- 838 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AYNA
Askerlikteki dört günlük askeri cezaevinden sonra ilk defa ciddi suçlamalarla cezaevine girmiştim. Suçumuz büyüktü. Devleti yıkıp, yerine şeriat devleti kuracaktık. O kadar komikti ki, üç kitap okurken yakalanmak, birkaç kişiye dini propaganda yapıyor diye yakalanmak, koskocaman devleti yıkacak, yerine şeriat devleti kuracak suçlaması yaptırıyordu. Savcının iddianamesi aklıma geldikçe gülüyordum. Yakalanan beş kişi, nasıl oluyor da, koskoca devleti yıkar, yerine şeriat devleti kurar? Böyle bir komediye kim inanır? Ne yazık ki inanan vardı. Veya inanç değil de böyle suçlamalar yaparak, bazıları din düşmanlığını egemen kılmaya çalışıyorlardı. Gece yarısı tutuklandığımdan bu yana yirmi gün geçmişti. Isparta Emniyetinde geçirdiğim on beş günlük gözaltından sonra cezaevine gönderilmiştim. Isparta’nın doğusunda, şehir ile askeri birlik arasında bulunan cezaevine götürülürken, siyasi şube amiri Halil Gören “seni beyaz saraya götürüyoruz” demişti. Beyaz saray, Isparta cezaevinin polis dilindeki ismiymiş. Isparta’nın eski cezaevini biliyordum. Ancak bu yeni cezaevini hiç görmemiştim. Belki de önünden geçmişimdir. İnsan bazı şeylerin önünden geçse de ilgi alanına girmedikçe hafızasına kaydetmiyor. Isparta’nın yeni E tipi cezaeviyle ilgili anılarımda hiçbir şey yoktu. Hâlbuki şehrin içindeki sadece erkeklerin kaldığı eski cezaevi anılarımda tazeliğini koruyordu. Ayrıca evimize giden yol üzerindeki kadınlara ait cezaevini hiç unutmuyordum. Kadınlar cezaevinin önünden geçerken, içerideki kadınlar gelip geçen gençlere pencerelerden laf atıyorlardı. Atılan laflardan dolayı yüzümün kızardığını hatırlıyorum. Cezaevine girerken başgardiyan tutuklanma kâğıdımdan suçumu okuyunca, “namaz kılıyor musun?” diye sordu “evet” dediğim için, beni namaz kılanların çoğunlukta olduğu koğuşa göndermişti.
Koğuşa girdiğimde beni Sait ve arkadaşları karşılamıştı. Sait ve arkadaşları, 1980 ihtilalindan sonra Antalya’da tutuklanıp Isparta’ya getirilen ülkücülerdi. Mahkeme daha güvenli olur diye ülkücüleri, Antalya’daki cezaevinden Isparta’ya nakletmişler. Herhalde ülkücüler cezaevini basar diye korktular. Sait Urfalıydı. Kürt kökenli olmasına rağmen, ülkücülerin arasındaydı. En çok buna şaşırmıştım. 70’li yıllarda İslamcı, ülkücü olmak, etnik kökenlere dayanmıyordu. İslamcılar din değerlerini daha çok öne çıkarıyorlar. Osmanlı devletinin yıkılışından sonraki Müslümanların haline üzülüyorlar. Osmanlı döneminin üç kıtaya hükümran imparatorluğunun özlemini çekiyorlardı. Devlet, solcular, düzenden yana olanlar İslamcıları şeriatçılar, Osmanlıcılar, Ümmetçiler diye suçlayarak öteliyorlardı. Ülkücüler ise, ateizme, sola karşı Milli değerleri öne çıkarıyorlar. Etnik kökene önem verseler de, fikir liderlerinin “kim kendini Türk hissediyorsa Türk’tür” sözüne itibar ediyorlardı. Ülkücüler iki ana gruba ayrılmıştı. Etnik kökeni öne çıkaran, Nihal Atsız’ı fikir önderi kabul eden bozkurtçular. Bozkurtçuların içindeki bir grubun Şamanist olduğu söyleniyordu. Bazıları onların diğer ülkücülerden ayrı olarak, özel toplantılar düzenlediğini, kımız içtiklerini, kendilerine göre Şamanist ibadet yaptıklarını söylüyordu. Hiç şahit olmamıştım. Söyleyenler ülkücü olmadığında inanmıyordum. Bazen ülkücülerden de söyleyenler olduğunda hayret ediyordum. Bozkurtçuların içinde de Müslümanlığını öne çıkaran, Şamanist olanlarla mücadele edenler vardı. Müslümanlığını, Milli değerleri öne çıkaran ikinci gruba hilalciler diyorlardı. Üç hilalle kendilerini simgeleyen bu grup din değerlerine daha çok önem veriyor. Bünyesinde farklı etnik kökenleri barındırıyorlardı. Aslında hilalciler grubuyla, İslamcılar arasındaki büyük farklar yoktu. Din değerlerini öne çıkaran hilalciler, sola, ateizme karşı sert mücadeleden yanaydılar. İslamcılar ise fikri mücadeleyi tercih ediyorlardı. Hilalcilerle İslamcılar arasında belirgin ayrım siyasal parti seçimiydi. İslamcılar Necmettin Erbakan’ı, dolayısıyla Milli Selamet partisini takip ederlerken, hilalciler Alparslan Türkeş’i, dolayısıyla Milliyetçi Hareket Partisini takip ediyorlardı. İslamcı yazarlardan sayılan Necip Fazıl Kısakürek ilk zamanlar Erbakan’ı desteklerken, değişik yorumlanacak nedenlerle ülkücülerden yana tavır almıştı. Sait din bilgileri açısından kendini yetiştirmiş. Koğuşta namaz kılanlara imamlık yapıyordu. Koğuşta kırk beş kişi vardı. Ülkücüler on altı kişiydi. On altı ülkücü birlikte hareket ediyor. Namaz kılıyor. Namazlarına Sait imamlık yapıyor. Onlara bazı mahkûmlarda katılıyorlardı. Benim iktibas dergisinde yazdığımı öğrenen Sait çok sevinmişti. İktibas dergisini takip ediyorlarmış. Yazılarımı okuyorlarmış. Dergide yazan biriyle cezaevinde birlikte yaşamak onlar için önemliydi. Bu öneme derginin sahibi, yazarı Ercüment Özkan’da katılınca, ülkücülerin heyecanı doruğa ulaşmıştı.
