeydi. Seri halinde gösterilen “Bay tekin”, “uzay yolu”, “Maymunlar cehennemi” filmleri, tutuldukça diziler halinde çevriliyordu. Arka arkaya Türkiye’ye gelen bu filmler gişe rekorları kırıyordu. 1969 yılında Amerikalılar aya çıktık haberleriyle bütün dünyayı şaşırtmışlardı. Ama Almanlar Amerika’nın aya çıktığına inanmıyordu. Psikolojik savaşta, bilimsel kurgu yaptıklarını iddia ediyorlardı. Rusya ve Amerika uzayla ilgili sürekli araştırma yapıyor. Batıda esen sol rüzgârlar ülkemizi de etkiliyor. Dine karşıt düşünceler bütün hızıyla gençler arasında yayılıyordu. Fikir mücadelesinde yazılanlar, çizilenler çok fazlaydı. Hemen herkes elinden geleni yapıyordu.
Yahudilerden, Hıristiyanlardan, Müslümanlardan bilim adamları da, kutsal kitaplardaki bilgilerin doğruluğuna dair kitaplar yazıyordu. Özellikle Müslüman yazarlar, Kur’an-daki ayetlerden giderek, günümüzde bilimin bulduğu birçok konunun, kutsal kitapta olduğunu açıklıyorlardı.
Ateistlerle, solcularla tartışırken, Kur’an-ın inişinden yüzlerce yıl sonra batılıların bulduk dedikleri bilimsel gerçeklerin, ayetlerde geçtiğini gösterdiğimizde söyleyecek sözleri kalmıyordu. Muhammed çok zeki biriydi, Tanrı’dan kitap falan getirmedi. Devrim yapmak için din uydurdu diyen ateistler, Kur’an-daki bilimsel konuları, Muhammed’in zekiliğiyle anlamaya çalışıyorlardı.
Şimdi durum farklılaştı. Artık din karşıtı düşüncede olanlar, kutsal kitaplardaki bazı bilgilerin, o günkü dünya kültürünün üstünde oluşunu uzaylıların dünya ile teması sonucu olduğunu söylüyorlardı. Onlara göre uzaylılar resul denilen üstün insanlar aracılığıyla insanlarla iletişim kurmuşlardı. Hatta peygamber olarak kabul edilmeyen bazı insanlarda uzaylılar tarafından eğitilmişlerdi. Osmanlı döneminin kaptanlarından Piri Reis’in, Amerika batılılar tarafından keşfedilmemişken, çizdiği haritada Amerika’yı gösteriyor olması, bunun deliliydi. Sonuçta Tanrıların arabaları kitabı, kutsal kitaplardaki bazı bilgilerin, o günün dünyasında bilinmediğini kabul ediyordu. Çünkü kutsal kitaplardaki bazı bilgiler, dünya bilim adamlarının daha sonraları keşfettiği şeylerdi. Bu bilgiler insanlığa nasıl gelmişti? Sorunun cevabını açıklamak zordu. Açıklanamayanlar ateistleri çaresizliğe itiyor. Çaresizlik ateistlere yeni bir Tanrı yarattırıyordu. UZAY. Bu çok ilginçti. Tanrı fikri denilince nedense insanların aklına hemen gökyüzü geliyordu.
Sezai kitaptan etkilenmiş, fikir tartışmalarında baş edemediği bana, kendine göre sağlam bir kaynak bulmuştu. Bana kitabı verip okutturma heyecanının altında yatan buydu. Yarın karşılaştığımda kitabı okumadığımı söylesem ne olurdu diye düşündüm. Sanıyorum çok garip olurdu. Yüzü gözümün önünde canlanıyor, beni gülme tutuyordu.
İnanç çok ilginçti. Her insan nedense mutlaka bir şeylere inanma ihtiyacını hissediyordu. Yaratılıştan bu özellik, kimini Tanrı’ya inandırıyor, kimini Tanrı’nın dışına itiyordu. Tanrı’ya inanmayanların Tanrısı, Tanrı’ya inananların Tanrı’sından daha çoktu. Bilim, uzay, tarih, doğa, Tanrı’yı inkâr edenlerin yeni Tanrıları olarak insanları etkiliyordu. Özellikle ateistlerin bilimsel dediği, ama asla bilimsel olmayan, teoriler, hipotezler Tanrı’ya karşı Tanrı yaratmanın farklı yaklaşımlarıydı. Felsefe kitaplarını severim. Ancak felsefeyi gereksiz tartışmalar içine sokanlara karşı tepkiliyim. Elle tutulur, gözle görülür hiçbir delil olmadan, kanıtlanamayacak konular hakkında sürekli konuşan, yazan, eski masallarda söylendiği gibi “az gittik, uz gittik, bir arpa boyu yol gittik” hesabı, sonuçsuz tartışmaların adına felsefe demişler gibiydi. Gözlerimi pencereden dışarıya dikmiş bunları düşünürken, kapı açıldı. İçeriye Ali ile birlikte yeni arkadaş geldiler. Ali beni görünce,
- O, merhaba, hoş geldin.
