- 2798 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Sevgiyle Yeniden Buluşmak
BU UZUN ÖYKÜYÜ BÖLMEYE KIYAMADIM. BÜTÜNLÜĞÜ BOZULSUN İSTEMEDİM. VAKİT AYIRIP OKUYACAK OLANLARA ŞİMDİDEN TEŞEKKÜRLER...
Şehirlerarası otobüs, sessiz karanlığın içerisinde yol alırken görünen sadece arada sırada karşıdan gelen arabaların far ışıkları, duyulansa otobüsün uğultulu motor sesiydi.
Ümit, başını annesinin omzuna dayamıştı.
“Keşke gündüz arabasına binseydik anne. Hiç olmasa geçtiğimiz yerleri görürdük”, dedi.
“Seninki de laf mı yani oğlum? dedi annesi. “Tatile gitmiyoruz ki. Deden, belli ki ölümcül hasta. Şimdi manzara izleyecek halim mi var benim?” Uyumakta olan yolcuları rahatsız etmemek için sesini iyice azaltarak: “Hadi sen biraz uyumaya çalış. İzmir’de bizi nelerin beklediği belli değil. Orda uyumaya zaman bulamayabilirsin.”
“Sen de uyu o zaman.” Dedi Ümit. Bir süre sustuktan sonra: “Üzüntülüsün değil mi anne? Uyku tutmuyor.”
“Evet, üzüntülüyüm. Ama babamın belki de ölüm döşeğinde olduğunu düşününce asıl üzüntümün bu olmadığına üzülüyorum. Anlatabildim mi? Yani öyle bir ruh halim var ki şimdi, yılların, yıllar içerisinde yaşanmış olumsuzlukların hüznü var üzerimde. Bu zorunlu yolculuk kabuk bağlamış bu hüzünlerin yeniden ortaya çıkmasına neden oldu. Yıllarca benimle küs kalıp konuşmayan babamı senin askerliğin sayesinde gördüm konuştum. Sonra bir iki kez annemin zoruyla da olsa telefonda konuştuk. Bak neredeyse torun sahibi olacağım, hâlâ kocamla görüşmeyi kabul etmiyor.”
“Babam da istemiyor ki anne.”
“Babanı suçlamıyorum yine de. İstenmeyen yere sen olsan gider misin?” Hem bir tek babam mı kocamı istemeyen? Ne ağabeylerim ne de kardeşim arayıp sordular bizi. E şimdi onlar da geleceklerdir, belki de gelmişlerdir çoktan. Onların olduğu yere baban gelip de ne yapsın?”
“Vay be! Helal olsun sana anne. Aklımın aldığından bu yana senin babamdan ne şiddetler gördüğünü, ne zorluklarla bize sahip çıktığını bildiğim halde, tüm bunları yaşayan sen olduğun halde, yine de babamı haklı çıkarıyorsun ya, ne diyeyim ki?”
“Haklı çıkarıp çıkarmamak söz konusu değil şimdi. Ben sadece ortada olan bir gerçekten söz ediyorum. Yoksa, babanın konusu çok başka bir şey. Hem ben sana kaç kez söyledim, babanla benim aramızda geçen herhangi bir konu seni çok fazla ilgilendirmesin diye? Bunlara kafanı takma sen. Ayrıca gerilerde kaldı o günler. Yaşımız ilerledikçe biz de birçok hatamızın farkına vardık artık. Hiçbir şey eskisi gibi değil.”
“Kaç dayım vardı benim şimdi?”
“Üç”
“İsimleri neydi?”
“En büyüğü İsmet sonra Hakan sonra da Hikmet dayın.”
“Dayılarımın çocukları da var mı anne?”
“Ne bileyim ben? Geçen sene seni askerdeyken ziyarete geldiğimde anneme sormuştum ama aklımda kalmadı. Varmış çocukları varmış da, kimin hangisinin kaç çocuğu var bilmiyorum.”
“Ne kardeşlikmiş ama.”
“Ne yapalım? Bizimki de öyle oldu. Hem sen bizi boş ver. Sen sen ol, kardeşlerinle asla ilgini, ilişkini kesme oğlum. Ne olursa olsun, kim ne durumda olursa olsun her zaman birbirinize destek olun. Sen abi olduğun için en çok da senden istiyorum bunu. Kardeşlik çok kutsal bir duygudur oğlum. Kimin ne olacağı nasıl olacağı belli olmaz bu hayatta. Her zaman ihtiyacı olana yardımcı olmalısınız. İlle maddi yardım olsun demiyorum. Birbirinizi arayıp sormanız, gidip gelmeniz kadar değerli bir şey olamaz.”
“Pişman mısın anne?”
“Neden pişman mıyım?”
“Ne bileyim. Hani anne baban, kardeşlerin istememişler ya senin babamla evlenmeni. Keşke evlenmeseydim de kardeşlerimle kalsaydım onlardan ayrı kalmasaydım, diyor musun?”
“Olur mu öyle şey? Ben bu anlamda söylemiyorum ki. Eninde sonunda insan kardeşlerinden ayrılır, herkes kendi hayatını yaşar, evlenir, gider. Ama önemli olan kardeşlerin birbirlerini arayıp sormasıdır. Bak şimdi sen kardeşlerinle bir arada büyüdün değil mi? Bebekliğiniz, çocukluğunuz bir arada geçti. Hâlâ da birliktesiniz. Birlikte oyunlar oynadınız, birlikte ağladınız, birlikte güldünüz. Her şeyinizi paylaştınız. Aynı odada aynı yataklarda uyudunuz. Sen onları ta çocukluğundan beri korumana aldın. Ta o zamanlardan kardeşin Sevda’ya birisi yan gözle baksa, onun canını sıksa sen gider onlarla kavga eder kardeşini korurdun. Benim de bebekliğim, çocukluğum kardeşlerimle geçti, bizler de birçok şeyimizi paylaştık, aynı tabaktan yemek yedik, aynı yatağı paylaştık. Ama büyüyünce her şey değişti. Bırak babamı, bırak ağabeylerimi benden küçük erkek kardeşim bile benim üzerimde baskı kurmaya çalıştı. Onlar erkekti her şey serbestti onlar için. Ben evin tek kızı, dışarı çıkamazdım, arkadaşlarıma gidemezdim, sinemaya, tiyatroya gidemezdim. Okul gezilerine katılamazdım. Liseyi bitirinceye kadar ne zorluklar çektim. Babama, ağabeylerime kalsa liseye gitmeme bile gerek yoktu. Oturup evimde evlenmeyi beklemeliydim… Evlendim de… Ama onların istedikleriyle değil. Neymiş efendim, Çankırılıymış. Tanımadığımız bilmediğimiz biriymiş. Neymiş onlara sormamışım. Oysa ben meslek yüksek okulundayken babanı tanıdığımda anneme kaç kere söz etmiştim de ondan ama annem bile dinlemek istemedi beni. Sonra da babama, ağabeylerime çıtlattığında kıyamet kopmuştu evde. Aldılar beni okuldan. Göndermediler bir daha.”
