- 504 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Olimpos Günlükleri Kayıp Taç Bölüm 11
BÖLÜM 11:GEÇMİŞTEKİ İZ
O gün çok acayip ve yorucu geçmişti. Pegasusların sırtında 10 saat yolculuk yaptıktan sonra sadece 6 saatlik uyku ile bir deniz yolculuğuna çıkmışlardı. Denizde de büyük deniz yaratığı Leviathan onları rahat bırakmamıştı. Tüm bunlar bir Olimposluyu bile yoruyordu.
Hephaistos’un mağarasına vardıklarında onun çok yaşlı olduğunu gördüler. Hatta şu an Olimposlu mu yoksa kendisi mi onu bile anlamamışlardı. Ama kendisi ise bir yolculuğa çıkacak hiç enerjisi olmadığı belliydi.
Ahmet, sol kolundaki kartal dövmesini göstererek, “Ben Zeus” dedi. Bunu derken de yüzündeki o ciddi ifade hala yerindeydi. Kimse onun daha az önce bir Leviathanla savaştığını anlamazdı.
“Sonunda seçilmişsiniz efendim” diyebildi Hephaistos. Çok yaşlı ayakta durmakta bile zorlanıyordu. Neyse ki bastonundan yardım alıyordu.
“Buraya bizi Kraliçe Persephone yolladı” dedi Miray. Gözlerinden Hephaistos’a acıdığı belliydi. Zaten adam da acınacak haldeydi.
“Evet” dedi Hephaistos “Sizin buraya geleceğinizden haberim vardı. Hera’nın Tacını arıyorsunuz değil mi? Bunu da Persephone söylemişti bana”
“Haklısın” dedi Ahmet “Sadece bizi buraya niye yolladığını merak ediyorum” Ahmet, o sırada eline bir taş almış onunla uğraşıyordu. Taş, orta boyuttaydı ve sert gibi gözüküyordu. Ahmet, onu sıkmasın rağmen hiçbir ufalanma yoktu taşta.
“Çünkü yardıma ihtiyacınız var” dedi Hepaistos beyaz sakalını okşayarak “silahlar konusunda benden daha fazla şey bilen yok”
İşte Hephaistos bu konuda haklıydı. 50 nesil boyunca arkadaşlarına yeni silahlar yapmış ve bir sürü teknolojik alet geliştirmişti. O birinci nesilde Persephone’den beceri gücünü almıştı.
“Bize yeni silah mı vereceksin?” diye araya girdi Osman. Bu silah fikri hoşuna gitmiş olmalıydı ki ağzı kulaklarına varmıştı.
“Sakin ol genç Olimposlu” dedi Hephaistos gülerek “Her şeyin bir zamanı var”
“Zaman falan yok” diye bağırdı Ahmet. İlk defa onu bu kadar sinirli görüyorlardı. Hatta o kadar sinirliydi ki elinden taş un ufak olmuştu. Şu an Kronos bile gelse Ahmet’ten korkmayarak aptallık etmiş olurdu.
“Güneş tutulmasına 5 gün kaldı” diye Ahmet’in lafını devam ettirdi Miray. “Kronos, tutulmada çok güçlü bir varlığı uyandıracak”
“Biliyorum” diye karşılık verdi Hephaistos. Hala sakinliğini koruyordu ve sanki hiç endişelenmemiş gibiydi. Sanki Kronos’un güçlenmesini istiyordu. “Ama onu durdurmak neredeyse imkansız”
“İmkansız diye bir şey yok” dedi Ahmet. Halinden az önceki sinirinin geçmiş olduğu anlaşılıyordu. “Gerekirse kendimi feda ederek o yaratığı yok ederim” Ahmet’in gözlerinden bu konuda gayet ciddi olduğunu anlaşıyordu. Ama zaten o her zaman ciddi gözükürdü.
Hephaistos yine gaye sakin bir tavırla “Beni takip edin o zaman” dedi “Size göstereceğim birkaç silah var.”
Hephaistos’un dediğini yapıp onu takip ettiler. Hephaitos’un mağarası o kadar derindi ki buraya Leviathan’ı yatırıp sokabilirdiniz ve kuyruğu bile dışarıda kalmazdı.
Mağarada ki tek sorun ise gittikçe daha karanlık olmasıydı. Sümeyye karanlığı hiç sevmezdi. Bu çok eski bir hikayeydi.