Kucaklaştık. Arkasında duran yeni arkadaş, “ben Emre” diyerek elini uzattı. Ben de “Necati, tanıştığımıza memnun oldum”
Yataklarımıza oturup başladık sohbete. Emre, Ali’nin yatağına oturmuştu.
- E, söyleyin bakalım, ne var ne yok. Memleket nasıl? Haberler iyi mi?
- Hem de nasıl, haberler bomba. Her şey harika, biz de Emre’yle Eskişehir’de epey dolaştık. Onu arkadaşların evine götürdüm. Çok memnun oldu. Öyle değil mi Emre?
- Evet, harika arkadaşlar. Tanıştığıma çok memnum oldum.
- Sen nerelisin?
- Tokatlı. Ya sen?
- Ispartalı
Ali belliydi, Denizlili… Kısa tanışmadan sonra uzun sohbetler ettik. Derslerden, imtihanlardan, işlerimizden… Üçümüzde okulu dışarıdan okuyorduk. Kendi memleketlerimizde çalışıyor. İmtihanlarda Eskişehir’e geliyorduk. Okulda devam mecburiyeti olmasına rağmen, sınıfların yetersizliği yüzünden yoklamalar genelde uygulanmıyordu. Ama bazı hocalar, gruplar oluşturuyor, oluşturduğu gruplara görevler veriyordu. Görevlerini yapanlar altmış alıyorlardı. Sınıf geçme notu en az altmış. Biz imtihana girsek de asla alamayacağımız bir nottu. Çünkü imtihanda hepsini yapsan kırk alıyordun. Görevlendirmelerde almadığın notlar yüzenden kalıyordun. Bunu bildiğimiz için bu derslere şubat ve haziran dönemlerinde girmiyorduk. Direkt bütünlemeye kalarak, hocanın verdiği yaz görevini bireysel olarak yapıyor, öyle imtihana giriyorduk. Öyle veya böyle okula devam ediyorduk. Uzun sohbetin arkasından yatmaya karar vererek, sessizliğe büründük, gözlerimize inen uykuya yenildik.
Sabahleyin kapının çalınmasıyla uyandım. Hayret kapıyı çalan Sezai’ydi. Saat henüz 8:25’ti. Sezai öğleye kadar uyuyan biriydi. Nasıl olurdu da erkenden çıkagelirdi. Uyku sersemliğiyle…
- Hayrola Sezai, bugün sana görünenler mi oldu?
- Akşam erken yattım. Dün dolaşırken yorulmuşum. Aslında güzel bir film vardı. Onu seyredeyim diyordum. Kanepeye kıvrılıp kalmışım. Kimse de uyandırmamış. Annem üzerimi örtmüş.
- E, tabi, seni akşam uyurken ilk defa görünce şaşırmışlardır. Doyasıya seyretmek için uyandırmamışlardır.
- Valla öyle galiba… Sabah’ın 7.00 sinde ayaktaydım. Nasılsa sen erken kalkarsın diye kahvaltı etmeden atlayıp geldim. Haydi, börekçiye gidelim.
Konuşmalarımıza Ali ve Emre de uyanmışlardı. Onlara arkadaşımı, Sezai’yi onlara tanıştırdım,
- Arkadaşım Sezai, bu arkadaşlar da, Ali ve Emre
- Tanıştığımıza memnun oldum arkadaşlar
- Bende memnun oldum.
- Bende memnun oldum.
- Biz tatar börekçisine gidiyoruz, gelecek misiniz?
