- 654 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Olimpos Günlükleri Kayıp Taç Bölüm 9
BÖLÜM 9: ÖLÜMÜN HABERCİSİ
Yaklaşık sekiz saat süren bir pegasus yolculuğu ve bir minator ile savaştıktan sonra Miray’ın da biraz uykuya ihtiyacı vardı. Ama ne yazık ki gördüğü rüya onu hiç rahat bırakmadı.
Miray, rüyasında bir dağ gördü. Hangi dağ olduğunu o bile çıkaramamıştı ama dağ çok güzel görünüyordu ve çok rahatlatıcıydı. Etrafında sayamadığı kadar çiçek vardı ve çok güzel kokuyordu. Yalnız tüm bunlara rağmen Miray, normal bir rüya görmediği için bunun bir kâbus olduğundan endişeliydi.
Bir ses duydu. Miray, çiçek bahçelerinin arasından bir kadın sesi duydu. Etrafına baktığında ise hiç kimse göremedi. Aslında bunun kâhinin sesi olduğunu düşünmüştü ama kâhinin sesinin duymuştu. Bu o değildi.
“Yardım et” diyordu ses “Bize yardım et”
“Nasıl?” diye sordu Miray. Ses o kadar içten ve masumdu ki Miray onun kim olduğunu önemsemeden onu kurtarmak istiyordu.
“Yardım et” demeye devam ediyordu ses. Miray düşünüyordu ama bir türlü cevap bulamıyordu. Görmediğini birine nasıl yardım edecekti.
“Neredesin sen ve kimsin?” dedi. Bunu söylerken hala sağa sola bakıyor ve etrafının değişip değişmediğinin kontrol ediyordu. Onun rüyalarında bu çok olurdu.
“Bana yardım et” dedi ses tekrar ama başka bir şey söylemiyordu. Miray, gerçekten de sinirlenmişti. Aslında yardım etmeyi çok istiyordu ama ne kim olduğunu biliyordu ne de nerede olduğunu.
“Athena” dedi ses “Onu bulmanız gerek. Benden önce onu bulmalısınız. O adada.”
“Hangi adada” dedi Miray “ ve “o kim?”
“O çok yaşlandı. Çok becerikli. Onu bulun. Sonra da benim yanıma geleceksiniz. Bu görev için önemli. Zamanınız kısıtlı. Hızlı olun. Boşa harcanacak vakit yok. Gök uyanıyor.”
Bunları söyledikten sonra rüyadan uyandı. “Dur!” diye bağırarak uyandı. Öyle bir bağırmıştı ki Sümeyye’yi bırak yan çadırdaki Osman ve Ahmet bile uyanmıştı ki koşarak yanlarına geldiler.
“Ne oldu?” dedi Ahmet “ Kâbus mu gördün?”
“Aslında emin değilim iki kişiyi bulmamız gerekiyormuş. Biri yaşlı ve becerikli bir adada kalıyor. Diğeri ise tutsak bir kadın herhalde beni kurtarın dedi bana” Miray bunları söylerken hala başını tutuyordu. Rüya onların gördükleri rüyalara göre çok kötü sayılmazdı. Hatta en iyisiydi. Ama Miray bile bu kadar etkilendiyse bu normal bir rüya olamazdı.
“Tamam. Gree’lerle konuştuktan sonra o iki kişiyi bulacağız” Ahmet, bunları söylerken düşünceliydi. Nasıl bir tehlikeye atıldıklarını bilmiyordu. Kimseyi söylemiyordu ama gree’lerden de korkuyordu. O yaşlı cadılar söyledikleri hakkında bir şeyler duymuştu ve hiçbiri iyi değildi.
Sabah olduğunda kahvaltılarının yaptılar. Ellerindeki malzemelerle gayet iyiydi bu kahvaltı. Kahvaltıyı yaptıktan sonra hepsi pegasuslara atlayıp yola çıkmak için hazırlandılar. Havaya çıktıklarında gayet mutluydular ama Kronos onlar için hazırladığı sürprizden haberleri yoktu tabii.