“Sonra babamla kaçtınız. Kaç kez dinledim bu hikâyeyi.”
“Bir kez daha dinle ne olur ki? Bak uykumuz da gelmiyor bir türlü. Hem zaman geçmiş olur.”
******
İsmet, annesinin aramasından hemen sonra apar topar evden çıkmış, fabrikaya bile uğramamıştı. Kızı Gülten’i de yanına alarak onun arabasıyla yola çıkmışlardı.
“Sen onların ilk torunlarısın kızım. Bu yüzden dedenin son anında yanında olmanı istedim. Henüz hiçbir torunları yokken sen vardın. Zaten senin dışında her hangi bir torunlarını da doğru dürüst göremediler bile. Bu yüzden senin ayrı bir yerin var dedenin ve ninenin yanında. Ve sanırım tek sevdikleri torunları da sensin.” Dedi arabayı kullanmakta olan kızına.
Gülten, dikkatini yola vermiş, iki saati aşkın zamandır durmadan sürüyordu arabayı.
“Baba, sırf seni üzmemek, kırmamak için gidiyorum oraya. Tamam, dedem hasta belki de ciddi olarak hastadır ki öyle olmasa babaannem arayıp da seni çağırmazdı. Ama ben şimdi orada ne yapacağım? Kaç gün kalacağımız belli değil. Kimseyi tanımam etmem. Ne bir tanıdık var ne arkadaşım. Hele bir de amcalarım falan varsa, ne konuşacağım ki onlarla. Onlar beni tanımıyor ben onları. Belki çocuklarını da getirmişlerdir. Çocukları var değil mi baba amcalarımın?”
“Aman kızım şu şerefsizlerden söz etme bana ya. Bilmek de duymak da istemiyorum. Biz şimdi İzmir’e deden için gidiyoruz ama en çok da amcan olacak o saygısızlarla karşılaşıp yüzlerini görünce sinir olacağım aklıma geldikçe ruhum sıkılıyor.”
“Benim düğünüme de davetiye gönderdiğim halde gelmemişlerdi.”
“Gelirler mi kızım? Bırak düğüne gelmeyi, onlar şimdi senin boşanmış olduğunu, bir çocuğunla bizimle kaldığını duysalar içten içe sevinirler.”
“Bu kadar nefret edecek haldeler öyle mi?”
“Boş ver, sözlerini etmeye bile değmez dedim ya. Birisi yurtdışına gidip, yalan düzmece evraklarla oraya sığınıp asalak gibi devletin sırtından geçindi. Zaten bırak beni, anne babasını bile ziyaret etme, arayıp sorma gibi bir derdi yokken, yurtdışında sığınmacı olması da bahanesinin tuzu biberi oldu. Otuz yıl olacak nerdeyse. Ne gelir ne gider ne de arayıp sorar. Şimdi gelmişse eğer, göreceksin tiyatrocu yeteneği ile zeytinyağı gibi üste çıkacaktır. Herkes haksız o haklı olacaktır. Diğeri de zaten çokbilmiş. Küçükten bu yana böyleydi zaten. O zamanlar, gel seni askeri liseye yazdıralım demiştim de, üstelik torpil yapacak birini de bulmuş ayarlamıştım, ben senin gibi apolet hayranı, kölesi olmam, demişti. Devletin emrine girip halkıma zulmetmem, diye de beylik laflar etmişti. Sonra gidip memur oldu, ömrünce sürünüp duruyor işte. Konuşmaya gelince de, kimseye laf düşürmez. Filozof sanki mübarek. Onun dışında kimse ne felsefeden anlar, ne politikadan ne de sanattan.”
“Küçük amcam mı sana o lakabı takmıştı?”
“Katmerli Tiran’ı mı? Evet evet. O çokbilmişti bana bunu yakıştıran. Neymiş efendim, önce subay olarak sonra da işveren olarak insanlara Tiranlık yapmışım. Ulan benim sayemde kaç kişi ekmek yiyor, kaç kişi adam oldu, kaç kişi ev bark sahibi oldu, sen bunu biliyor musun? Senin kime zerre kadar faydan oldu?”
“Boş ver babacığım. Bunlar yüzünden üzme kendini. İyi ki de ilişkileriniz yok. Asalak gibi üşüşürlerdi başına. Ama biliyor musun, tanımasam da hiç görmemiş olsam da, halama acıyorum. Kadın olduğu için yani. Keşke onu ret etmeseydiniz kardeşlikten. Keşke sahip çıksaydınız kız kardeşinize.”
“Ne sahip çıkacağım kızım? Dinleseydi zamanında bizi. Ben onu o zamanlar bir teğmen arkadaşımla evlendirecektim. Ama o beni dinlemedi gidip hiç tanımadığımız bilmediğimiz Çankırılı çocukla evlendi. Ne hali varsa görsün.”
“Öyle de, babacığım. Dedim ya, ne de olsa kadın. Tek kız kardeşiniz. Bak ben boşandıktan sonra çıkıp size geri geldim. Yani en azından kapısını çalabileceğim bir yerim vardı. Ya halam böyle zorluklar çektiyse? Onun gideceği yeri olmadığı için belki de yıllarca katlanmıştır her türlü eziyete.”
“Geri dönecek yüz bıraksaydı o zaman. Bırak beni, babam annem bile artık onu görmek istemediler.”
“Baba ben yoruldum. Biraz da sen kullan arabayı. Ben bacaklarımı dinlendireceğim.”
“Tamam. Her hangi bir yerde durursun birer çay içer, bir şeyler yeriz. Aç karnına gitmeyelim gideceğimiz yere.”
Önlerine çıkan ilk dinlenme tesislerine girip arabadan indiler.
