- 551 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Olimpos Günlükleri Kayıp Taç Bölüm 10
BÖLÜM 10:PARADOXUM
Okeanos.
Gree’lerin yanından giderken Osman sadece bu titanın ismini düşünüyordu. Hiç kimseye bahsetmediği rüyasında, Posedion’un Okeanos’a tutsak olduğunu görmüştü. O kendisi olabilir miydi? Gördüğü gelecekten bir anı mıydı yani?
Aslında düşünceli olan tek kişi Osman değildi. Sümeyye de çok düşünceliydi. Gree’ler ona “kabiledeki son kâhin” ve “ölümün habercisi” demişlerdi. Furialar da ona özel bir kanin olduğunu söylemişlerdi. Ahmet’in elini tuttuğu anda da kimseyi bir şey söylemese bile Ahmet’in cesedini görmüştü. Tüm bunlar tesadüf olamazdı. Olmamalıydı da zaten. Sümeyye, “ölümün habercisi” olmak istemiyor. Arkadaşlarının, ona nasıl davranacağını da bilmiyordu artık. Arkadaşları ona eskisi gibi davranabilir miydi?
Ahmet’in de düşündüğü tek şey “kayıp taç”tı. Tacın kendisi için çok önemli, bir şeyin anahtarı olduğunu düşünüyordu. Taç, Hera’nındı. Nesiller boyu Hera gelmemesinin sebebi de tacın kaçırılırmış olmasıydı. Atlas’ın sarayındaydı taç. Peki, neden Zeus kartalı ya da Poseidon’un yabası yerine Kronos Hera’nın tacını almıştı? Bu da Ahmet’in kafasına takılan asıl şeydi işte.
Geçide doğru yaklaşırken en sakinleri Miray’dı. Miray da kayıp tacı düşünüyordu ama diğerlerine göre daha sakindi. Gree’lerin konuşmalarında iki büyük titandan bahsetmeleri de Miray’ın kafasını karıştırmıştı.
İlk titan Atlas’tı. Atlas, çok güçlü bir titandı. Ares’ten bile daha kaslıydı. Göğü taşıyordu tabii. Kronos, neden tacı Atlas’ın sarayına koymuştu ki?
İkincisi ise Okeanos’tu. Kafsında iki tane boynuz olan titan. O, Atlas’tan daha kudretliydi. Çünkü efsanevi on iki titandan biriydi. Okyanusların efendisiydi. Su üzerinde Osman’la savaşsa onu yenebilirdi. Zaten, gree’ler Osman’ın kaybedeceğini ve tutsak alınacağını söylemişlerdi.
Geçitten geçtiklerinde tekrar kanyona geldiler. Turistler hala hiçbir şey yokmuş gibi geziniyorlardı. Fotoğraflar çekip, birbirleriyle konuşuyorlardı. Hiçbirinin Dünya’nın sonunun gelme ihtimali olduğundan haberleri yoktu.
Saklıkent’ten çıktıktan sonra hemen pegasuslarını bıraktıkları yere gittiler. Pegasuslarını bulduktan sonra binip Olimpos’a gitmek için yola çıktılar.
Hepsi çok yorgundu. Gree’lerin söyledikleri kafa karıştırıcı ev yorucuydu. Tek düşündükleri Olimpos’a gitmek ve uyumaktı. Kronos’un önlerine başka engel çıkarmamasının ummaktan başka bir çareleri kalmamıştı.
Neyse ki Kronos onları rahat bırakmış gibiydi. Olimpos’a yaklaşmalarına karşılık hiçbir tehlike ile karşılaşmamışlardı.
Yıkık evin önüne geldiklerinde hepsi rahatlamıştı. Hemen pegasuslardan inip evin içine girdiler. Sonra merdivenlerden çıkıp Olimpos’a girdiler.
Pegasusları ahıra bıraktıktan sonra hepsi konuşmak için toplantı odasına gittiler. Biraz rahatlayıp konuşmak istediler ama masanın üzerinde bir not buldular. Altın renginde bir kâğıdın üzerine siyah kalemle yazılmış notta:
“GÜNEŞ TUTULMASINA KADAR KRONOS DURDURULMASI GÖK UYANICAK. GÖK’ÜN DOĞMASI İKİ BÜYÜK VARLIĞIN DAHA UYANMASI İÇİN BİR KAPI AÇACAK. İLK ÖNCE ADADAKİ OLİMPOSLUYU BULUN O SİZE YARDIM EDECEK. SONRA DA ONUN YARDIMIYLA HERA’NIN TACINI BULUN” yazıyordu. Ama asıl garip olan not değil onu yazan kişiydi. Notun en altında “KRALİÇE PERSEPHONE” yazıyordu.