Birkaç saat havada yok aldıktan sonra nerede olduklarını anlamak için biraz duraksadılar. Miray böyle şeyleri kafadan hesaplayabilirdi ve “Çok yakınız. Kuzeye doğru devam edersek oraya birkaç saate varırız” dedi. Onlar da kuzeye doğru devam ettiler.
Belli bir süre sonra Osman’ın canı öyle sıkılmıştı ki matarasındaki suyla oynuyor ve Medcezir ile gülüşüyorlardı.
Aniden duydukları bir çığlık sesi ile ürperdiler. Sümeyye’nin yanında bir şey geçti. Ama o kadar hızlı geçmişti ki kimse onun ne olduğunu bile göremedi. Ahmet, Osman ve Miray hemen Olimposlu formlarına dönüştüler, Sümeyye de hemen hançerini çekti.
Hepsi pür dikkat etraflarına bakarken aynı yaratık Osman’ın yanından da geçti. Osman bu sefer hazırlıklıydı ama onu yakalamadı.
Etraflarına bakarken bir ses “Buradayız kahramanlar” dedi. Önlerine baktıklarında Ahmet hayatındaki en çirkin yaratığı gördüğünü düşündü. Evet, yaratıklar çirkin olurdu ama bunlar aşırı çirkindi.
Aslında üç tane yaratık vardı. Hepsi de üçüz gibi birbirlerine benziyorlardı. Hepsi de; bir insan boyutunda, vücutlarının hepsi kahverengimsi bir renkte ve çok çirkin suratları vardı. El ve ayak tırnakları aynı bir kedinin pençeleri gibi sivriydi. Kollarının altından da kalçalarına kadar sarkan iki büyük kanat vardı. Konuşmasından onun bir kadın olduğunu da anlamışlardı.
“Furialar” dedi Miray “Şu aptal furialar” Evet, Miray yine haklıydı. Bunlar yeraltının bekçileri furialardı. Korkunç çirkin görünümlerinin yanında bir de yeraltının bekçileri olmaları onları iyice sevimsiz yapmıştı. Hoş bu furialar çikolata dağıtan kadınlar olsaydı da Ahmet buları pek sevmezdi.
“Aptallar” dedi ortadaki furia. Bu onların başları gibi gözüküyordu. “Efendimiz durduramayacaksınız.”
“Evet” dedi sağında duran furia. Aslında ağızları oynamasa kimin konuştuklarını anlamak çok zordu. Çünkü sesleri bile birbirine çok benziyordu.
“Çekilin” dedi Ahmet “Sizler yeraltının bekçilerisiniz. Bizler de Hades’in dostuyuz. Bizi rahat bırakın da geçelim”
“Hades” dedi soldaki furia “O çok zayıfladı biz artık Titan Kronos’a hizmet ederiz. O aptal Olimposlulara değil.”
“Yolunuzdan çekilmeyiz. Çünkü görevimiz sizleri öldürmek” dedi ortadaki furia ve en az yüzü kadar çirkin dişlerini de Sümeyye’ye doğru gösterip “Kâhin, Titanların Efendisi’nin işine çok yararsın. Senin bu aptallarla ölmene gerek yok. Sen özel bir kâhinsiniz.”
“O zaman savaş başlasın” dedi Osman ve yabasını solda duran furiaya doğru attı. Furia, ne olduğunu şaşırmıştı ama son anda aşağı doğru pike yaparak kurtuldu. Osman da sanki Medcezir ile anlaşmış gibi aşağıya doğru uçarak yabasını tekrar eline aldı ve furia ile savaşmaya başladı.
Sağdaki furia da Miray’a doğru saldırdı. Miray, mızrağını furia doğru tuttu ve bir süvari gibi hareket etmeye başladı. Ama ne yazık ki furiaların uçuş teknikleri çok yüksekti ve mükemmel bir manevra ile mızraktan kurtuldu. Furilar çok çirkin olsalar da havada harikalar, haklarını yememek lazım şimdi.