- Sabahın köründe ne böreği ya? Siz gidin…
Ali’nin sözünü Emre başıyla destekledi. Onları otelde uyumaları için bırakarak, Sezai ile otelden çıktık. Tatar börekçisi otelimizin hemen arkasındaki ara sokaktaydı. Küçücük bir yerdi. Baba, ana, kız çalışıyorlardı. Anne sürekli pişiriyor. Babayla kız garsonluk yapıyorlardı. Müşterilerin arttığı zamanlarda akrabaları olduğu belli olan birkaç delikanlı garsonluğa yardım ediyorlardı. O zaman baba sürekli kasanın başında olurdu. El kadar küçük, içinde çok az peynir olan börekler, kızgın yağa atılarak pişiriliyordu. Kızgın yağdan çıkarılır çıkarılmaz önümüze gelen börekleri yemek çok zordu. Çünkü haddinden fazla sıcaktı. İlk defa tatar börekçisine gittiğimizde bizi götüren arkadaş bu meret sıcak yenir, soğuyunca tadı kaçar demişti. Bu nedenle, aşırı sıcaklığına rağmen, ağzımız yanarak, hohlayarak börekleri yiyorduk. Börekçiye girdiğimizde kız hoş geldiniz ağabeyler diyerek bizi hemen boş masaya oturttu. Hayret nedense börekçi tenhaydı. Henüz birkaç masada insanlar börek yiyorlardı. Börekçi ayrandan başka bir şey satmıyordu. Tatar böreği, tatar ayranı… Tamamen ailenin kendilerinin hazırladığı doğal yiyecek, içecekti. Kafanıza göre başka içecekler isteyemezdiniz. Tek içecek ayran. Tek yiyecek börekti. Sıcak böreği yeme yarışındaydık. O nedenle konuşma fırsatımız olmuyordu. Ama Sezai’nin meraklı bakışları kitabı okuyup okumamla ilgiliydi. Sanki benden “okudum” sözünü işitmek istercesine dikkatle beni takip ediyordu.
Börekçiden çıktık. Çay içmek için porsuk çayının yanındaki parka gittik. Çaylarımızı söyledik. Sezai hala merakla bakıyor, ama bir şey söylemiyor.
- Kitabı okudum
- Nasıldı?
- Harikaydı. Sen bana vermeden önce niye görmediğime hayret ettim. Kendime kızdım.
- Beğendin yani?
- Evet
- Ama sen dine inanan birisin. Nasıl olurda tanrıların arabaları kitabını beğenirsin? Kitap dini inkâr ediyor…
- Biliyorum. Yazar Tanrı’yı inkâr ediyor. Peygamberleri uzaydan gelen varlıkların bilgilendirdiğini söylüyor. Peygamberlerin insanlığa ilettiği bilgilerin, uzaylılar tarafından verildiğini anlatıyor.
- E, bunlar sana ters gelmedi mi?
- Hayır
- Allah, Allah, ben senin bu kitabı okuyunca, kızacağını, karşı çıkacağını sanıyordum.
- Niye kızayım ki?
- Ya, benimle dalga mı geçiyorsun? Yoksa okumadın mı?
- Niye dalga geçeyim ki, vallahi kitabı çok beğendim. Okumaz olur muyum? Bundan sonra ateistlere karşı bu kitabı delil olarak göstereceğim.
- Nasıl yani?
Sezai’nin şaşkınlığı arttıkça artmıştı. Söylediklerim karşısında hayretini gizleyemiyordu. Merakını, şaşkınlığını gidermeliydim.
- Bak Sezai, beni dikkatle dinle…
- Evet
- Yıllarca bu memlekette, ateistlere, solculara şunu anlatmaya çalıştık. Kur’an-da, Kur’an-ın indirildiği dönemde olmayan bilgiler var. Bu bilgileri o dönemde dünyanın hiç yerinde bilen yoktu. Bunları size gösteriyorduk. Sizler ise ne diyordunuz. Muhammed çok zeki bir adamdı. Muhammed zekiydi ama bilim adamı değildi ki… Üstelik Kur’an-daki bu bilgiler, Müslüman bilim adamları haricinde, hiçbir bilim adamlarınca bilimin temeli olarak gösterilmedi.
- E… Ne var bunda?
- Şimdi bu kitap diyor ki, Muhammed zeki değil. İsa zeki değil. Musa zeki değil. Bu insanlar uzaylılar tarafından ele geçirildi, bilgilendirildi, diğer insanlara göre üstünleştirildi. Böyle demiyor mu?