******
Hakan, defalarca tatile geldiği ülkesinde yıllar sonra ilk kez babasının evine de gidecekti. Gerçi zorunlu bir gitmekti bu ama annesinin ısrarlı ve endişeli telefonundan sonra diğer kardeşleri gider de kendisi bulunmazsa olmazdı. Çalışmıyordu zaten. Gün boyu işyerinde keyif çatıyor, kimi zaman nehir kıyısında yürüyüşe çoğunlukla da birahanelerde geçiriyordu zamanını.
Ayrı yaşadığı karısıyla birlikte gidiyordu. Kendilerine kalsa birbirlerinin yüzünü bile görmek istemezlerdi ama anne babasının komşularınca ayıplanmasını, dahası karısından ayrı yaşadıklarını bilinmesini istemezdi.
“Aslında benim gelmemem lazım ama öyle bir punduna getirdin ki yine beni” dedi karısı Münire.
“Ben çok heveslisiydim sanki seninle üç saat boyunca şu daracık uçak koltuklarında yan yana oturmanın. Babam ölümcül hasta, bir de bizim ayrı yaşadığımıza duyup üzülmesin diye düşündüğüm için seni aldım yanıma. Hem daha ne istiyorsun, bedavadan Türkiye’ye gidip geleceksin. Tatil gibi bir şey senin için.”
“Bravo sana. Senin bu vurdumduymaz hallerine hayranım. Dünya yansa içinde bir tutam otum yok diyorsun. Baban ölümcül hasta, sen ince hesaplar peşindesin. Duysalar ne olur yani? Senin benden çocuklarından ayrı, bir Alman karısıyla yaşadığını, ondan da bir çocuk peydahladığını bilseler ne olur?”
“Terbiyesizleşme. Ne demek peydahlamak? O çocuğun annesi de babası da belli.”
“Bizimkilerin belli değil miydi? Neden bırakıp uçkurunun peşinden gittin?”
“Çizmeyi aşıyorsun ama.”
“Bırak Allah aşkına. Çizmeyi zamanında kim aştı belli. Benim salak kafam. Moralimin bozulacağını bile bile seninle yola düştüm. Hem sen benim annem ölürken yanımda oldun mu? Bir kez olsun onu arayıp sordun mu?”
“Sen benimkileri çok sordun sanki.”
“Onlar beni arayıp sordu mu ki?” Bir kez olsun gelinim nasılsın, torunlarımız nasıllar dediler mi? Allah bilir kaç çocuğumuzun olduğunu bile bilmiyorlar. İlkay, henüz küçücük bir çocukken kalbinden ameliyat oldu. Onur, tam dört yıl hapiste yattı. Bir kez olsun arayıp sordular mı? Sözüm ona amcaları vardı. Halası vardı. Onlar bari arayıp da sordu mu? Öldünüz mü kaldınız mı diye?”
“Aman ne güzel haltlar etmiş, esrar satarken yakalanmış hapse düşmüş torunumuz, yeğenimiz mi deselerdi? Hem benim şahsen onlardan böyle bir beklentim de yok. Uzak kalsınlar benden yeter. Birisi kendisini alemin kralı, en zengini sanıyor. Aman gelip bir çayımı içerler de masrafa sokarlar beni diye korkuyor, diğeri de ukalanın teki zaten. Çokbilmiş. İçimizden bir tek o üniversitede okudu diye kendini bir bok sanıyor. Ne oldu yani? Üniversite okudu da ne oldu? Sürünüp duruyor işte. Açlıktan nefesi kokuyor. Çocukları da kendisi de perişan bir haldeler. Çokbilmişliği kurtarsın onu işte. Yelda’nın da adını bile anmak istemiyorum. Gebersin bana ne. Evlenirken o Allahın Çankırılısıyla bana mı sordu?”
“Olsun. Yine de seni değilse bile çocukları sorsalardı. Hiç birinin yüzünü görmek istemiyorum. Hem görsem de tanımam ki zaten.”
“Al benden de o kadar. Sanki ben mi onların yüzlerini görmek istiyorum?”
“Neyse, şimdi ölümcül hasta ziyaretine gidiyoruz, yeri değil ama seni bir daha ne zaman göreceğim ki? Hazır görmüşken diyorum ki, şu Onur’a biraz destek çıksan da o da kendi işini kursa. Belki değişir.”
“Değişir mi? O pis işlere bulaşmış biri bir daha kolay kolay bırakmaz o işleri.”
“Babalık yapsaydın da oğluna sahip çıksaydın. O da bu tür pis işlere bulaşmasaydı.”
“Adam olmayacağını bildiğim birine çok bile yaptım. Daha ne yapayım. Evlendirdim, düğününü yaptım, ev de aldım kendisine. Ne oldu? Değişti mi? Aynı serseriliğe devam ediyor. Bundan sonra onun için kılımı bile kıpırdatmam. Çok acıyorsan anne olarak sen yardım edersin. Tabi seni bir kez daha boğmaya kalkışmazsa.”
“Ya tamam, tamam! Seninle başa çıkılmaz. Her zamanki hinliğinle zeytinyağı gibi üste çıkmasını biliyorsun. Bütün suç benim evet. İlkay’ın evden ayrılıp tek başına yaşamasının, Onur’un hapse düşmesinin, Simge’nin bir Yugoslavla evlenmesinin suçu da benim.”
Uçak İzmir Havaalanına doğru inişe geçmeye başlayınca kemerlerini bağlayıp sustular ikisi de.