Sümeyye daha beş yaşındayken her çocuk gibi dışarıda oynamayı çok severdi. O zaman daha yeni taşınmışlardı. Mahallede yeniydi. Ama küçük bir çocuk hemen kaynaşırdı ki o da hemen yeni arkadaşlarıyla tanışıp oynamaya başladı.
Dışarıda bir gün yine yakalamaca oynuyorlardı. Sümeyye’de ebeydi. Koşuyordu ve tabii ki arkadaşlarından birini yakalamaya çalışıyordu.
Yaklaşık olarak üç dakika sonra arkadaşlarından birine değdi. Değdiği kız Sümeyye’den iki yaş daha büyüktü. Uzun siyah saçları vardı. Gözleri ise bal rengiydi. Üzerinde pembe bir tişört ve altında da yine pembe renkli bir eşofman vardı. Arkadaşının adı da Ayla idi.
Değdiğinde kendini tamamen farklı bir görüntüde buldu. O zamanlar kahin olduğunu bilmiyordu ve inanın bu beş yaşındaki bir çocuk için çok korkutucuydu.
Gördüğü görüntüde mahallesindeydi ve arkadaşlarıyla oyun oynuyordu. Aniden kırmızı bir araba geldi ve Ayla’ya çarptı. Ayla yerde yatarken adam durmadan hatta daha da gaza basarak çekti gitti. Sümeyye, Ayla’nın cesedini yerde yatarken gördü. Ona baktığında tişörtü tamamen kan olmuştu. Ama tişörtün rengi sarıydı.
Normale döndüğünde her şey de normale dönmüştü. Ayla da pembe tişört de geri dönmüştü.
Sümeyye oyundan çıkıp eve geri döndü. Gördüklerine inanamıyordu. Zaten beş yaşındaydı ve anlamsı neredeyse imkansızdı. Ama bunu bir daha görmek istemediğinin farkındaydı.
Birkaç gün sonra Sümeyye bir kez daha dışarı çıktı. Hala çok korkuyordu. Zaten bu yüzden oynamıyor, arkadaşlarını seyrediyordu.
Arkadaşları oynarlarken birkaç dakika sonra Ayla’da geldi. Ayla’yı gördüğünde Sümeyye şoka girdi. Çünkü giydiği tişört, Sümeyye’nin rüyasında gördüğü o sarı tişörttü.
Ayla, arkadaşlarının arasına girdikten beş dakika sonra Sümeyye’nin hayalinde gördüğü o kırmızı araba geldi ve Ayla’ya çarptı. Sümeyye arabayı pek hatırlamıyordu. Tek hatırladığı kırmızı olmasıydı. Ayla da aynı hayalinde olduğu gibi yere düştü ve öldü.
O olaydan sonra geceleri her zaman Ayla’nın onu rahatsız ettiğini düşünmeye başladı. Belki de kendi suçlu hissediyordu. Hiç kimseye bir şey söylememişti. Ama zaten söyleseydi de kimse ona inanmaz deli derdi. Yine de karanlıkta olmak onu her zaman korkuturdu. Aklına Ayla gelirdi.
Sümeyye aslında bu korkuya yenmeye başlamıştı ama Ahmet’in elini sıktığı anda onu öldüğünü görmesi olanları tekrar hatırlamasına sebep oldu. Keşke kahin olmasaydım diye içinden geçirmeden de edemedi.
Sümeyye, buları düşünürken Hephaistos’un cephaneliğine varmışlardı bile. İçerde gördükleri onları şaşırtacak kadar harikaydı. İçeride her türlü silah vardı. Binlerce farklı silah olmalıydı.
Osman içeri doğru koşup, “Bunlardan herhangi birini alabilir miyiz” dedi Bunu söylerken Hephaistos’un “evet” diyeceğini düşündüğü belliydi. Çünkü silahların arasına çoktan girmişti bile. Hephaistos, “Aslında hayır” diyince hayalleri suya düştü. “Sizin silahlarınız özel yapım içeride” deyince de Osman’ın keyfi tekrar yerine geldi.
İçeri girdiklerinde mükemmel silahlar olduklarını gördüler bunlar mükemmeldi ve hepsi de sihirli gözüküyordu.