Ercüment Özkan geniş kültürlü, nerede, nasıl konuşacağını çok iyi bilendi. Elli yaşın, geçmiş hayatının tecrübeleriyle konuları mükemmel değerlendiriyordu. Konuştukça, insanları geniş kültürüyle şaşırtıyordu. Toplumun her kesiminden, her türlü fikirden insanla çok rahat konuşabiliyordu. Düşüncelerini aktarırken, sunduğu argümanlar çok fazlaydı. Kendi deyimiyle “katır” gibi kitap okurdu.
Koğuş yaklaşık otuz beş metrekare bir odaydı. Pencereleri tavana yakındı. İki yataklı ranzalar çok sıkı yerleştirilmişti. Birbirine bitişik yirmi beş ranza vardı. Elli kişi yataklarda yatabilirdi. Sait bazen altmış yetmiş kişiyi buluruz. O zaman, (ranzaların arasındaki geçiş alanlarını göstererek), şu gördüğün yerlere yataklar atılır. Gece tuvalete çıkmak zorlaşır demişti. Bu odaya yetmiş kişinin nasıl sığacağını merak ediyordum. Koğuş kapısının giriş kısmında tuvaletler vardı. Cezaevinin koğuşa giriş kapısının tam karşısında, aşağıya dört basamakla inilerek demir kapıdan beton bahçeye çıkıyorduk. Bahçeye çıkan demir kapı sabah sayımlarında açılır, akşam sayımlarında kapanırdı. Mevsim kış, aylardan ocak, Isparta’nın karlı, soğuk günleriydi. Pencereler soğuktan açılmadığı zaman koğuş leş gibi kokuyordu. Pencereleri beş dakika açtığımız zaman koğuşun havası değişir ama buz gibi olurdu. Bereket cezaevi kaloriferliydi. Onun için soğuyan koğuş kısa zamanda iyi ısınıyordu. Doğrusu cezaevinin kaloriferleri çok iyi yanıyordu.
Sait, kuru yağız, uzun boylu, aksanı doğulu, çok kibar, koruyucu özelliklere sahip biriydi. Ona destek veren, her konuda onun yanında olan Antalyalı Hüseyin, uzun boyu, güçlü yapısıyla dağ gibi bir adamdı. Namaz vakitlerinde ezan okuyan, müezzinlik yapan Bahri Köstekli, kısa boylu, candan, saygılı, Kur’an okuması mükemmel biriydi. Onun Kur’an okuyuşundan Ercüment çok etkilenmişti. Ülkücülerden namaz kılmayan Bilal vardı. Kısa boylu, gözleri fıldır fıldır dönen, mafya tipli biriydi. Onun dışında bütün ülkücüler namaz kılıyordu. Gerçi o da bazen katılıyordu ama devamlı kılmıyordu. Zaten koğuşta iki de bir olay çıkarıp hücreye gönderiliyordu.
Ercüment aramıza katılmadan ülkücülerle oturup değişik konularda sohbetler yapıyorduk. Sohbetleri yönlendiren daha çok onların soruları oluyordu. Okuduklarıyla ilgili sorular çıkarıyorlar. Kafalarına takılanlarla ilgili cevaplar istiyorlardı. Ercüment aramıza katılınca işler değişti. Ülkücülerin sohbet istekleri daha çok arttı. Bir hafta falan geçmişti ki, kalabalıklaşan sohbet ortamı koğuştaki diğer arkadaşları rahatsız etmemesin diye ikiye böldük. Bir grupla benimle sohbet ederken, diğer grupla Ercüment sohbet ediyordu. Sabah öğle arası, öğle akşam arası yaptığımız sohbetlerde grupları değiştirerek hemen herkesin Ercüment’le veya benimle sohbet etmesini sağlıyorduk.