- Evet…
- Böyle deyince ne oluyor? Birincisi yıllarca, peygamberlerin zeki olduğunu söyleyen sizlerin görüşünü bu kitap çürütüyor. Hâlbuki sizler inanarak, güvenerek, inananlara karşı peygamberlerin zeki insanlar olduğunu iddia ediyordunuz. Şimdi bu görüşünüz bu kitapla iflas etti. Bu yönde yazdığınız her şeyi Tanrıların arabaları kitabı yalanlamış oldu. Öyle değil mi?
- Bir bakıma doğru…
- Ne bir bakıma? Bal gibi doğru işte… İşin ikinci yönü var.
- Ne gibi?
- Tanrıların arabaları kitabıyla, artık bilim adamları, ateistler, laikler, solcular, Kur’an-da dünyanın o dönemdeki bilgilerini aşan bilgiler olduğunu kabul etmiş oldular. Yani artık sizler kutsal kitaplarda üstün bilgiler olduğuna inanıyorsunuz. Bu kitap sayesinde...
- Valla hiç böyle düşünmemiştim.
- Evet düşünmemiştin. Çünkü sadece bir açıdan bakıyorsunuz. Tanrıların arabaları kitabı sayesinde, bizzat kendiniz, Kur’an-da üstün bilgiler olduğunu söylemiş oldunuz. Artık bunu inkârınız zor olur. Biz artık inananlar olarak, Kur’an-daki bilgilerin, zamanları, çağları aştığını ispat etmek zorunda değiliz. Bu nedenle Eric Von Daniken’e teşekkür etmek lazım. Hani köre nişan aldım, topalı vurdum hesabı var ya, onun gibi bir şey. Dini inkâr edeyim derken, kutsal kitaplardaki bilgilerin üstünlüğünü, peygamberlerin diğer insanlardan üstünlüğünü kanıtlamış oldu.
- Valla Necati ne diyeyim. Çok ilginç mantığın var. Her şeyi kendine göre nasıl yorumluyorsun.
- (gülerek) Allah boşuna akıl vermedi ki?
- Ama Eric Von Daniken Tanrı’yı inkâr ediyor.
- İşin aslında hiç kimse Tanrı’yı inkâr etmiyor. Herkes kendine göre Tanrı’yı tarif ediyor. Dün doğacılar, tabiatı (doğayı) Tanrı ilan ettiler. Çağımızda ateistler bilimi Tanrı ilan etti. Şimdi uzay çağına giriyoruz. Dini inkâr edenler bu sefer uzayı Tanrı ilan ediyorlar. Bana göre hiç kimse tanrıyı inkâr etmiyor. Herkes kendine bir Tanrı icat ediyor. Onun için Allah gönderdiği ayetlerde, ben sizin yarattığınız tanrılardan uzağım diyor.
- Nasıl yani?
- Geçmiş ilkel topluluklar, güneşi, ayı, yıldızları Tanrı ilan ettiler. Mekkeli putperestler, atalarının önemli isimlerini Tanrı ilan ettiler. Allah’ın gönderdiği dinden sapanlar, peygamberleri, rahipleri, hahamları, âlimleri Tanrı ilan ettiler. Günümüzün insanları bilimi tanrı ilan etti. Şimdiki moda Tanrımız uzay…
- Ama ben Tanrı’ya inanmıyorum.
- Sen öyle zannet. Tanrı’ya inanmadığını söyleyen herkes, Tanrı’nın yerine bir şey koymuş, koyduğu şey onun Tanrı’sı olmuş. Sahi senin Tanrın ne?
- Yok, benim Tanrım
- Vardır, vardır, hadi utanma söyle, bilim mi? Uzay mı? Doğa mı? Söyle ne? Yoksa hümanistlerin yorumlarında öne çıkan insan mı? Biliyorsun Hümanistler insanı tanrı’laştırıyor. Sonra dikkat et, Tanrı fikri her türlü fikirden daha güçlü.
- Neden?
- Baksana, inananlar Tanrı’dan söze diyor. Ateistler Tanrı’dan söz ediyor. Tanrı dışında hangi konu kendisinden bu kadar söz ettiriyor? Tanrı’ya inananıyla, inanmayanıyla herkes Tanrı’cı olmuş. Yatıp kalkıp Tanrı’dan söz ediyorlar.
- Vallahi doğru gibi…
- Tabi doğru Sezai… Bütün felsefeler, tartışmalar gösteriyor ki, Tanrı’dan kaçış yok. Lehinde ve aleyhinde herkes Tanrı’dan söz ediyor. Acaba bu kadar güçlü bir varlık var mı?