********
İki saat sonra Eskişehir’e vardı tren. Hikmet, trenden iner inmez danışmaya varıp İzmir treninin hareket saatini sordu. Biletini alıp özenle cüzdanına yerleştirirken, bir kez daha cüzdanındaki parayı saydı parmaklarıyla karıştırarak. İzmir treninin kalkmasına henüz üç saat vardı. Bu durumda sabah henüz gün ışımadan İzmir’de olacaktı. “Olsun”, dedi, içinden. “Bir süre İzmir Garında oyalanır daha sonra giderim”. Gar girişindeki büfelere, önünde fiyat tabelası olan çay satılan yerlere bakındı. Çayın ucuz olduğu bir yerde oturup bir de tost söyledi kendine. Epeyce zaman geçirdi iki bardak çayla. Sonra gidip bulmacası bol bir günlük gazete alıp gardaki banklardan birine oturup bulmaca çözmeye başladı. Trenin hareket saati geldiğinde hem bulmacaları doldurup bitirmişti hem de gazeteyi tümden okumuştu. Zaten gece olmuş, artık okumakta da zorlanır olmuştu. Trendeki yerini alınca, cüzdanındaki biletini çıkarıp gömleğinin cebine koydu. Kondüktör geldiğinde aramasına gerek kalmayacaktı. Orta boy el çantasından yanına aldığı bir kitabı çıkarıp okumaya başlamadan önce, kaç sayfa okumak zorunda olacağına baktı. Epeyce kalınca bir kitaptı. İzmir’e kadar canı sıkılmadan okuyabilirdi. Daha önce belki de henüz lise yıllarında okumuştu bu kitabı. Çok etkilenmişti. Şimdi yeniden okuyup belki de o günleri yeniden hatırlamanın hazzını yaşayacaktı. “Yüzyıllık Yalnızlık”tı kitabın adı.
Çok geçmeden kondüktör gelip biletlere baktı. Karşısında oturan Egeli orta yaş çifte kısa bir selam verdi kafasıyla sonra yeniden kitaba daldı. Sayfalar ilerledikçe kendisini okumakta olduğu romanın kahramanı yaşlı Albaya benzetmeye başladı. Hep yalnız, hep ölümü düşünerek yaşamını geçiren Albay’a. Hemen her bölümün sonunda ara verip derin düşüncelere dalıp gidiyordu.
Kendisinin yalnızlığını düşündü. Yalnız bırakıldığını. Üniversitede bile babasının zorlanarak kendisine üç ayda bir gönderdiği birkaç kuruş dışında, iki abisinden de bir yardım alamamıştı. Yine de hem okula gitmiş hem de çeşitli işlerde çalışıp kendi harçlığını çıkarırken yalnızdı.
Sonra okulu bitirirken, bir bankada memur olarak işe başlarken, kendisi gibi bankacı olan eşiyle tanışıp evlenirken, üç çocuğunun da ard arda doğmaları ve en küçük çocuğu henüz iki yaşındayken eşi bir trafik kazasında ölürken de yalnızdı.
Annesiz kalan küçük çocuklarıyla yaşadığı yıllarda da yalnızdı. Kimse arayıp da sormamıştı halini.
Arabasıyla kaza yapıp aylarca kırık bacağıyla evde yatmak zorunda kaldığı zamanlarda da yalnızdı.
Çocuklarının okul masraflarını karşılamakta zorlanınca, arabasını ve bir kooperatiften aldığı dairesini satmak zorunda kaldığında da yalnızdı.
Refah içerisinde yaşayan, işleri kazançları iyi olan iki abisinden öte en çok da babasına, annesine içerlemişti. Az da olsa ne durumda yaşadığını bildikleri halde ne annesi ne de babası otoritesini kullanıp diğer çocuklarına kardeşinize sahip çıkın, yardımcı olun, dememişti. Demedikleri gibi, imkânsızlıktan yanlarına gelemediğini bildikleri halde, şikâyet edip duruyorlardı ve bu yüzden de arayıp sormuyorlardı. Onların bu tutumları yüzünden soğumuştu anne babasından. Nerdeyse silmişti onları defterinden. Ağabeylerini çoktan silmişti bile. Hem onlar da kendisini silmiş olmalılardı ki, neredeyse yirmi beş otuz yıl olacaktı bir tek gün arayıp sormamışlardı bile.
Kitabın kapağına takılı kaldı gözleri. Yüzyıllık Yalnızlık… Yaşını düşündü. “Kırk Dokuz yıllık yalnızlık” dedi, içinden.
********
Önce İsmet ve kızı vardılar eve. Henüz gün doğmamıştı. Onlar henüz kahvaltıdan kalkmışlardı ki, Yelda ve oğlu Ümit de geldiler. Yarım saat sonra Hakan ve karısı Münire, havaalanından kiraladıkları bir arabayla evin önüne yanaştılar. Çok geçmeden de elinde küçük valizi ile yürümekten epeyce yorulmuş Hikmet geldi.
Sanki birbirlerine yabancı gibilerdi. Yıllar içinde epeyce değişmişlerdi. Kız kardeşleri Yelda özellikle Hikmet’i tanıyamadı. Görünüşte en büyük abisi İsmet’ten bile yaşlıca görünüyordu. İsmet abisi de babasına çokça benzediği için onu hemen tanıdı, bildi. Hakansa sanki bir tatile gelmiş gibi, tıraşını olmuş, kokular sürünmüş, elinde piposuyla balkon keyfi yapıyordu. Karısı Münire de balkonun bir köşesinde sigara içiyordu. İsmet’in kızı Gülten bir odada tek başına geldiğinden beri telefonla konuşuyordu birileriyle. Yelda’nın oğlu Ümit ise annesinden bir milim ayrılmadan hep yanında duruyordu.
Babalarının yatağı televizyonun olduğu büyük salona yapılmıştı. Annesi ne yapacağını nasıl davranacağını bilemez halde, sevinsin mi kızsın mı bilemeden mutfakta kendisine yapacak işler çıkarıyordu.
Gündüz vakti epeyce komşuları girip çıkmıştı eve. Onların sayesinde vakit bir şekilde geçmişti. Akşama doğru kendileriyle baş başa kaldıklarında kimsenin ağzını bıçak açmıyordu adeta.
“Anneniz sizi arayıp babanız ağır hasta acele gelin, dediyse de gördüğünüz gibi çok da kötü durumda değilim. Ama yarına ne olacağımız bilinmez. Eksik gelmiş olsanız da en azından çocuklarımın dördünü de aynı anda burada görmek mutlu etti beni”, dedi babası uzandığı yerden. “Her birinize ayrı ayrı gönül koymuş olsam da, ben de anneniz de son zamanlarda hep şu birlikteliğin hayalini kurduk. Çok eskiden, henüz sizler çocukken, gençken yaşamıştık bu birliktelik anlarını. Fakat yaşlılık mı, hastalık mı bunun nedeni bilemem, ille de hepinizi yeniden en azından ben ölmeden önce son bir kez beraber bir arada görmek istedim. Affedilecek gibi değil sizlerin her birinizin hatası ve ilgisizliği. Ama dedim ya, yarına ne olacağımız belli değil. Giderayak üzgün, kırgın, küs olmak istemiyorum. Gelmeyebilirdiniz de. Ama demek ki hepinizin gelmesi için ölüm döşeğinde olmak gerekiyormuş.”