Günler o kadar iyi geçiyordu ki, Sait’in deyimiyle “dışarıda mücadele etmekten okuma fırsatımız olmamıştı. Şimdi okumak, tartışmak, sorgulamak, öğrenmek zamanıdır” diyordu. Nurcuların çok tekrar ettiği cezaevinin “medrese-i Yusufiye” kabulü, ülkücülerin temel felsefesi olmuştu. Onlar cezaevinden bir gün çıkarlarsa artık eskisi gibi olmayacaklarına söz vermişler, her gün düzenli şekilde okuyorlar, tartışıyorlardı. Ercüment’le benim aralarına katılmam onlar için çok önemli fırsattı. Bizim nasılsa ilk mahkemede çıkacağımıza inanıyorlardı. Cezaevi tecrübeleri böyle söylüyordu. Çünkü onlarda biliyordu ki, Türkiye Cumhuriyetini yıkıp yerine şeriat devleti kurmak iddiası, hele bu iddianın marjinal küçük gruplara yöneltilmesi komikti. Aklı başında hiçbir hâkim böyle saçma sapan iddiaları cezalandırmıyordu. Ancak dine inananlara karşı kişisel kinlerini, nefretlerini kusan hâkimler olduğunda, sanki intikam alırcasına, Müslümanlara hadlerini bildirircesine ceza veriyorlardı. Hangi akıl, beş altı kişilik veya on, on beş kişilik grupların, yüz binlerce ordusu olan, binlerce polisi olan, kırk beş milyon nüfuslu koskocaman bir devleti yıkacağına inanırdı ki? Savcıların okuduğu iddianameleri duyanlar gülmekten kendilerini alamıyorlardı.
Koğuştaki siyasi olmayan tutuklu ve mahkûmlar, sohbetlerimize katılmıyorlardı. Herkes kendine göre bir şeylerle uğraşıyordu. Bazen yanlarına misafir olarak gider sohbet ederdik. Bunu gören ülkücüler, her yakınlaşmanın arkasından istismar edecek bir şeyler istiyorlar diyerek beni uyarıyorlardı. İçlerinden bazıları hariç, diğer mahkûmlarla aralarında sanki görünmez bir set vardı. Ne onlar ülkücülere karışıyor. Ne de ülkücüler onlara karışıyordu. Ama bir gerçek vardı, ülkücüler koğuşa hâkimdiler. Antalyalı ülkücüler cezaevine ilk geldiklerinde çok şiddet görmüşler. Anlattıklarına göre, ülkücülere karşı olan, sola ve diğer görüşlere yatkın gardiyanlar ikide bir dövüyorlarmış. Her türlü zorluğu çıkarmak için bahane arıyorlarmış. Açık görüş yapılacak ziyaret günlerinden önce bahaneler bulup ülkücüleri hücrelere atıyorlarmış. Tabi hücrede olan tutuklular da otomatikman görüşlere çıkamıyorlarmış. İlk yıllar içinde çektikleri eziyet, işkence, kasıtlı davranışlardan bugünlere gelmişler. 1982 yılından itibaren cezaevinin gözdeleri olmuşlar. Hele bu yıl neredeyse koğuştaki bütün mahkûmlar, gardiyanlar onlara saygı gösterecek duruma gelmiş. Bunun nedeni, kendilerine işkence eden, kasıtlı hareket ederek suçlayan, döven, hücreye gönderen gardiyanların isimlerini öğrenmişler. Onların isimlerini Ispartalı ülkücülere bir şekilde ulaştırmışlar. Bir dönem, dışarıda ülkücüler gardiyanları dövüyor. İçeride gardiyanlar ülkücüleri dövüyorlarmış. Gardiyanlar dışarıda dövülmekten bıkmışlar. Ülkücülerin dövdüklerini de ispat edemiyorlar. Sakin sessiz yerlerde kıstırılıyorlar. Yüzleri maskeli insanlarca dövülüyorlar. Dövenler ilk zamanlar Ispartalı ülkücüler iken, son zamanlarda olayı duyan Antalyalı, Afyonlu, Denizlili ülkücüler de dövme olaylarına karışmışlar. Dışarıdan gelen ülkücüler, Ispartalı ülkücülerin gösterdikleri gardiyanları kıyı köşede kıstırıyorlar, dövüyorlar, aynı gün Isparta’yı terk ediyorlarmış. Bütün bunları belirli bir samimiyete ulaştıktan sonra, kimseye söylememek şartıyla bana anlatıyorlardı. Gerçekten hakkın, adaletin uygulanmadığı zamanlarda insanları kendi başlarına baktıracak hale düşüren yasaların, görevlilerin olması çok kötü. Hele cezaevinde hakkı, adaleti sağlayacak görevlilerin kişisel kinlerini, nefretlerini öne çıkararak, korumak zorunda oldukları insanlara işkence etmeleri, haksız suçlar yüklemeleri çok korkunçtu. Gardiyanların son zamanlardaki isimleri infaz koruma memurlarıydı. Yani mahkûm ve tutukluları koruma altında tutacaklardı. Koruması gerekenler dayak atınca, dayak atanları dışarıda dövmek doğru muydu bilmiyorum. Denilebilir ki, içeride haksızlığa uğrayanlar şikâyet etsin, görevini kötüye kullananların cezalandırılmasını istesin. Nasıl ispat edecekler? Koğuştan alıp gitmişler. Hücreye tıkmışlar. Dayaktan geçirmişler. Dayak izleri geçecek şekilde sudan sebeplerle hücrelerde tutmuşlar. Ortada delil mi var? Yapanın yaptığı yanında kalan bir ortam içindeler. Çaresizlik hakkı yasal yollardan değil, yasa dışı yollardan aramayı öğretiyor. Onlarda kendilerine haksız davrananlara, dışarıdaki arkadaşlarına cezalarını verdirerek haklarını aramışlar. Doğru mu eğri mi tartışılır. Başka çareleri var mıydı? Asıl soru bu. Yetkililer gereken soruşturmaları yapar mıydı? 12 Eylül 1980 ihtilalindan sonra, emniyet müdürlüklerinde, cezaevlerinde, özellikle siyasi tutuklu ve mahkûmlara her türlü işkencenin yapıldığını, neredeyse bilmeyen polis, savcı, hâkim yoktu. Ama işkence görenler, emniyet müdürlüklerindeki soruşturmalarda, cezaevlerinde işkenceye tabi tutulduk deseler yasayı uygulayacaklar gülüp geçiyorlardı. “Deliliniz var mı?” Delil nasıl olabilirdi ki? Gözlerin bağlı, dayak yiyorsun, falakaya yatırılıyorsun, elektriğe tutuluyorsun, Filistin askısına çıkarılıyorsun. Hiç kimseyi görmüyorsun. Loş karanlık yerler olduğu belli olan odalarda her türlü işkenceyi yaşıyorsun. Şartları elinde mi ki delil toplayabilesin? Aç bırakılmışsın, her türlü sözlü, fiili hakarete maruz bırakılmışsın. İşkence edilmişsin. Bütün bunlar yapılırken gözlerin bağlı kimseyi görmüyorsun. Bunun böyle olduğunu bilen savcılar, hâkimler utanmadan deliliniz var mı diye soruyorlardı? İnsaf… İnsanlık bu muydu? Hukuka saygılılık bu muydu? Çoğu zaman savcıların talimatıyla, hatta bizzat gözetimlerinde işkence yapıldığı söylentileri dolaşıyordu.