Ortadaki furia da Ahmet’e doğru uçtu ama Ahmet’in üzerinden geçerek Sümeyye’ye gitti. Demek ki asıl hedefleri kâhindi. Sümeyye’nin özel olduğu söylemişlerdi demek ki Olimposlulardan daha değerliydi.
Ahmet, o çirkin şeye karşı Sümeyye’yi yalnız bırakamadı. O yüzden hemen yardıma koştu. Kılıcıyla furia saldırdı ama furia ayaklarındaki pençe gibi tırnakları ile Ahmet’e karşı savunmaya çekti. Bu furia çok güçlüydü. Ayaklarıyla Ahmet’e karşı savaşırken bir yandan da elleriyle Sümeyye’yi yakalamaya çalışıyordu. Sümeyye de hançeri ile karşılık veriyordu tabii.
Osman, furia ile savaşırken bir anda Medcezir de ona yardım etmeye çalıştı. Furianın hamlelerine karşı sahibini manevraları ve toynakları ile koruyordu. Furia bilinçsizce saldırıyordu. Osman da furianın zayıf bir anını bekliyor gibi sadece savunma yapıyordu. Aslında Osman saldırgandı. Yabasını ustalıkla kullanır ve düşmanını alt ederdi. Bir pagasusun üzerinde olsa bile havada olmak onu geriyor olmalıydı ki sadece savunma yapıyordu. Ya da sadece düşmekten korkuyordu…
Osman en sonunda furianın zayıf anını bulmuş olmalı ki yabası ile saldırıya geçti. Medcezir ile birlikte havada döndüler ve yabasını furianın karnına sapladı. Birkaç saniye sonra furianın vücudu toza dönüşüp yere düştü.
Miray furiayla savaşırken çok daha hırçın ve savaşçı görünüyordu. Ne de olsa nesiller boyunca tüm Athenalar savaş stratejileri konusunda çok yetenekli olmuşlardı. Birinci nesildeki büyük savaşta Zeus tüm planları Athena’ya yaptırmıştı.
Miray, furianın tüm hareketlerinden ustaca kurtuluyordu. Miray mızrağını furia doğru salladığında furianın karnına geldi ve karnında kesti. Furiadan kan yerine sadece toz aktı ama furia ölmedi. Miray’dan kaçmaya başladı. Miray da mızrağını fırlatarak tam furianın boğazından geçirdi. Furia açılar içinde toza dönüşüp yok oldu. Miray da aynı Osman’ın yaptığı gibi pegasusu Metis’i aşağıya doğru sürerek mızrağını aldı.
Diğer iki furia yok olmuştu ama hala üçüncü furia hayattaydı ve Ahmet ile savaşıyordu ama aslında sadece Sümeyye’yi istiyordu. Savaşırken, “Aptallaşma kâhin” diyordu o çirkin sesiyle “bize katıl ve hayatını yaşa”.
Sümeyye, furiaya öyle sert baktı ki bir an Ahmet bile Sümeyye’den korktu. Sanki dün gece minatordan korkan kız gitmiş yerine ise başka biri gelmiş. Bir furia savaşabilecek kadar gözü kara olan biri. Hem de kâhinlik dışında başka gücü yokken.
Furia, ani bir hamle ile Ahmet’in koluna bir pençe attı. Sonra da tam kalbinin üzerine bir pençe daha. Ahmet, dengesini kaybetti ve Şimşek’ten düştü.
Tam 15000 metre. Ahmet’in düştüğü yer yaklaşık olarak 15000 metreydi. Aşağı doğru o kadar hızlı düşüyordu ki hiç kimse onu yakalayamazdı. Yakalaması için saatte en 180 km üstünde bir hızla aşağı inmesi gerekiyordu. Ama galiba aralarında bu kadar hızlı bir şey yoktu. Furia, pis pis sırıtırken “Gördün mü kâhin?” dedi “Olimposluların hepsinin sonu bu olacak”. Sümeyye, çok sinirlendi. Elindeki hançeri aniden furiaya doğru fırlattı. Hançer, o kadar hızlı gitti ki furiayı delip toza çevirdikten sonra Medcezir’e kadar gitti ve Medcezir onu ağzıyla tuttu.