“Elbette geleceğiz baba” dedi İsmet. “Bu bizim evlatlık görevimiz. İlle de hastalık zamanında değil, evlat olarak arada sırada da olsa bayramlarda da olsa arayıp sormalıyız, gidip gelmeliyiz.” Dedi. Gelmiyorsak bile hiç olmasa arda telefonla armalı insan”, dedi diğer kardeşlerine kinayeli laf sokuşturur gibi.
“Kolay değil baba, dünyanın öbür ucu. Ha deyince kalkıp gelinmiyor ki. İşi ayarlamak, izin gününü ayarlamak, uçak biletini ayarlamak gerek. Hem zaten nefes alacak zamanımız bile kalmıyor işten güçten”, dedi Hakan da. “Burada, Türkiye’de olsa insan, ne olacak izin soran mı var, gümrük mü var, her an her zaman da gelip gidebilir”, diyerek o da kendince diğer kardeşlerine lafı sokuşturdu.
“Babacığım, Türkiye’de herkesin parası, arabası, zamanı aynı anda olmuyor, biliyorsun”, dedi Hikmet. Olanlar da zaten bu tür şeylerle ilgilenmiyorlar. Onlar da tıpkı Almanya’dakiler gibi paraya tapar olmuşlar. Anne, baba, kardeş sıralamaya bile girmez. Param, malım, mülküm olunca, onlar gibi olacaksam olmasın param daha iyi baba. Ben kendi adıma hayatta kalma mücadelesi vermekteyim. Keşke olanaklarım olsa da her ay gelip gidebilsem” dedi.
“Keşke hiç olmasa artık bizi affettiğini söyleseydin de, kabullendiğini söyleseydin de ben de kocamla çıkıp gelebilseydim buraya baba. Ama neredeyse bizler bile torun sahibi olacağız hiç kimse bizi kabullenmedi. Ama kocam yine de bir an bile tereddüt etmeden, senin hastalık haberini duyunca beni ve oğlumu gönderdi.” Dedi Yelda.
O ana kadar tekli koltuğunda sessizce oturan annelerine döndü babası.
“Sen ne diyorsun bu duyduklarına Hanım, bir yorumun yok mu? Senin diyeceğin bir şeyin yok mu? Bak ben bugün varım ama yarın olmayabilirim. Bu yüzden diyeceklerim olsa ne olur olmasa ne. Sen kalacaksın tek başına. Senin çocuklarına diyeceğin bir şeylerin olmalı” dedi.
“Ne diyeceğim ki”, dedi karısı. Çocuklarına tek tek bakarak; “Herkes günah çıkarma yarışında. Sanki ben onları buraya günah çıkarmaya davet ettim. Onların söylediklerine bakılırsa hepsi kendince haklı. Bu durumda bütün suç bizim galiba… Aman! Her neyse işte. Geldiler ya. Allah hepsinden tek tek razı olsun. Demek hâlâ kalplerinin bir köşesinde minnacık bir merhamet, saygı duygusu varmış. Allah hepsinin işini gücünü rast getirsin. Sağlıkları yerinde olsun da, tek gelmesinler. Ama her zaman da bir telefonlarını beklediğimi bilsinler.”
Saatlerce hiçbirinden bir tek ses çıkmadı. Herkes içinden konuşuyordu. Herkes karşısındakiyle içten içe hesaplaşıyordu. Birbirleriyle göz göze gelmekten kaçınıyorlardı. Annelerinin kurduğu yemek sofrasında bile bir tek kelime etmeden, birbirlerinin yüzüne bakmadan yemeklerini yiyip kalktılar.
Gecenin bir vaktiydi. Geç olmuştu artık. İsmet’in kızı Gülten ve Yelda’nın oğlu Ümit de olmak üzere hiç kimse uyumamıştı henüz. Uzandığı yatağından doğrulup oturmaya çalışan babalarının arkasına yastıklar koyup oturttular.
“Çocuklar” dedi babası. “Biliyorum şimdi kimileriniz babamızı gördük, artık gitsek de işimize baksak diye düşünüyorsunuz. Gitmenize bir şey demem. Ama hem yol yorgunusunuz hem yola çıkmak için artık geç oldu hem de hepinizin bu gecelik burada kalmanızı ikimiz de çok istiyoruz. Anneniz herkesin yatacağı yeri hazırlamıştır kesinlikle. Bu gece burada kalın. Yarın ölür gidersem hiç olmasa bu son gecemizi hep birlikte geçirmiş oluruz” dedi. Sonra da karısını yanına çağırıp: “Hanım şu bizim külüstür fotoğraf makinesini al da şöyle yanıma gel, çocuklar da gelsin hep birlikte bir fotoğraf çektirelim. Hepimiz yeniden aynı fotoğrafta olalım. Çocuklardan biri çeksin fotoğrafımızı. Torunlarımızla da ayrıca çekiliriz” dedi.
Dört kardeş, anne babasıyla yatağın ucuna kıyısına ilişip birlikte fotoğraf makinesine poz verdiler. Böyle birlikte çektirdikleri fotoğrafı en son belki de kırk beş yıl önce çektirmişlerdi.
İsmet, Hakan, Hikmet ve Yelda’nın oğlu bir odada, hakanın karısı Münire ve İsmet’in kızı Gülten de bir odada uyumaya gittiler.
Herkes uyuduktan sonra kocası karısından küçük not defterini ve bir kalem istedi.
“Hayrola? Ne yapacaksın bu saatte not defterini? Yazacağın bir şey varsa yarın yazarsın. Şimdi geç oldu. Sen de epeyce yoruldun. Uyu dinlen de yarına inşallah ayağa kalkar çocuklarla belki dışarı çıkarsın” dedi.
Kocası ısrarla isteğini yineledi.