Dışarıda harika bir gün olmasına rağmen sekiz kişilik bir grupla Kur’an meali okuyarak sohbet ediyorduk. Ayetleri okuyor açıklamalar yapıyordum. Ercüment kapıdan yana olan yatağın alt bölümünde dokuz kişilik bir grupla sohbet ediyordu. Aramızda iki yatak vardı. Konuşmalarımız birbirine karışmasın diye araya mesafe koymuştuk. Tövbe suresinin otuzuncu ayetinden itibaren okuduğum ayetler üzerinde duruyordum. Etraftaki yataklarda bazı mahkûm arkadaşlar vardı. Onlar sohbetlere katılmasalar da, bazen çok dikkatle anlattıklarımızı dinliyorlardı.
Ayetler; “(30) Yahudiler, Üzeyir Allah’ın oğludur dediler. Hıristiyanlar da, İsa Allah’ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarından geveledikleri sözlerdir. Sözlerini daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin. Nasılda gerçekler kendilerine bildirildiği halde yanlışa dönüyorlar. (31) Yahudiler Allah’ı bırakıp âlimlerini, din adamlarını (hahamlarını), Hıristiyanlar da din adamlarını (rahiplerini) ve Meryem oğlu İsa’yı ilah (tanrı) edindiler. Hâlbuki onlara ancak tek ilaha (Tanrıya) uymaları, onu dinlemeleri emredilmişti. Allah’tan başka gerçek ilah (Tanrı) yoktur. Allah insanların uydurdukları düşüncelerden, kavramlardan, Tanrılardan, Tanrılıktan uzaktır” diyordu.
Ayetler geçmişteki iki büyük topluluk olan Yahudi ve Hıristiyanların nasıl saptığını anlatıyordu. Peygamberlere inanan toplulukların ilk bozulma emaresi, peygamberlerini önce kutsallaştırmaları, sonra tanrılaştırmalarıdır. Yahudiler Üzeyir’i, Hıristiyanlar İsa’yı, annesi Meryem’i kutsallaştırdılar. Böylece oğul tanrılar. Ana Tanrıçalar ürettiler. Müslümanlar da aynı yoldan gittiler. Peygamberleri Muhammed’e kutsallık izafe ettiler. Tarikat kültürlerinde var olan “Ey habibim (sevgilim) sen olmasaydın ben bu âlemi yaratmazdım” sözü, bütün kâinatın Allah’ın Muhammed’e aşkı sonucu yaratılmış olduğunu ifade ediyordu. İşte bu iddia Allah’ın emrettiği inançtan sapmanın temelidir. Onlara göre, bu konuda hiçbir ayet olmamasına rağmen, bütün kâinat yaratılmadan önce varlık âleminde iki varlık vardı. Allah ve Muhammet’ten başkası yoktu. Allah Muhammed’e âşıktı. Muhammed yalnız kalmasın, sevinsin diye kâinatı yarattı. Tarikat ehlinin uydurduğu bu bilgiler, Yaratan ve yaratılan arasındaki farkı göz ardı ediyordu. Hâlbuki Allah’ın dışındaki bütün varlıklar yaratılmıştı. Hiç birinin kutsallıkla bir ilgisi yoktu. Allah yarattığı bütün varlıklara karşı, eşit mesafede yaratıcıydı. Ancak böyle bir eşitliği hiçbir inanan toplum kabul etmek istemiyordu. Bazıları peygamberlerine, Allah’ın oğulluğu unvanını, dolayısıyla tanrılığı veriyor. Bazıları da, Allah’ı peygamberine âşık ediyordu.