Hephaistos, biraz ilerleyip eline bir kılıç aldı. Kılıç yaklaşık bir metre vardı. Sarı bir ışık saçıyordu ve Dünya’da bulunan herhangi bir metalden yapılmışa benzemiyordu. Osman’a doğru gelip “Poseidon” dedi “Bu senin. Kuzeydeki buz ejderhası Glaciem’in yüreğinden ve pençelerinden yapıldı. Üzerine de Atlas Okyanus’undaki denizkızlarının ışığı yerleştirildi. Bu şekilde hem her yaratıkla savaşabilecek hem de karanlıkta yönünü bulabileceksin.” Osman, bunu aldığında bağırmamak için kendini zor tuttu. Bu mükemmeldi. Kendini toparlayıp sadece “Teşekkürler” diyebildi.
Hephaistos, bu seferde bir mızrağa yöneldi. Mızrak kılıcın iki katından daha büyük gözüküyordu. Mızrağın üzerine sanki bir ejderha dersini andırır gibi desenler vardı. Miray’a doğru gelip “Bu da senin Athena” dedi “Bu kudretli savaşçıların kralı olan ejderha Bellum’un sana bir hediyesidir. Mızrağın sapı Bullum’un zırhından, ucu da şahmeranın zehrinden yapıldı” Miray da ne yapacağını bilememişti. Harika bir mızrağı olmuştu. Hem de Bellum’un zırhından. O da teşekkür etti ve geriye şekildi.
Bu sefer de eline çok farklı bir kılıç aldı. Aslında kılıç demek doğru olur muydu pek anlamamışlardı. Normal bir kılıçtan küçüktü ama bir hançerden de büyüktü. Kılıcın bir tarafı parlarken bir tarafı da karanlıktı. Hatta ilk baktıklarında Hephaistos’un kılıcı bitiremediğini bile düşünmüşlerdi.
Sümeyye’ye doğru baktı ve “Bu senin kahin” dedi “Yer altının en güçlü ejderlerinden biri olan Kaos Ejderi’nin kalbinden yapıldı. O yüzden yarısı aydınlık yarısı da karanlık” Bu hediye Sümeyye’yi de sevindirmiş. En azından el feneri olarak kullanabilirdi. Yarısını tabii.
Hrphaistos, Ahmet’e baktı, sonra da silahlarına. Sonra tekrar Ahmet’e bakıp “Özür dilerim Efendi Zeus” dedi “Sizin kılcınızı çaldılar. Bu halimle de hiçbir şey yapamadım”
Ahmet’in biraz morali bozulmuş gibiydi ama Hephaistos’a kızmıyordu. Çok yaşlıydı ve kılıcı koruyamaması normaldi.
“Sorun değil” dedi Ahmet “peki, kim çaldı? Hediyemi geri almak istiyorum da” Ahmet’in yüzünde hafif bir gülümseme bile olmuştu. Ama Hrphaistos’un söyledikleri o gülümsemeyi hemen yok etti.
“Kronos’un adamları efendim” dedi “Birkaç kiklop kılıcı döverken benden aldılar” Sonra Hephaistos’un gözünden bir damla yaş aşağı düştü ve “Kiklopların Hepahaistos’a karşı gelmesine inanamıyorum” dedi. Ahmet, Hephaistos’un durumuna üzülmüştü.
“Üzülme sen” dedi “Biz o aptal kikloplara yanlış tarafta olduklarını kanıtlayacağız”
Hephaistos, koluyla gözlerindeki yaşları sildi ve “Persephone” dedi “onu titanlar tutsak aldılar. Bizimle iletişim kurabiliyor ama sadece büyü ile. Gücü bittiğinde ondan haber alamayabiliriz.”
“Onu kurtaracağız” dedi. O an yüzünde öyle bir ifade vardı ki “Tüm Dünya’yı serçe parmağımla kaldıracağım” dese ona bile inanırdınız.
Artık gitme vakti gelmişti. Aslında okula yetişebilirlerdi. O yüzden hemen gitmeliydiler. Osman ve Sümeyye bunu hiç istemiyordu ama Miray’a karşı koymak da zordu. Ahmet ise sadece onları bakıyor ve içinden “bu görev çok zor olacak” diyordu.
Hephaistos’a hepsi de sonsuz minnetlerini sunduktan sonra gemilerine doğru yol almaya başladılar. Uzaklaşmadan önce Osman, “Hey, Hephaistos!” diye bağırdı. Hrphaistos arkasını döndüğünde de “Bu silahlar her yaratığı yok edebilir mi?” diye sordu.