Not defterini ve kalemi alıp oturduğu yatağın üzerinde düşüne düşüne bir şeyler yazmaya başladı. Karısı ısrarla ne yazdığını sorup bakmak istediyse de söylemedi. Yaklaşık yarım saat sonra yazma işini bitirince not defterinden yazdığı sayfaları tek tek koparıp özenle katladı. Dört ayrı sayfa yazmış katlamıştı. Katladıktan sonra da her birinin üzerine çocuklarının isimlerinin baş harflerini yazdı. Sadece Hakan ve Hikmet isimleri karışmasın diye Hakan’ın ismini tam yazdı. Sonra da elinde tuttuğu kâğıtları karısına doğru göstererek:
“Hanım, şimdi senden önemli bir ricam var. Burada dört ayrı pusula var. Çocuklardan her birine bir şeyler yazdım. Senden ricam bu pusulaları gittikleri zaman gizlice ceplerine veya çantalarına koy. Ama sakın şimdiden gidip koyma. Dediğimi yap. Yola düşüp gidecekleri zaman koyarsın ceplerine veya çantalarına. Üzerine isimlerinin baş harflerini yazdım. Kime yazılmışsa onun cebine koy. Sakın karıştırma. Bu benim senden önemli bir ricamdır, anlaştık mı?” dedi.
Karısı.
“Tamam, yaparım da. Ama nerden çıktı bu şimdi? Hem ne yazdın ki sen o kâğıtlara?”
“Zamanı gelince sen de öğrenirsin ne yazdığımı. Dediğim gibi gidecekleri zaman koyarsın ceplerine, tamam mı?”
“Tamam” dedi karısı. Kocasından aldığı dört ayrı katlanmış kâğıdı yatağın altında bir yere sıkıştırdı.
Çok geçmeden ikisi de lambaları söndürüp uykuya daldılar.
Ne kadar zaman geçti bilemiyordu karısı. Bir ara, derin uykudayken kocasının eliyle kendisine dokunduğunu hatta koluyla çarptığını hissetti. Uyandı birden. Gece lambasını yaktı. Kocası nefes almakta zorlanıyordu. Bir bardak su getirmesini işaret edebildi. Karısı aceleyle koridorun lambasını yakıp mutfağa geçti. Eli ayağı birbirine dolanmıştı. Şaşkınlıktan her zamanki lambanın anahtarını bulup da açamadı. Karanlıkta mutfağın içerisinde bir o yana bir bu yana çarpıp durdu. El yordamıyla musluktan bardağa doldurduğu suyu alıp yeniden yatak odasına yöneldi. İçeriye girdiğinde kocası hareketsiz bir şekilde ağzı açık yatıyordu. Gözleri açık tavana bakıyordu. Yatağın ucuna ilişip kocasını dürttü. Hiçbir tepki alamayınca elindeki su bardağını yana fırlattı su ile birlikte. İki eliyle sarsmaya başladı kocasını. Arif, Arif diye bağırdı. Ölmüştü kocası. Feryadına yan odalardaki çocukları uyanıp yatak odasına doluştular.
Cenaze ve defin işleriyle akşamı ettiler o gün. Ertesi gün hemen herkes geri dönmeyi düşünürken programlarını değiştirmek zorunda kaldılar. Annesinin uyarılarıyla en azından babalarının ölümünden sonra bir yedi gün daha beklemeli ve hayır yemeğini vermelerinin doğru olacağını söyledi. İsmet’in kızı Gülten yedi gün daha beklemek istemedi. Hakan’ın eşi Münire de. İkisi de ertesi gün geri gittiler. Hikmet ise çalıştığı bankanın müdürünü arayıp babasının vefat ettiğini ve bu durumda yıllık izninden on gün kullanmak istediğini söyledi. Diğerlerinin böyle bir sorunu yoktu zaten.
Birkaç gündür anneleriyle birlikte aynı evde bir arada kalmak zorunda kalan kardeşler isteseler de istemeseler de arada bir iki cümle de olsa karşılıklı konuşmak zorunda kalıyorlardı. Birbirlerini suçlayacak ya da karşılıklı atışma gibi bir ortamda olmadıkları için herkes tüm olumsuzlukları erteleyip bir kenara atmış, hatta akşamları aynı sofraya oturup birlikte yemek yiyorlardı. Yıllardır yaşamını paylaştığı eşini kaybetmiş olmanın acısını yaşayan anneleri yine de bu birlikteliğe seviniyordu. Yıllar sonra tüm çocuklarıyla aynı çatı altındaydı.
Bir ara yaşadığı bu ortamdan etkilenip:
“Babanızın ölümü bile böyle hayırlı bir işe neden oldu çocuklar. Bakın onun ölümü sayesinde hepiniz yeniden bir araya geldiniz. Bir daha kim bilir ne zaman…. Artık benim ölümümde belki de…” dedi.
Babalarının ölümünden yedi gün sonra hayır yemeği için yapılan masrafları İsmet ve Hakan tek başlarına vermek istiyordu. İkisi de sanki bu tavırlarıyla en iyi evlat benim ya da en çok para bende var yarışına girmişti. Kız kardeşleri Yelda da kendince katkıda bulunmak istedi. Hikmet ise sessiz kaldı bu durum karşısında. Ne yanında o kadar parası vardı ne de durumu buna izin veriyordu. Aldığı maaşla kıt kanat geçinen biriydi.
Hikmet’in bu durumuna ses çıkarmasalar da diğer kardeşleri küçümser gibi ezer gibi baktılar ona.
İsmet annesini birlikte alıp Bursa’ya götürmek istiyordu. “Bundan sonra artık yalnız, tek başına yaşayamazsın anne” dedi.
Annesi.
“Yaşarım, hiç kimse merak etmesin. Elim kolum tuttuğu sürece kimseye yük olmak istemem. İlle bana bir iyilik yapacaksanız, düştüğüm zaman, ihtiyacım olduğu zaman bana bir bakıcı tutarsınız olur biter. Bu yaştan sonra ne babanızla yıllarca yaşadığım bu evi bırakırım, ne de kimseye yük olmak isterim. Mecbur kalırsam çok şükür emekliliğim var gider bir huzurevine yerleşirim. Hem kaç yıl daha yaşarım ki bundan sonra?”
Ertesi gün hepsi yola çıkıyordu. Annesi tek tek herkesle fırsat buldukça yalnız yakalayıp kardeşlerin ilişkileriyle ilgili, birkaç şey söylemeye, onları birbirleriyle barış içerisinde olmaları yolunda ikna etmeye çalışıyordu.
O gün herkesin gideceğini bildiği için, kocasının ölmeden önce kendisine yazıp verdiği notları herkesin cebine veya çantalarına yerleştirdi gizlice. Kocasının kendisine verdiği, hatta rica ettiği son görevi de kusursuz yerine getirmiş olmanın rahatlığı içindeydi.