Kur’an ayetlerini okuduğumuz zaman bir gerçek görürüz. Kur’an-da geçmiş peygamberlerle ilgili mucizeler anlatılırken, Araplar peygamberden sürekli mucize istemişlerdir. Arapların mucize isteklerine karşılık gelen her ayet, onlara Kur’an-ı mucize olarak gönderdiğini, başka mucize beklememelerini, eğer kendilerine bir mucize gönderilirse yok edileceklerini söylüyordu. Kısaca Allah Araplara Kur’an-ın dışında mucize göndermemiştir. Bu nedenle inkâr eden Arapların en büyük kozu, Muhammed’in peygamber olarak mucize göstermemiş olmasıdır. Ancak Müslümanların tarihine baktığımızda, mucizelerden geçilmiyor. Muhammed’e ait bir sürü mucize haberleri anlatılıyor. Miraçla ilgili söylenenler de, Muhammed’i kutsallaştırmak için ortaya konan uydurma haberlerdir. Düşünün ki, bir peygamber Allah’la pazarlık yapıyor. Allah’ın koyduğu kuralları fazla görerek azaltmasını istiyor. Bir peygamber böyle pazarlık yapabilir mi? Allah Kur’an-da peygamberine “ant olsun ki, gönderdiğim ayetleri topluma açıklamaz, hükümleri uygulamaz isen, seni perçeminden (başındaki saçından) yakalar, cezalandırırız” demiyor muydu? Araplar gönderilen hükümlerle ilgili itirazlar yükselttiğinde, “Allah onların istediği şekilde din gönderecek değildir. Allah kullarına istediği dini gönderir. Hiç kimse bu konuda Rabbiyle pazarlık yapamaz” demiyor muydu? Olayları Kur’an-daki ayetlerin ışığında değerlendirirsek, Muhammed’in mucizesi Kur’an-dır, başka mucize yoktur. Miraçla ilgili anlatılanlar sonradan uydurulmuştur. Mucizeyle, Miraçla ilgili tüm uydurmaların nedeni, Müslümanların da, Yahudi ve Hıristiyanlardan etkilenerek, peygamberlerine kutsallık izafe etmeleridir.
Ben, bencillik, üstünlük duygusu inanan insanların kanına işlediğinde, inananlar önce peygamberlerini diğer peygamberlerden üstün görmeye, kendi peygamberlerini kutsallaştırmaya çalışmışlardır. Böylece Allah’ın gönderdiği din bırakılmış, yerine uydurma yorumlarla yeni bir din uydurulmuştur. Bu konuda Almanya’da çalışan dayımın anlattığı bir hikâye vardır. Çok iyi konuştuğu Alman arkadaşıyla muhabbet ederken, bir ara Alman arkadaşı “İsa’nın Muhammet’ten üstün olduğunu söyleyivermiş” Dayım, “neden?” dediğinde, “görmüyor musun? İsa daha değerli daha büyük olduğu için Allah onu yanına aldı. Muhammed yeryüzünde kaldı” demiş. Dayım altta kalır mı? Zekâsının bütün pırıltılarını gösterircesine gülmüş. Arkadaşı niye gülüyorsun dediğinde “sen hiç terazi kefesi görmedin mi? Terazi kefelerine koyduklarından hangisi hafif, değersiz ise yukarıya kalkar, ağır, değerli olan aşağıya iner” Gördünüz mü? Peygamberlerine değer veren, onları üstün göstermek isteyen insanlar nasıl mantık çalıştırıyorlar. Hâlbuki Allah hiçbir zaman inananlara peygamberlerimden hangisinin daha değerli olduğunu belirleyin dememiş, aksine bütün peygamberlerini sevmelerini, saymalarını istemiştir. Sapkınlık peygamberleri yüceltmeyle başlar. Zira insanların akıllarında, duygularında üstün olmayan şeylere inanmak yoktur. Onun için Araplar Muhammed’e “sen ne biçim peygambersin, bizim gibi yiyor, içiyor, dolaşıyorsun. Gerçekten peygamber olsaydın, etrafında seni destekleyen melekler, birbirinden güzel mucizelerin olurdu. Hâlbuki sende bizim gibi basit bir insansın. Hatta aramızdaki soylulara göre daha aşağıda, yetim, ezik birisin” demişlerdir. Bunun üzerine Allah “biz bütün peygamberleri insanlardan seçtik ki, bize bizden üstün melekleri peygamber gönderdin, onun yaptıklarını biz nasıl yapalım demeyesiniz” ayetini göndermiştir.