“Güneş tutulması mı?” dedi Miray “O sadece altı gün sonra”
“Bu zaman biz yetmez” dedi Osman “Yapılacak çok iş var”
“Haklısın” dedi Sümeyye “ama galiba başka şansımız yok hemen yola çıkmalıyız”
“Ama Olimposlu’nun hangi adada olduğunu bilmiyoruz” Ahmet, hala düşünceliydi ve çok sinirli gözüküyordu.
“Ve hangi Olimposlu olduğunu da” dedi Osman.
“Aslında” diye araya girdi Miray “Ben onun kim olduğunu tahmin edebiliyorum”
“Hedes mi” dedi Osman “Not, Persephone’den gelmiş. Kesinlikle Hades olmalı”
“Aslında benim tahminim o değil” dedi Miray “Rüyamdaki ses de aynı şeyleri demişti. Ama o bir ipucu verdi bana. O zaman anlamamıştım ama şimdi anladım. O çok yaşlı ve becerikli demişti. Yani o…”
“Hephaistos” diye tamamladı Ahmet “Dışlanmış olan. Süper onu bulduk peki hangi adada olabilir?” Hepsi sanki birlik olmuş gibi Osman’a baktı. Sonuç olarak aralarında deniz konusunda en becerikli oydu.
“Hey!” dedi Osman “Bana öyle bakmayın. Bir adada olduğunu bile bilmiyoruz”
“Aslında Osman haklı” dedi Sümeyye “Saklıkent’deki gibi başka bir yerden geçit olabilir. Gerçek bir ada olması gerekmiyor” Evet, Sümeyye haklıydı. O zaman ne yapacaklardı?
“Ben kütüphaneye gidip haritaya bakacağım” dedi Miray “Belki bir yardımı olur”
Miray, kütüphaneye gittikten sonra üçü kalmışlardı. Aslında Ahmet de kütüphaneye gitmek istiyordu ama Sümeyye’yle de konuşmak istiyordu. Gree’lerin ona söylediklerinden sonra Sümeyye çok kötü olmuştu. Osman da öyleydi zaten. O yüzden ikisi ile de konuşmak istiyordu aslında.
“Şey…” dedi Ahmet “Bir sıkıntınız mı var?”
İkisi de kafalarını kaldırarak Ahmet’e baktılar ve Osman en sonunda “Aslında…” dedi “gree’lerin dediğinin rüyamda görmüştüm. Okeanos, Posedion’u tutsak ediyordu.”
“Onu her yerde yenebilirsin dostum” dedi Ahmet “Biz o boynuzlu yaratıklardan birini öldürdük” Bunu derken parmaklarını başının üzerine götürüp boynuz şekli yapmıştı. İkisi de güldüler ama Sümeyye hala üzgündü.
“Peki ya sen?” dedi Ahmet.
“Ben ölümün habercisi olmak istemiyorum” dedi Sümeyye “arkadaşlarımın ölümünü haber vermek istemiyorum” Ahmet, ona doğru baktı ve güldü.
“Vereceğin tek ölüm haberi titanların olacak” dedi “Bunu zevkle yapacağına eminim. Hadi bilmiş kızımıza yardıma gidelim.”
Hep birlikte Miray’ın yanına gittiklerinde Miray kitapların arasında boğulmuş gibiydi. Hatta Miray’ı bulmak için aramaları gerekmişti.
“Bir şey buldun mu?” diye sordu Sümeyye ama Miray’ın yüzündeki ifadeden cevabın hayır olduğu belliydi.
“Haritada, Hephaistos’la ilgili hiçbir şey yok” dedi Miray. Ahmet, haritaya baktı.
“Aslında galiba var” dedi “Çocukken merak ettiğim bir eser vardı: İlyada…”
“Esere göre, Hephaistos Limnos adasına atılmıştı” diye tamamladı Miray
“Yani Limni” dedi Ahmet. Osman ve Sümeyye bir şey anlamamış gibi duruyorlardı ama Limni adasının Ege’de bir Yunan Adası olduğunu biliyorlardı.
“Hadi, O zaman gidelim” dedi Sümeyye “Niye vakit kaybediyoruz?”
“Pegasuslar yorgun” dedi Ahmet “yarını beklemeliyiz”
“Ya okul?” diye sordu Miray. Aralarında okul ile ilgilen tek kişi oydu zaten.