İSMETTEN HAKAN’A
Hakan, Sanırım en büyük ağabeyiniz olarak babamın ölümünden sonra biz kardeşleri bir araya getirme görevi bana düşüyor. Yaklaşık üç gündür neyi nasıl yapacağımı düşünüyorum.
İstiyorum ki, geçmiş geride kalsın ve biz artık geçmişi sorgulamayalım. Bu birkaç günlük beraberliğimiz bana çok şeyler öğretti. Ne yazık ki kardeş olmanın güzelliğinin farkına varamamışız. Hiç birimiz masum değiliz bu konuda. Ama dediğim gibi bunu sorgulamak yerine, hiçbir şey olmamış gibi, yeniden çocukluk günlerimizdeki gibi babamız yoksa da artık annemizin etrafında bir araya gelmemizi öneriyorum. Bu anlamıyla sana bu notu yazarken ve sen benim gittiğimi sanıyorken gitmeyeceğimi ve burada annemin yanında senin gelmeni beklediğimi ve seninle eski günlerdeki gibi sıkıca kucaklaşmak istediğimi bilmeni istiyorum.
Lütfen bu notu okuduğunda, henüz yoldaysan eğer, hemen dön. Seni bekliyor olacağım. Sevgiyle öpüyorum gözlerinden. İsmet Ağabeyin.
HAKANDAN HİKMETE
Hikmet kardeşim,
Seninle aramızda çok fazla bir yaş farkı yok. Bu yüzden itiraf etmeliyim ki küçüklüğümden beri hep seni kıskanmışımdır. Ailenin en küçüğü olduğun için hep senin sevildiğini, el üstünde tutulduğuna inanır kıskanırdım. Hatta içimizden sadece senin üniversiteye gitmeni bile kıskanmıştım. Hiç unutmam, en son sen lisedeyken bir yaz tatilinde seninle tavla oynamış ve ben kazanmıştım. Seni tavlada olsun bari yenmiş olmam beni çok mutlu etmişti.
Aradan geçen zaman her birimizi bir yana savurdu. Şimdi ben kendi işinin sahibi olan, hiçbir maddi sıkıntısı olmayan, kendi başına buyruk dilediği gibi yaşayıp hayatın tadını çıkaran biriyim.
Babamın ölümünden dolayı yıllar sonra birlikte geçirdiğimiz birkaç gün beni farklı düşünmeye itti. Kendi çocuklarımın kardeşlik bağlarına bakınca kendi çocukluğumuzu anımsadım ve her şeye rağmen, tüm yoksulluğumuza rağmen kardeşliğimizin çok güzel duygularla bezenmiş bir bağ olduğunun farkına vardım. Senin yaşam mücadelende epeyce zorluklar çektiğini bir şekilde duymuştum da pek aldırmamıştım. Arayıp sormamıştım seni. Şimdiyse bu birkaç günlük birliktelik sırasında kendimden utandım. Sana içerisinde bulunduğun ekonomik zorluklardan dolayı acıdığımı falan sakın sanma. Acımış olsaydım şimdiye kadar acırdım. Değil kardeşim değil, sana bu notu yazmamın tek nedeni, kaçamak da olsa gözlerine baktığımda, ses tonunu duyduğumda, yürüyüşüne baktığımda, babama anneme sarılış şekline baktığımda bizim kardeş olduğumuzu bir kez daha anladım. Biz kardeştik ve kardeşliğimizi unutmuştuk yıllardır. Sonra yaşadıklarımdan utandım. Ezildim kardeşlik duyguları karşısında. Ve bu notu sana yazmaya karar verdim.
Sevgili Hikmet, bu notu okuduğunda sen beni yola düşmüş gidiyor olarak bilsen de hayır, ben gitmiyorum ve annemin yanında kalıp seni bekliyor olacağım. Bu notu okuduğunda, henüz yerine varmadıysan, nerede olursan ol hemen annemizin yanına geri dönmeni istiyorum. Seni kardeşçe kucaklamak için burada annemin kanatları altında bekliyor olacağım. Zararın neresinden dönersek kârdır. Belki bunun kârı bize değil ama çocuklarımıza, bizden sonraki nesillerimize yansıyacaktır. En azından bunu başarmış olacağız. Gözlerinden öpüyor ve bekliyorum. Ağabeyin Hakan.
HİKMETTEN YELDAYA
Sevgili Yelda,
Seninle aramızda sadece 1 yıl yaş farkı var. Bu yüzden küçükken sana sen istediğin halde ısrarla abla demiyor adınla çağırıyordum. Şimdi babamın ölümünden dolayı birlikte geçirdiğimiz bu birkaç gün içerisinde öyle şeyler oldu ki kalbimin ve beynimin içerisinde, her şeye başka bir gözle, bambaşka bir yürekle bakmak durumunda kaldım. Ve bu yüzdendir ki sana adınla değil, bu kez abla diye sesleniyorum.
Ablacığım, geçmişi sorgulamak gibi bir hataya düşmeyeceğim bu kez. Artık bundan sonra böyle bir hataya düşeceğimi de sanmıyorum. Her ne olduysa oldu. Kim haklı kim haksız bunları bırakalım bir yana. Unutalım gitsin.
Orda, annemin babamın yanında üç erkek kardeşin arasında öylesine masum, öylesine temiz, öylesine saf bir duruşun vardı ki, sana ablam diye sarılmadığım, koklaya koklaya öpmediğim için çok pişmanım. Bir araya gelmemizin nedeni babamın ölümü de olsa, seni ve diğer kardeşlerimi görmüş olmaktan çok mutlu oldum. Senin de benim gibi yaşlanmış olduğunu, boyunu aşmış çocuklara sahip olduğunu görünce boşa geçmiş, birbirimizden kopuk yaşadığımız günlere lanet okudum.
Sevgili ablam, ne yaparsak yapalım, nasıl düşünürsek düşünelim, bir gerçek var ki onu hiç birimiz değiştiremez, inkâr edemeyiz. Bizler kardeşiz. Tıpkı o çocukluğumuz zamanındaki gibi kardeşiz. Ve biz bunun değerini bilmediğimiz için, her birimiz kendi hatasının kurbanı olduğu için, birbirimizden kopup kendi bencil dünyalarımıza saklandığımız için, o yakışıklı delikanlı oğlun Ümit, bana bu on gün içerisinde bir kez olsun dayı diye seslenmedi. Ümit haklı. Biz dayı olmayı beceremedik ki!