Peygamberleri yücelten, kutsallaştıran toplumlar sınır koymamışlardır. Onlar peygamberlerinden sonra âlimlerini, din bilginlerini (hahamları, rahipleri) diğer insanlardan üstün göstermek için onları Tanrıya yakın, hatta Tanrı’dan bir parça olarak göstermişlerdir. İnsanlardan üstün, Tanrıya yakın saydıkları insanlar, Allah’ın ayetlerini değiştirme yetkisine sahip olmuşlar. Allah adına din hükmü koymuşlardır. İnananlar Allah’ın ayetlerine uymaktan çok kutsal insan saydıkları insanların hükümlerine din diye uymuşlardır. Allah Tövbe suresinin bu ayetlerinde, bir zamanlar Allah’a inananların, Allah’ın ayetlerinden nasıl saptıklarını anlatır. Geçmişte nasıl Hıristiyanlar İsa’yı, Yahudiler Üzeyir’i kutsallaştırdılar ise, Müslümanlar da Muhammed’i kutsallaştırmışlardır. Geçmişte nasıl, Hıristiyanlar rahiplerini, Yahudiler hahamlarını kutsallaştırdılar ise, Müslümanlarda, âlimlerini, mezhep imamlarını, tarikat şeyhlerini kutsallaştırmışlardır. Kutsallaştırdıkları insanların görüşlerine, hükümlerine din demişler. Allah’ın ayetlerini bir kenara koyarak, dini hayatlarını, mezheplerine, tarikatlarına göre yaşamışlardır. Şimdi bakınız, insanlar hangi mezhebe bağlı olursa olsun, Allah’ın ayetleriyle belirttiği hükümlere uymaz ama mezhep imamlarının hükümlerine uyarlar. Hangi tarikat olursa olsun bakınız, tarikat müritlerinin şeyhlerini sorgulama hakları yoktur. Müridin, şeyhinin anlattıklarına delil istemesi sapıklık, kâfirlik sayılır. Şeyhlerin anlattığı, söylediği şeyler onlara göre dindir. Her iki grupta da, Allah’ın ayetlerini anlamaya çalışmak, sapıklık, cahilliktir. Onlara göre, mezhep imamları ve şeyhler olmadan, Müslümanların Kur’an-ı anlamaları mümkün değildir. Zira imam veya şeyhi olmayan insanların önderi şeytandır. Şeytana uyanlar, basit insanlardır. Basit insanların Allah’ın ayetlerini anlayacak kapasiteleri yoktur. Onlar bu tür fikirlerle üstün insan, alçak insan ayrımı yaparak, kendilerini üstünleştirip, tanrısallaştırırlar, insanları ise, bayağı, sıradan görürler. Eskilerin kültüründe var olan, havas üstün insanlar grubu, avam bayağı, sıradan, aşağı tabakadan insanlar grubu demektir. Bu tür sınıflamalarla Hindistan’ın kast sistemine benzer sistemi oluştururlar. Kast sisteminde üstün olanlar Tanrı’ya yakındır. Aşağı tabakadan olanlar üstün olanlara hizmet ederler. Hâlbuki Allah katında bütün insanlar eşittir. İnsanların eşitliğini bozan tek şey, kimin daha iyi insan, kimin daha iyi Allah’a uyan mümin oluşuna göredir. Allah bunu ayetlerinde “aranızdaki fark sadece takvadır” diye belirtir. Takva yani, inanan insanın, samimiyetle, içtenlikle, her türlü riyakârlıktan uzak, Allah’ın dediklerini yapması, böylece olgunluğa (erdemliliğe) ulaşmasıdır. Allah’ın yarattıklarını sevmek, onları korumak, dinin adı olan İslam’ı “barışı” öne çıkarmak, adaleti, hakkı savunmak, insanlar farklı görüşten, inançtan olsa da asla onlara karşı haksızlık yapmamak, takva yolundaki en güçlü adımlardır. Takva yoluyla insanın üstünleşmesinin temel kuralı, insanın kendini kutsallaştırmaması, kibirden uzak olması, bencilliği bırakması, aklını, muhakemesini, düşünce gücünü, iradesini kullanarak doğru kararlar almasıdır. İster peygamber, ister âlim, ister cahil olsun, her insan yaratılmıştır. Yaratılış açısından hepsi birbirine eşittir. Peygamberlik Allah’ın seçme takdiridir. İyi bir insan olmak, insanın iradesiyle gerçekleştirdiği eylemlerinin sonucudur. Bu nedenle, peygamberler bile yeterince inanç, irade gösteremeyip zayıf düşebilirler. Bu konuda Allah Yunus’u, Süleyman’ı örnek gösterir. İnsanlar peygamber seçilseler bile, görevlerini hem peygamber, hem inanan olarak yapmak zorundadırlar. Allah inananlara emrettiği her şeyden, her hükümden peygamberlerini de sorumlu tutar. Allah peygamberlerine “sizler dinimin hükümlerinden sorumlu değilsiniz” demez. Aksine peygamberlerinin herkesten önce dininin hükümlerini yerine getirmekle sorumlu olduğunu hatırlatır. Onun için Allah ayetiyle resulüne “ben Müslümanların ilki olmakla emir olundum” dedirtmektedir. Bu ayetin anlamı, peygamberler aynı zamanda Müslüman’dırlar. Müslüman olarak Allah’ın bütün hükümlerini yerine getirirler. Müslüman olarak diğer Müslümanlarla eşittirler. Dinin hükümlerinden bütün Müslümanlarla birlikte, aynı şekilde sorumludurlar. Hesap günü Müslümanlar nasıl hesaba çekileceklerse, peygamberlerde aynı şekilde çekilirler. Onun için Muhammed kızı Fatıma’ya “Ey kızım Fatıma, sakın babam peygamber diye güvenme, ben bile huzurdaki hesaptan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum” demektedir. Ayetlere, resulün sözlerine baktığımızda, Müslümanların kültürlerinde var olan, hesap günündeki olaylar, Resulün şefaat edeceğine ait bilgiler, sanki peygamberin hesap dışında kalmış da uzaktan cezalandırılacakları seyredip, Allah’ın karşısına çıkarak “bunlar benim ümmetim, bunları benim için affet” demelerinin hepsi uydurmadır. Bu yönde Kur’an-da hiçbir bilgi yoktur. Konuyla ilgili gelen hadisler uydurmadır.