- Pes Necati… Ben senden daha başka şeyler bekliyordum. Tanrıların arabaları kitabı seni altüst eder zannetmiştim. Hâlbuki söylediklerinle sen beni altüst ettin.
- Merak etme Sezai… Bir adım kalmış…
- Neye bir adım kalmış?
- Allah’a inanmayanlar, güneşe, aya, yıldızlara, doğaya taptılar. Sonra bilime taptılar. Şimdi uzaya çıktılar. Miracınız hayırlı olsun. Tanrı’ya bir adım kalmış. Yakında bulursunuz.
Hayretle yüzüme bakıyordu. Ne söyleyeceğini bilemiyordu.
- Sezai bana bakma öyle
- Vallahi bilmiyorum ki… Yorumların çok değişik geldi.
- Evet, ben sana daha değişik bir şey söyleyeyim.
- Nasıl?
- Peygamberlerin getirdiği din, insanlar arasında, barışı, adaleti emrediyor. Fakirlere sahip çıkın diyor. Bireysel toplumsal ibadetler emrediyor. Dinlerin söylediği hiçbir kuralda, gökyüzünden gelen uzaylılara çıkar sağlayacak herhangi bir şey var mı?
- Yok.
- Yok tabi. Dünya malı dünyada kalıyor. Dünyanın tüm zenginlikleri insanlığın hizmetine sunuluyor. Dünyada kan döken, zulüm yapan insanlar kınanıyor. Onlara zalim deniyor. Kutsal kitapların hiçbir yerinde, dünyanın yer altı, yer üstü değerlerini bir yerlerde biriktirin. Onları uzaylılara verin diyor mu? Hayır. Dine uyanların, uzaylılara kölelik yapması emrediliyor mu? Hayır… Bunlar ne biçim yaratıklar ki, dünya insanlığının mutluluğu için din göndermişler. Dünyadaki savaşlara karşılar. Dünyadan, insanlardan hiçbir şey istemiyorlar. Hâlbuki uzayla ilgili bilim kurgu filmlere bak, yıldızları istila ediyorlar. Varlıkları esir alıyorlar. Yıldızlardaki değerleri sömürüyorlar.
- Bundan ne çıkarmalıyım?
- Eğer Eric efendinin dediği gibi, uzaylılar peygamber denilen insanlar aracılığıyla dünyayla iletişim kurmuş olsalardı, mutlaka çıkarlarına işaret edecek bir şey olurdu. Onlar dünyadaki insanlığın mutluluğu, birliği, dünya nimetlerinin adil paylaşımı yerine, kendi mutluluklarını, kendi çıkarlarını korurlardı. Neymiş efendim uzaylılar peygamberlerle iletişim kurmuş. Peygamberler bilgileri uzaylılardan almış. Yahu hiç aklınız çalışmıyor mu? Eğer böyle olsaydı, o kadar kutsal metin içinde, bir defacık olsun uzaylılardan söz edilmez miydi? Bir defacık olsun, insanlığın uzaylılara köleliğinden söz edilmez miydi? Bir defacık olsun uzaylıların dünyadan çıkarlarından söz edilmez miydi?
- Edilirdi herhalde…
- Aklı evvelin biri bir şeyler söylüyor. Güya akılla, bilimle yürüdüğünü iddia edenler, koyun gibi dinliyor. Vay diye hayretle karşılıyor. En ufak bir şekilde aklını kullanmıyor. Özeleştiri yapmıyor. Sorgulamıyor. Söylesene, bu nasıl akılcılık? Bu nasıl bilimcilik?
Şaştı, şaşkınlaştı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Sezai’ye ceketimin cebindeki kitabı çıkardım.
- Kitabı bana imzalar mısın? Hatıran olur. Söz yerine bende sana bir kitap alacağım. Hatta aynı kitabı alıp bende sana imzalayalım. Ama bu kitabı evimde senin imzanla bulundurmak istiyorum.
- Tamam
Cebimden çıkarıp uzattığım dolmakalemle düzgün bir şekilde kitabın üzerine “bu kitabı aleyhimize kullanmamak şartıyla armağan ediyorum” diye yazarak imzaladı. Tarih 13.Haziran.1973 Kitabı imzaladıktan sonra bana uzattı.
- Şartımı okudun değil mi?
- Evet, ama söz veremem. Bu kadar güçlü delillerle dolu kitap niçin kullanılmasın ki?
- Olsun sen benim hatırımı sayarak kullanma…
- Söz veremem. Kitabı bana vermeden düşünecektin.