“Ben kaçma fikrini tekrar öne sürüyorum” dedi Osman
“Galiba tek çare o” Sümeyye de sevinmiş gibiydi. Tehlikeli bir görev olsa bir öğrenci için okula gitmemek güzel bir şeydi.
“Galiba…” dedi Miray. Üzülen tek kişiydi. “ama bize bir gemi de lazım. Limni’ye pegasuslarla gidemeyiz.” Evet, gidemezlerdi. Orası bir yerleşim yeriydi birileri onlara görürse kötü olabilirdi.
“Tamam” dedi Osman “gemiyi hallederiz. Burada bir gemi olacaktı sanki”
“Gemi mi?” dedi Sümeyye “Burada bir gemi mi var?”
“Aslında arka tarafta büyük bir göl gibi bir şey var orda da süper bir gemi adı da…”
“Paradoxum” diye tamamladı Miray “Efsane gemi”
“Efsane gemi mi?” diye sordu Ahmet.
“Evet” dedi Miray “Gemi tamamen titanyumdan yapılma bir savaş gemisi.”
“Cidden efsaneymiş” dedi Osman “Titanyum ha, süpermiş.”
“O gemi neredeyse her nesle hizmet etti. Kendini normal bir gemi gibi gösterebilir” dedi Miray.
“Peki, uçabiliyor mu?” diye sordu Osman heyecanlı bir şekilde.
“Aslında, evet ama buna hiç gerek yok” diye cevapladı Miray
“Neden?” dedi Osman. Biraz üzülmüş gibiydi.
“Çünkü…” dedi Miray ama Sümeyye onun sözünü kesti
“Gemi havada kendini saklayamaz. Haklı mıyım?”
Miray, evet dermiş gibi başını salladı. Her şey tamamdı. Görev hazırdı ve gemi de. Tek eksik olan uykuydu. Hemen uyumaları gerekiyordu. Çünkü yarın yola çıktıklarında belki de bir daha eve geri dönemeyeceklerdi. Ya da başarısız olularsa evleri bile olmayabilirdi artık.
Neyse ki gece hiç biri rüya görmemişti. Bir insanın rüyaların gerçeğe yansıtması çok kötü bir şeydi. Ve onlar bunu farkındaydılar. O yüzden rüya görmek hiç istemiyorlardı.
Sabah kahvaltısından sonra çantalarını tekrardan hazırlayıp yine ahıra gittiler. Pegasusları da alıp efsane gemi Paradoxum’a bindiler.
Gemi gerçekten de çok büyük ve muhteşemdi. İnsanı etkiliyordu. Gemide pegasuslar için bir ahır bile vardı. Pegasusları ahıra geçirdikten sonra gemiyi gezmeye başladılar. Gemi, normal bir insanın tasarlayamayacağı şekilde kusursuz tasarlanmıştı. Görülen en ufak bir hata bile yoktu. 50 nesildir hizmet edip de nasıl bir şey olmamıştı ki bu gemiye?
Gemide, kapısında her Olimposlu için farklı bir işaret olan odalar vardı. Hatta kâhin için bile gemide ayrı bir oda vardı.
Osman’ın odasının kapısında işareti olan bir üçlü yaba duruyordu. Odasının içi ise çok güzel dizayn edilmişti. Yatağı da deniz mavisiydi ve çok rahat görünüyordu. Odasında her türlü teknolojik alet de vardı. Mükemmeldi. Hatta mini bar bile vardı. Tabii ki en önemlisi de deniz eşyaları. Osman’ın hayal ettiği her deniz eşyası vardı (zıpkın, ağ, oksijen tüpü… vs)
Miray’ın odasının kapısında kabartma bir baykuş vardı. Miray, ilk başta anlamsa bile sonradan baykuşun göz kırptığını gördü.
İçeri girdiğinde ise odaya bayıldı. Odasının bir duvarı baştan sona kitaplıktı ve bulamadığı her kitap vardı. Hatta “Seçilenlere Athena’dan Tavsiyeler” kitabı bile. Bunu birinci nesilde Athena’nın kendisi yazmıştı.
Oda, galibva ilk Athena’dan beri değiştirilmemişti. Çünkü yatağının üzerindeki duvarda. Çok büyük bir tablo vardı. Tabloda iki kadın vardı Sağdaki kadın; genç, güzel, gri gözlü, başında bir miğfer olan bir kadındı. Bu Athenaydı. Soldaki ise yaşlıydı ama çok güzeldi. Aynı Athena’nınki gibi gri gözleri vardı. Beyazlamış saçları ise sol omzundan aşağıya doğru sarkıyordu. Bu da Athena’nın annesi Metis olmalıydı.