Ülkücü arkadaşlara söylediklerim ters gelse de hiç ses çıkarmadan dinliyorlardı. Özellikle her sözü ayetle noktalamamdan etkileniyorlar. Ellerindeki meallerden kontrol ediyorlardı. Konuştukça yüzlerindeki şaşkınlıklarını görebiliyordum. Yüzlerinde çok değişik anlamlar geziniyordu. “Bütün bunlardan habersiz nasıl yaşadık” der gibiydiler.
Sohbetimizin sabah bölümünü bitirmiştik. Arkadaşlar dağılmış, kendi günlük işlerine dalmışlardı. Biraz dinlenmek için yatağıma uzanırken, konuşmalarımızı iki yatak ötesinden takip eden bir mahkûm yanıma yaklaştı. Orta boylu, kara derili, kıvırcık saçlı, sakallıydı. Üzerinde doğululara ait şalvar ve yelek vardı. Etnik köken olarak Kürtlere benziyordu. Siyah gözlerini hınçla dikmiş, sert ifadelerle,
- Sana bir şey söyleyeceğim
- Buyur
- Sen çok tehlikeli konulara giriyorsun. Özellikle bugünkü konuşmalarının dinle ilgisi yok. Sen sapıkça konuşuyorsun
- Hele otur bakalım. Konuşmamın nerelerinde yanlış varsa söyle, ispat et, görüşlerimi değiştireyim.
- Yok, senin gibi sapıklar asla görüş değiştirmez.
- E ne olacak o zaman?
- Bir daha böyle konuşmayacaksın, tamam mı?
- Hele otur şuraya
- Gerek yok
- Ya bir dakika otur şuraya, adın ne senin?
- İsmim önemli değil, sen dediklerimi yap yeter
- Adını söyle, biraz konuşalım, sözlerine inanırsam niye yapmayayım?
- (Yatağımın ucuna oturdu) Adım İbrahim, Siirtliyim. Biz ailecek seyidiz.
- Peygamber soyundan geliyorsunuz yani?
- Evet
- Peki, bir seyidin cezaevinde işi ne?
- Sen orayı karıştırma, hiç yoluna bir iftiraya kurban gittik.
- Söyle bakalım konuşmalarımdan hangisine bozuldun
- Hepsine
- Yaklaşık iki saat sohbet ettik. Hepsi deyince beğenmediklerini bulmak zor olur. Sen hele kızdığın şeyleri söyle.
- Bak şeyhlere çatıyorsun
- Çatmıyorum, tarikatlardaki şeyhlik anlayışının doğru olmadığını söylüyorum.
- Her neyse, bir gün çarpılırsın…
- Niye çarpılayım ki?
- Onları karşına alırsan çarpılırsın.
- Neyse, sen asıl konuya gel, ne dedim de, neye kızdın.
- Hepsine dedim ya… Bir daha konuştuğunu görmeyeceğim
- Konuşma mı diyorsun?
- Evet
- Peki, konuşursam ne olur?
- Senin sidikliğini bağlarım. Benim öyle gücüm var. Bizim seyitlik geleneğimizde ailemize böyle bir güç verilmiştir.
- Sidikliğimi nasıl bağlarsın ki?
- Bir dua okurum, bir daha işeyemezsin
- (Güldüm) Sen beni biliyor musun?
- Hayır
- Peki, tarikatta ayna nedir biliyor musun?
- Evet
- Ben aynayım. (Bunu duyunca tedirginleşti, yüzü kıpkırmızı oldu) Sen aynanın ne demek olduğunu biliyor musun?
- Evet
- Bak İbrahim, benim söylediklerimin hepsi doğru şeyler. Sen de bana konuşma diyemezsin. Anlattıklarım ayetlerin açıklamasıdır. Eğer sen benim sidikliğimi bağlayacak dua okursan ne olur biliyor musun?
- Hayır
- Ben aynayım ya, benim aleyhime okunan dua, duayı yapana musallat olur.
- Yani
- Sidikliğimi bağlamak için okuyacağın duayla kendi sidikliğini bağlarsın. Haydi, sıkıyorsan oku duayı da görelim. Sonra yanıma yapamıyorum diye gelme. Çare bulamam.
Kızardı, bozardı, yanımdan öyle uzaklaştı ki sormayın. Tek kelime söyleyememişti. Korkusundan bir daha yanıma hiç yaklaşamadı. Cahil, basit bir insandı. Din kültürü duyduğu saçma sapan hikâyelerden ibaretti. Hâlbuki ben bizzat bazı tarikat şeyhlerinin, mutasavvıfların kitaplarını okumuştum. İbrahim’in ayna konusunda bildikleri dar bir alandı. Tarikat anlayışında ayna olumlu olumsuz yanlarıyla simgeleştirilmiştir. Olumlu yanı, insanın davranışları inancının aynasıdır. Yani insan neyi yaşıyorsa inancı odur. Hani bugün radikal Müslümanların oraya buraya astığı “inandığın gibi yaşamıyorsan, yaşadığın gibi inanırsın” sözüyle eşdeğerdir. Ayna figürünün olumsuz yanı ise, insan Allah’ın aynasıdır. Yani Allah yeryüzüne insan olarak yansır. Bu görüş vahdeti vücut görüşüyle özdeşleşir. Vahdeti vücut görüşünde insan Tanrı vücudunun parçasıdır. Tanrı insandan, insan Tanrı’dan ayrı değildir. Bu görüşün ikisi de, önce insanı kutsallaştırır, sonra tanrılaştırır. Yani Allah’ın ayetlerinde anlattığı sapmanın temelidir.