Dedim ya birlikte geçirdiğimiz bu birkaç gün bendeki bütün duygularımı alt üst etti.
Bu notumu henüz yerine varmamışken okursan şayet, lütfen ablacığım hemen geri dön. Seni annemin yanında bekliyor olacağım. Sana ablam diye, Ümit’e yeğenim diye sarılmak, geçmişteki aptalca hatalarımızın üzerine bir sünger çekmek istiyorum.
Senin bana kardeşim, Ümit’in de dayım diye sarılmasını görmek, bu mutluluğu yaşamak için bir yere gitmiyorum ve annemin yanında sizi bekliyor olacağım.
Yanaklarından ve ellerinden öpüyorum ablacığım. Kardeşin Hikmet.
YELDADAN İSMETE
Değerli İsmet ağabeyim,
Babamızı kaybettiğimiz şu günlerde en yaşlı kardeşimiz olarak sana olan ihtiyacımızı belirtmek ve sizlere olan hasretimi dile getirmek ve de daha önemlisi seninle bir kez daha ama farklı duygularla karşı karşıya gelebilmek için bu notumu sana yazıyorum.
Nedeni üzücü bir olay da olsa, siz kardeşlerimle yeniden bir araya gelmiş olmak beni içten içe sevindirmiş olsa da, inanıyorum ki her birimiz duygularımıza gem vurup bu sevincimizi dışa vuramadık. En küçük kardeşiniz olmasam da tek kız kardeşinizdim ben sizin. Azıcık nazım olsaydı yanınızda diye düşünüyorum. Ayrıca, varsa hatam kabul ediyorum ama biricik kız kardeşiniz olarak o kadar hatamın olmasına da göz yummalıydınız diyorum.
İsmet ağabey, yıllar sonra birbirimizi görmüşken, yan yana gelmişken böyle suskun, böyle küskün ayrılmayı içime sindiremiyorum. Bak, en küçüğümüz Hikmet bile başında saç kalmamış. Artık bizler de yaşlandık. Torun sahibi olanlarımız var. Nereye kadar bu anlamsız ve sebepsiz küslük? Görmedik mi şu birkaç gün içinde kardeş olduğumuzu? Babamız, annemiz ve biz dört kardeş vardık orada. Kardeş olmasaydık yıllar sonra aynı çatı altında bir araya gelebilir miydik?
Kısaca sevgili İsmet ağabeyim, şimdi babamız yok artık ve ben şunun da farkına vardım ki, içimizden en çok sen babamıza benziyorsun. Sanki onun ikizi gibisin. Hem bu benzerlik yüzünden, hem en büyüğümüz olmandan dolayı, değneği eline alıp, tüm anlamsız geçmişe bir sünger çekip bizleri yeniden bir araya getirmeni istiyorum. Bunu söylerken ve tüm kalbimle isterken hiç kimseden maddi hiçbir beklentimin olmadığına da inanmanı isterim. Bütün mesele bu birkaç gün içerisinde yaşadığım ve hissettiğim güzel duygulardır. Yani boş yere ertelediğimiz, elimizin tersiyle ötelediğimiz kardeşlik ve sevgi duygularıdır.
Ne olur sevgili ağabeyciğim, bu notu okuduğunda henüz yoldaysan, henüz yerine varmış değilsen, nerede olursan ol hemen geri dön. Ben sana sarılmak, ellerinden öpüp koklamak, sana tüm yüreğimle ağabeyciğim demek için hiçbir yere gitmiyor burada annemin yanında seni bekliyor olacağım. Umarım beni, biricik kız kardeşini kırmaz gelirsin ve babamın yokluğunu aratmadan kollarınla sararsın beni. Ayrıca sana dayıcığım demeyi bekleyen bir de oğlum var yanımda biliyorsun. Ümit yeğenin de seni bekliyor olacak.
Ellerinden öpüyorum İsmet ağabeyim. Kız kardeşin Yelda.
******
O günün gecesinde, daha on gün önce ölen babanın acısı unutulmuş evde bir bayram havası esiyordu adeta. Kardeşlerin tıpkı eski çocukluk günlerindeki gibi yan yana, sarmaş dolaş olduğunu gören annelerinin mutluluğuna diyecek yoktu. Kalkıp yatak odasına gitti. Geçen gün kocasıyla birlikte çocuklarıyla çektirdiği son fotoğrafı göstermek için komodinin çekmecesine sakladığı fotoğraf makinesini almak istedi. Günler sonra ilk kez yatak odasına giriyordu. Çekmeceyi açınca içerisinde açık şekilde duran ve kocasının kendi el yazsıyla kocaman harflerle yazdığı notla karşılaştı.
“Çocuklarımızın hepsi geri geldi mi Hanım?” diye yazıyordu.
YORUMLAR
Hüseyin Bey, Öncelikle hikayenin kurgusu, kişilerin yaşam şekillerindeki duygusallıklar ev içinde bulundukları durumun aktarılışı çok güzedi. Ancak durumu çokta kötü olmayan bir baba son arzusu çocuklarının bir araya gelmesiymiş gibi o gece ölüyor.Oysa Baba çocuklarından bir kaç gün br zaman isteyip, onlarla zaman geçirmeli onların tutumlarını gözlemlemeli ve öylece mektup yazmalıydı. Kızının oğlu ümitin dayı demeyeceğini fazr edmesi kolaydı belki ama onların orada 7 gün kalma ihtimali az olanda vardı. Mesela Hakan Hayatta orada 7 gün kalacak bir karekter değildi o ayrıldığı kadınla birlikte.
İsmet Kardeşlerin en büyüğü ama kız kardeşi en yaşlımız sensin diye hitap ediyor. kadınlar böyle hitap etmezler, Çünkü kendi yaşlılığınıda kabul etmiş olurlar. kadınlar yaşlılığı fazla kabullenmezler:)))) en Büyüğümüz olarak deseydi daha şık olmaz mıydı ?.
Sizi, bu öykünüzdeki başarılı ve çok gerçekci kurgunuz, kardeşlerin kişisel özelliklerindeki ve duygusallıklarındaki karekter yansımasını aktarışınız nedeniyle yürekten kutladım..
Kaleminiz daim olsun
Selamlar değerli Kaleme.