Üçüncü furia da ölmüştü ama Ahmet hala düşüyordu. Şimşek, aniden parladı ve aşağı doğru uçmaya o kadar hızlı uçuyordu ki herhalde bir hızölçer olsaydı bir yerlerde onun hızını ölçemez ve patlardı.
Şimşek’ten sonra diğer pegasuslar da aşağıya doğru inmeye başladılar. Onlar da hızlıydı ama Şimşek kadar değil.
Ahmet’in aşağıya düşmesine yaklaşık olarak 200 metre kalmıştı. Hani derler ya insan ölümle burun burunayken hayatı gözünün önünden geçer. İşte Ahmet o an onu yaşıyordu. İlk yürüdüğü anı gördü. Bir veya iki yaşında olmalıydı. Birinci sınıfa gittiğini gördü. Yavaş yavaş büyümeye başladığını zamanın gerçekten de hızlı geçtiğini anladı.
Liseyi ilk başladığı günü, kartalı ve Zeus’a dönüştüğü ilk anı gördü.
Sevdiklerini; annesini, babasını, kardeşini, akrabalarını, arkadaşlarını gördü. “Vay be” dedi içinden “ölüme gitmek böyle bir şey mi yani? Bedava hayat sineması gibi”
Ahmet, kendinin zemine çakılacağını sandığında-yaklaşık olarak 25 metre kaldığında- beyaz bir ışık gibi bir şeyin onu yakaladığını gördü. Daha dikkatli baktığında onun pegasusu Şimşek olduğunu gördü. Şimşek, onu güvenli bir şekilde yere indirdi.
Arkadaşları da geldiğinde Ahmet hala yaralı bir şekilde yerde yatıyordu. Yararlı o kadar derindi ki tedavi edilse bile en az birkaç gün geçmeyeceğe benziyordu.
“Arkadaşlar” dedi Ahmet “Galiba, ben devam edemeyeceğim. Yaralarım çok ağır ve yürüyemiyorum bile. Şimşek de benim için kendini çok zorladı. Uçamayacak kadar yorgun”
“Hayır” dedi Osman “Sensin bir yere gitmeyeceğiz”
“Osman haklı“ dedi Sümeyye “Hem sen lidersin. Yani Zeus liderdi değil mi? Miray, bir şeyler yapabilir belki” Sümeyye, bunu dedikten sonra Miray’a baktı.
“Evet, Bir şey yapabilirim. Çok şanslıyız ki göreve çıkmadan önce yanıma biraz melioremque aqua almıştı.” Miray kahverengi ve üzerinde kitap okuyan gözlüklü bir baykuş resmi olan çantasından bir şişe çıkardı. Şişenin dizilerde kullanılan iksir şişelerine beziyordu.
“Melio ne?” dedi Osman
“Melioremque aqua” dedi Miray “İyileştirme suyu. Canavarlardan alınan yaraların daha çabuk iyileşmesini sağlar. Ama ciddi bir yaran yokken tüketmemen gerekir o zaman sana zarar verebilir.”
“Bunu ne yapıcam peki?” Ahmet, bir anda yarası yüzünden acı ile irkildi.
“Küçük bir yudum içsen yeterli” Miray şişenin kapağını açıp, şişeyi Ahmet’e doğru uzattı. Ahmet, şişeyi aldı ve içinden biraz içti. Melioremque aquanın tadı biraz garipti doğrusu. Bir kokteyl gibiydi ama olmayacak şeylerde karıştırılmış. Mesela Ahmet’e göre içinde; hindistan cevizi, limon, avokado ve brokoli vardı. Çok acayipti işte.
Ahmet içtikten sonra şişeyi Miray’a doğru uzattı. Miray da şişeyi alıp çantasına koydu.
Ahmet, şu an bile kendini biraz daha iyi hissediyordu. Miray, “Biraz dinlenmem gerek. Sonra eskisi gibi olacaksın” dedi. Onlarda biraz dinlenmeye karar verdiler. Zaten Şimşek de çok yorulmuştu.