İbrahim gibi insanlar cehaletin kurbanıdırlar. Ben ona aynayım derken, onların anladığı manada söylemiş, ancak, ayna düşüncesine inanmıyordum. Ona kendimi ayna olarak tarif ettiğimde, anında beni kutsallaştırdı. Bir daha yanıma yaklaşmaktan korktu. Tıpkı şeyhine yaklaşmaktan korktuğu gibi… Kısacası onu kendi silahıyla vurmuştum. Ne yazık ki insanlar, cahillikleriyle edindikleri kültürlerin baskısı altında güçlü bir inanca, aynı zamanda güçlü bir korkuya sahiptirler. İbrahim inanıyordu ki, benim sidikliğimi bağlamak için okuyacağı dua ile anında kendi sidikliği bağlanacak, artık işeyemeyecekti. Hâlbuki böyle bir durum, psikolojik şartlanmadır. Güçlü bir hipnotizedir. İnsan inançlarıyla kendini bu şekilde hipnotize edebilir. Eğer ben İbrahim’in dediğine inanıp korksaydım, içimdeki korku beni hipnotize edecekti. Ancak ben korkmadığım için hipnotize olmadım. Aksine İbrahim’i korkutarak, kendi kendini hipnotize etmesini sağladım. Böylece etrafımdan savuşturdum.
İbrahim’in benimle konuştuğunu gören ülkücü arkadaşlardan birisi gelerek “ne istiyor senden” dedi. Olayı kısaca anlattım. Bozuldu, “dur şuna bir dayak atalım” dedi. Ona “bırak onu, gerekli cezayı aldı zaten, bir daha musallat olamaz” dedim. Şeyh mürit ilişkisinin temeli korkuya dayalıdır. Şeyhim benden vazgeçerse ben ne yaparım? Şeyhim beni çarparsa ben ne yaparım? Şeyhim huzurdaki hesapta bana sahip çıkmazsa ben ne yaparım? Düşüncesi müritleri altüst eder. Onlar inanırlar ki, şeyhleri onları her an takip eder. Ne yaptıklarını görür. Allah’a ait olan bu özellikler, kutsallaştırılan şeyhlere verilir. Böylece mürit için şeyhi, Allah gibidir.
Tarikatların saldıkları korkuyla ilgim yoktu. Şeyhlerin Tanrısallıkla bir ilişkisi yoktu. Onlarda her insan gibi, basit, yalın, çaresiz insanlardı. Onları etkin, büyük gösteren tek şey, tarikat kültürüyle etraflarında yarattıkları korkuydu. Tıpkı Firavunun, Nemrud’un halkına saldığı korku gibiydi. Veya günümüzdeki güçlü düzenlerin zalimcesine halkları üzerinde saldıkları korkular gibiydi.
Kendimi ayna olarak gösterip onların korkuları üzerine gitmiştim. Böylece sorunu ötelemiştim. Yaptığımın doğruluğu eğriliği tartışılabilir. Ama biliyorum ki ben asla ayna değildim. Ben Allah’a inanan, yolunda gitmeye çalışandım. Allah’ın kitabını, aklımın erdiği, dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalışıyordum.
İbrahim, hırsızlıktan, soygunculuktan, ırza geçmekten ceza yemişti. Daha sonra bunu bana Sait anlattı. İlk zamanlar Sait’e de benzeri şeyler söylemiş. Aslında karakter olarak işe yaramazdı. Peygamberin soyundan geldiğini, seyit olduğunu söyleyerek, cahiller arasında prim yapmak istiyordu. Toplumda seyitlik saçmalığına inanan çoktu. Peygamber soyundan gelmek üstünlük emaresi değilken, nice peygamberlerin soyunda kâfirler varken, bazılarının seyitlik kavramıyla, üstünlük, masumluk, dokunulmazlık oluşturması, kendilerini hesapsız görmeleri en büyük sapıklıktı. Hele bu sapıklıktan çıkar sağlayıp, insanların sırtından geçinmek insanlık dışıydı. Böyle bir insanlık dışılığını insana ancak şeytan öğütleyebilirdi. Maalesef insanları Kur’an-dan uzaklaştırarak, Kur’an-a yaklaşmayın çarpılırsınız diye korkutarak, cehaleti yaygınlaştırdılar. Kendilerini kutsallaştırarak, cahil bıraktıkları insanları köle olarak kullanacak din ürettiler.
Yatağıma uzanmış, okuduğumuz ayetleri, İbrahim’le aramda geçenleri değerlendiriyorum. Aklıma harika cümleler düşüyor.
Ayetlerin ışığında gerçeklere ayna olmak inananların başlıca görevidir.
Peygamberler de dâhil, hiçbir insan, Tanrısal güce sahip değildir.
Bu gerçeğe ayna olmak, Müslüman olmanın temelidir.
İman etmek, Allah’ın öğrettiği gerçeklere ayna olmaktır.
Allah birdir. Her şeyin sahibidir. Onun dışındaki bütün varlıklar yaratılmıştır.
Hiç kimsenin Tanrı adına din hükümleri koyma hakkı yoktur.
Düşüncelerimde netleşen bu fikirlerle yastığa dayanıp uyuya kalmışım. Ercüment başıma gelmiş, “yemek zamanı” diyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.