“Tabii ki yok edemez” diye cevap verdi Hephaistos “Sadece eski silahlarınızdan daha güçlü. Ayrıca bazı sırları var”
Gemiye bindikleri zaman Osman’ın kılıcı ve Miray’ın mızrağı kayboldu. Ama Sümeyye’nin kısa kılıcı yerinde duruyordu. Osman, “Hey!” dedi “Ne oldu benim kılıcıma”
“Sorun yapma” dedi Miray “Olimposlu hale döndüğümüzde silahlar gelir”
“Gelse iyi olur” dedi Osman “O çok güzeldi” Ellerini küçük bir çocuk gibi göğsünde bağlayıp öfkeli bir şekilde aşağı kata, muhtemelen de odasına gitti. Dinlenmek onunda hakkıydı.
Albis, Paradoxum’u büyük bir hızla sürerken Ahmet de görevlerini düşünüyordu. Saat sabahın altısı olmalıydı. Güneş tutulmasına beş gün kalmıştı. Ahmet’in güneş tutulması ile ilgili pek de iyi anısı yoktu zaten. Tek gördüğü güneş tutulması günü hasta olmuştu ve bir hafta yatakta yapmıştı. O yüzden güneş tutulmasını pek sevmezdi.
Sümeyye, ise hala aklına gelen eski arkadaşı Ayla’yı düşünüyordu. Onun ölümünü ve o ölümü önceden gördüğünü düşünüyordu. Bu da Sümeyye’yi delirtiyordu.
Kahin olmak belki bir çoğunuza mükemmel gelebilir ama Sümeyye göre ise bu tam bir lanetti. Evet, geleceği görmek harikaydı ama geleceği değiştirecek gücü olmadığı için bu bir insana acıdan fazlasını vermiyordu. Onun için geleceği görmek sadece olacakları önceden yaşamaktı. Onlara müdahale edemediği sürece de pek bir anlamı yoktu.
Odasına gittiğinde yatağına uzanıp yeni kılıcına bakmaya başladı. Hephaistos’un ona verdiği hediye çok güzeldi. Ama o bu hediyeyi hak etmediğini düşünüyordu. Kendisine göre, tek yapabildiği ölümü haber vermekti ve okulda zaten az olan arkadaşlarından birinin ölümünü görmüştü: Ahmet.
Bu insanı yıkan bir şeydi. Arkadaşının ölümünü görmek ve hiçbir şey yapamamak. Ama buna katlanması gerektiğinin farkındaydı. Bu düşünceleri düşünürken uyuya kaldı.
Miray da kendi odasında duruyor ve her zamanki gibi kitaplara bakıyordu. Amacı Atlas’ın Sarayı’nı bulmaktı ama haritada titanlarla ilgili bir şey yoktu Yerini göstermeyi bırak açık bir ipucu bile yoktu. Miray, ilk defa bir kitaptan nefret etmişti ki bu alışık olunan bir şey değildi.
Bir ara haritayı bırakıp Kronos’un planlarını düşünmeye başladı. O titanın her şeyi planlayarak yaptığı belliydi. Ama ne yaptığını anlamak Miray için bile ok zordu. Yaptığı üç hamle de birbirinden bağımsız görünüyordu.
Birincisi, tacı çalmaktı. Bu gerçekten de mükemmel bir hamleydi. Hera, saf güç demekti. Olimpos’un Kraliçesi ve toplayıcısıydı. Birinci nesilde tüm ayrılıkları o önlemişti.
İkinci hamlesi ise, Persephone’yi kaçırmak. Bu da harika bir hamleydi. Persephone, büyünün ana kaynağıydı. İlk nesilden beri büyüyü Olimpos da o kontrol ederdi.
Üçüncü ve son hamlesi ise, Zeus için yapılan kılıcı çalmasıydı ve bu aralarında en mantıksız olanıydı. Kılıç belki de çok güçlü olabilirdi ama Zeus hariç hiç kimse onu kullanmazdım. Ama çalarak Zeus’un kullanmasını engellemek istiyor olabilirdi.
Üçü de mükemmel hamlelerdi ama hiçbir bağıntı yoktu. Kronos’un ne yapmak istediğini çözmek çok zordu.
Olimpos’a geldiklerin de saat 07.30du. Hemen üstlerini değiştirip okul kıyafetlerini giydiler ve okula gittiler.
Geldiklerinde biraz kalmışlardı. Herkes sınıftaydı ama daha öğretmen girmemişti. Hepsi de geçip yerlerine oturdular.
Arkadaşlarının onlara nasıl baktıklarını gördüklerinde kendilerini bir ucube gibi hissettiler. Ama arkadaşları da haklıydılar. Bu dört kişi biraz(!) garipti.