Ahmet’in odasının kapısında bir şimşek resmi vardı. Oda ise gayet büyük ve güzeldi. Oda da yok yoktu hani. Ama Ahmet yine de denizde olmaktan pek mutlu değildi. Daha gemi hareket etmeye başlamadan bile güçlerinin azaldığını hissedebiliyordu. Kendisini çok zayıflamış hissediyordu.
Sümeyye’nin odasının kapısında ise gözlerinden ara sıra yeşil bir ışık çıkaran bir kadın motifi vardı. Sümeyye bunu görünce kendi kendine “İnşallah bunu bir kapatma bir düğmesi vardı” dedi.
Odaya girdiğinde manzara gayet güzeldi. Yani oda gayet bakımlı ve temizdi. Çok güzel de kokuyordu. Ama Sümeyye kendini biraz rahatsız hissetti ama sebebini anlamadı. Belki de o gözünden ışık çıkan kadın motifi yüzündendi.
Hep birlikte geminin güvertesine gittiklerinde gördükleri manzara onları çok şaşırttı. Dümenin başında bir adam duruyordu ama dördü de bu adamı görmediklerine emindiler. Adam, yaklaşık iki metre boyunda olmalıydı. Gözleri şaşılacak kadar siyahtı ve tamamen beyaz bir cübbe giymişti. Bu haliyle çok korkunç görünüyordu.
“Charon?” dedi bir anda Miray. Onu Chraon’a benzetmişti. Aslında üzerindeki cübbe siyah olsa tam benzerdi. Ama Chron yeraltında ölüleri Stkys nehrinden karşıya geçiren kayıkçıydı. Burada ne işi olabilirdi ki?
“Hayır, hanımefendi” dedi adam “Charon benim ikiz kardeşim. Benim adım Albis”
“Güzel” dedi Ahmet “Bizi Limni adasına götür o zaman”
“Tamam, Efendi Zeus” diye karşılık verdi Albis “Lütfen, yerlerinize oturun da yolculuk başlasın”
Hepsi de geminin güvertesindeki koltuklara oturdular. Paradoxum, gölden aşağı doğru inerken aslında bunun göl değil de uzun bir nehir olduğunu anladılar. Etraflarına baktıklarında ise çiçeklerin kokusu ve güzel manzarası insanın içini açıyordu. Onlar farkında değillerdi ama Paradoxum çok hızlı gidiyordu.
Sadece birkaç dakika sonra yolculuklarına Ege Denizi’nde devam etmeye başladılar. Ege Denizi’ne indiklerinde gemide ani bir sallanma oldu. Geminin üst güvertesi hariç her yeri suyun altına indi. Albis’in de üzerindeki cübbe bir üniformaya dönüştü ve Albis tam bir kaptan’a benzedi. Demek ki gemi böyle gizleniyordu.
Büyük bir ejderha onlara saldırana kadar yolculukları çok güzel gidiyordu.
Yollarına devam ederken aniden bir kükreme sesi ile sarsıldılar. Albis çok sakindi ama bizim dörtlü korkmuştu.
Aniden geminin önüne çok büyük ve siyah bir yaratık geçti. Yaratık o kadar büyüktü ki arkasında koca bir dalga oluşmuştu. Sümeyye içinden, “Demek tsunami böyle oluyormuş” dedi.
Yaratık; yaklaşık 15 metreydi, kocaman sivri dişleri ve kocaman yeşil gözleri vardı. Zaten gözleri dışında tüm vücudu siyahtı. Yaratığın ağzı öyle bir büyüktü ki küçük bir gemiyi tek lokmada yutabilirdi.
Paradoxum, bu arada tekrar sarsılarak orijinal boyutuna döndü. Gemi o kadar büyüktü ki en üst güvertesi ejderhanın ağzının hizasındaydı.
Osman ve Miray sol ellerini havaya kaldırarak hemen Olimposlu formlarına dönüştüler. Ahmet onlara göre biraz daha geç dönüştü. Çünkü denizde gücü çok zayıflıyordu.
İlk önce Miray, ejderhanın burun deliklerinden birinin yanına mızrağını batırdı. Ama canavarın derisi en az minatorun derisi kadar sertti.
“Bu nasıl bir yaratık böyle” diye bağırdı Miray
“O bir Leviathan” diye cevap ver Osman. Deniz canavarları konusunda Miray’dan bile daha bilgiliydi. “Bu canavarın tek zayıf noktası ağzının içi”
“Girelim o zaman” dedi Ahmet. Geminin üzerinden öyle bir zıplamıştı ki aniden canavarın gözlerinin önüne geldi. Canavar, pençesiyle Olimposluları ittirdi. Hepsi de geminin içine düştüler.
“Ağzının içine girmek kolay değil” dedi Osman “Çünkü…” Lafını tamamlamadan ejderha o kocaman ağzından ateş püskürttü.
“Çünkü ejderha ateş püskürtüyor” diye tamamladı Miray “O zaman ne yapabiliriz ki?”
Ejderhanın ateşi gemiye hiç zarar vermemiş gibiydi. Bu da geminin sihri olabilirdi. Ya da zırhının titanyumdan yapılması yüzünden de olabilirdi. Albis ise hala gemiyi sürüyordu ve Leviathan’a bile bakmıyordu.
Ahmet ise iyice zayıflamıştı. Şimşek çaktırmayı bırak kılıcını bile doğru dürüst kullanamıyordu. Zaten bu zamana kadar istemli olarak hiç şimşek çaktırmamıştı. Sadece bir kez Eda’nın elini tuttuğunda şimşek çakmıştı. Onu da kendinin yaptığında pek emin değildi.
Leviathan, hala o pis kokan ağzıyla gemiye ateş püskürtüyordu. Osman, suyu kontrol ederek çoğu zaman ateşleri söndürüyordu. Ama art arda attığı ateşleri genellikle söndüremiyor ve ateşler güverteye geliyordu. Zaten güverteye bir şey olduğu da yoktu.
Yaratığa karşı tek şanslarını ağzını patlayıcı bir şey atmak olduğuna karar verdiler ama ellerinde patlayıcı pek bir şey yoktu.
Osman, yaratığı oyalamak için su seviyesini birden yükseltti ve tüm suyu ejderhanın üzerine fırlattı. Sonra da Miray’ın aklına Paradoxum bir savaş gemisi olduğu aklına geldi. Albis’e dönüp “Albis, topları hazırla ejderha avlayacağız” diye bağırdı. Albis, orada duran sayısız düğmeden birkaçına bastı. Belki de yüz tane top bir anda ortaya çıktı ama zaten bunlardan birini kullanacaklardı.
“Sümeyye” dedi Miray. Toplardan birini göstererek “Şunu ejderhanın ağzına doğru ayarla” dedi. Sümeyye hemen topun başına geçip topu direksiyonuyla ayarladı. Bu gemi her nesilce geliştirilmiş olmalıydı. Çünkü teknolojik bakımdan çok güçlüydü.
Sonra, Osman’a baktı. Osman ne yapması gerektiğini anlamış gibi üçlü yabasını alıp ejderhanın gözüne doğru hızlıca fırlattı. Arkasından da Miray kendi mızrağını aynı hızla Leviathan’ın diğer gözüne attı.
Leviathan, yabayı durdurdu ama mızrak tam gözüne battı. Acı içindeki bağırırken Sümeyye de topu ateşledi ve gülle yaratığın tam ağzından içeri girdi. Birkaç saniye sonra Leviathan büyük bir gürültü ile suyun derinliklerine gömüldü. Gemi de yolcu gemisine dönüştü.
Yaklaşık bir saat süren yolculuktan sonra Paradoxum, Limni’ye geldi.
Ada gayet güzel ve ağaçlıktı. Kokusu insanın içini rahatlatıyordu. Ahmet de yavaş yavaş kendine geliyordu. Adaya gelmişlerdi ama peki Hephaistos’a giden geçit neredeydi?
Sorunun cevabını ararlarken Sümeyye, gözlerini kapattı ve birkaç saniye bekledikten sonra eliyle ağaçlarla dolu bir yolu göstererek “Buradan” dedi.
Yolun sonuna geldiklerinde aynı Saklıkent’dekine benzeyen bir geçit buldular. Geçitten geçtiklerinde ise bir mağaraya gittiler. Mağara, gayet ferahtı aslında ve bir ev gibi tasarlanmıştı. Koltuklar, yemek masası, lavoba ve hatta bir televizyon bile vardı.
Mağaranın biraz daha ilersinden yaşlı bir adan geldi. Yaşlı adam; 1,80 boylarında, mavi gözlü, dişleri çürümüş, yüzünde kırışıklar vardı, saçları ve sakalları ise beyazlamıştı. Tahminen 80 yaşında filan olmalıydı. Üzerinde kahverengi bir cübbe ve kafasında da yine kahverengi eski model bir şapka vardı. Elinde de bir baston vardı. Sol kolunda da bir çekiç dövmesi.
“Hoş geldiniz” dedi adam bizimkilere “Ben Hephaistos.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.