Öğretmenleri geldiğinde hepsi ayağa kalktılar. Ahmet, bu öğretmeni hatırlıyordu. Bu sarı saçlı, zayıf, orta yaşlı kadın İngilizce Öğretmenleriydi. Ahmet’in tanıdığı tek öğretmendi. Kadı, Ahmet’e bakıp, “Daha, iyi misin?” diye sorduğunda aklına ilk derste yaşadıkları geldi.
“Teşekkür ederim. Evet, daha iyiyim” dedi.
Öğretmen, derse başladıktan sonra Ahmet hemen deftere bir şeyler yazmaya başladı. Bu Osman’ın dikkatini çekmiş olmalı ki Ahmet’in tam suratına bir kağıt fırlattı. Ahmet, arkasına baktığında Osman’ı gördü, Osman da “kağıdı aç” gibi bir işaret yaptı.
Ahmet, kağıdı açtığında “Ne yazıyorsun şimşek kafa” yazılı olduğunu gördü. Geriye bakıp “bu ne” dermiş gibi Osman’a baktığında Osman eliyle Ahmet’in kafasını işaret ediyor ve gülüyordu.
O sırada Selma Hanım, Ahmet’in arkasına döndüğünü görünce “Ayağa kalk!” dedi sert bir sesle. Osman bile gülmeyi kesmişti. “Hangi parçayı okuduğumuzu söyle bakalım” Ahmet’in önünde kitap bile açık değildi. Zaten arkadaşlarının parça okuduğundan da haberdar değildi. O sırada tahtaya bir şey yazılı olduğunu gördü. Tahta da “No Tomorrow” yazıyordu. Ahmet cevabın bu olabileceğini düşünüp “No tomorrow” dedi.
“Aferin” dedi Selma Hanım “Dersi dinlemediğini düşünmüştüm”
Ahmet, derin bir nefes alıp tahtaya tekrar baktığında hiçbir şeyin yazılı olmadığını gördü. Bu kadar kısa zamanda silinmiş olamazdı. Ne olduğunu kendi bile anlamamıştı.
Dersten sonra Ahmet, arkadaşlarının yanına gitti ve “Atlas’ın Sarayı ile ilgili bilgi bulan var mı?” dedi. Ama umduğu cevabı alamadı. Kimse konuşmamıştı. Ama yüzlerindeki ifade “tek bir iz bile bulamadık” diyordu.
“Şey…” dedi Miray “… Belki Herkül onu yerini biliyordur. Hesperidlerden elmaları almasını istemesi için onu yanına giymişti. 15. nesil günlüğüne bakmalıyız.”
“Orası çoktan değişmiştir” dedi Ahmet
“Ahmet, haklı” diye araya girdi Osman “Her nesilde haritalar değişiyor”
“Bunu ben de biliyorum” dedi Miray “Ama aklıma başka hiçbir şey gelmiyor”
“Belki ben bulabilirim” dedi Sümeyye sevinçli bir şekilde “Kahin güçlerim var”
“Hayır, bulamazsın” dedi Miray “Sen sadece geçitleri bulabilirsin”
Yapacakları hiçbir şey yok gibiydi. Sadece beş günleri vardı ve daha Atlas’ın Sarayı’nın yerini bile bilmiyorlardı.
Akşam olduğunda, hepsi birlikte yine araştırma yapmaya Olimpos’a gittiler. Kütüphaneye girip, haritanın başına geçtiler. Yaklaşık yarım saat aramalarına rağmen hiçbir şey bulamadılar.
“Hesperidler” dedi Sümeyye “Hesperidelerin nerede olduğunu bulursak Atlas’ı da buluruz”
“Haklısın” dedi Miray. “Hesperidlerle Atlas birbirlerine yakınlar. Onların bahçesine gidersek oradan da Atlas’ın Sarayı’na gideriz. Çok zekisin Sümeyye” dedi ve Sümeyye’ye sarıldı. Ama Sümeyye, Miray’ın kurduğu bu cümleden sonra kendi kurduğu cümleyi neredeyse unutacaktı.
“Bulduk” Ahmet haritada bir yeri işaret ediyordu. “Dolmabahçe Saray’ındalar”
“O zaman İstanbul’a gitmeliyiz” dedi Osman. “Orayı severim orada boğaz var.Bu süper.”
Hepsi bu işten memnun görünüyordu. Artık tek yapmaları gereken tacı bulmaktı.
“Büyük görev başlıyor” dedi Ahmet “Hazırlanın”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.