Pegasusları besledikten sonra kendileri de bir şeyler atıştırdılar. Yemekleri az kalmıştı. Hatta neredeyse bitmişti. O yüzden az sonra yola çıkıp gree’lerle konuşmaları ve hemen Olimpos’a geri dönmeleri lazımdı. Aksi takdirde aç kalacaklardı. Aslında yanında paraları vardı ama yine de görevi çabuk bitirmek istiyorlardı.
Yaklaşık bir saat sonra melioremque aquanın sayesinde Ahmet tamamen toparlanmıştı. Arkadaşlarının yanına gidip “Hadi” dedi “Pegasuslarınıza atlayın gidiyoruz” Hepsi bu fikri sevmişti. Pegasuslarına atlayıp yola koyuldular. Neyse ki furialardan sonra önlerine kötü bir sürpriz çıkmamıştı.
Saklıkent’e geldiklerinde her şey gayet sakindi. Hem de olmaması gereken kadar sakindi. Etrafta turistler geziyor, fotoğraflar çekiyorlardı. Burada yaratık olduğuna dair tek bir iz bile yoktu.
Çok dikkat çekmemek için pegasusları dışarıda bırakmışlardı. Kendileri de oraya turist gibi girdiler. Aslında kıyafetleri çok kötüydü ama zaten onları tanıyan kimse yoktu orada.
Yaratık haritasına göre gree’ler kanyonun sonundaydılar. Yani, dörtlünün şu dere gibi yeden yürüyüp kanyonun sonuna gitmesi gerekiyordu. Bunda aslında pek bir tehlike yoktu. Yani su hiç derin değildi. Ama Ahmet için çok büyük tehlikeydi. Su üzerindeyken kendini çok zayıf korumasız hissediyordu. Bu da onun sinirini bozuyordu.
Başka çareleri olmadığı için Ahmet de bunu kabul etti ve yürümeye başladılar. Tahminen 10-15 dakika sonra kanyonun sonuna ulaştılar. Ama maalesef istedikleri manzara değildi bu. Her yerde turistler vardı ve hiçbir insan burada gree’lerin yaşadığını söyleyemezdi. Yoksa Osman yanlış mı hatırlamıştı?
Her tarafa baktıkları halde gree’lerin yaşadığı yeri bulamadılar. Sonra Ahmet eline bir taşa vurup “Bunca yolu bir hiç için mi geldik?” dedi. Çok sinirlenmişti. Ama aslında haklıydı. Bir minatorla savaşmış, furialarla boğuşmuş ve 15000 metreden aşağı düşüp ölme tehlikesi yaşamıştı. Tüm bunlar bir hiç için olamazdı.
Sümeyye, sanki bir anda sanki nereye gittiğini biliyormuş gibi yürümeye başladı. Arkadaşları arkasından “Nereye gidiyorsun?” diye bağırmalarına karşı hiç cevap vermiyor ve sadece yürüyordu.
Birkaç dakika daha yürüdükten sonra Sümeyye mağaraya benzer bir yerde durdu. Çok basık bir yerdi, çok derin gibi gözükmüyordu ama çok karanlıktı. İnsan gece yalnızken buraya gelmek istemezdi.
Sümeyye başını tutarak “Burası neresi?” diye sordu. Arkadaşları ilk başlarda pek bir şey anlamadılar ama daha sonra bunun onun kâhinlik özelliği ile ilgili olduğunu anladılar.
“Geldik” dedi Ahmet sevinçle “ Gree’ler burada olmalı” Arkadaşları ona şaşırmış bir şekilde bakarken Ahmet, “Burası bir geçit” dedi “Aynı yıkık evin merdivenlerinin Olimpos’un geçidi olması gibi”
“Evet” dedi Miray “Ahmet haklı. Gree’ler burada. Aferin Sümeyye”
Sümeyye ne olduğunu anlamamış gibiydi ama tebrik edilmek güzeldi en azından
Hep birlikte geçitten geçtiklerinde, gerçekten de kendilerinin farklı bir yerde buldular.
Orası neresiydi bilmiyorlardı ama burada yaşamak istemedikleri belliydi. Çok kötü kokuyordu ve çok kasvetliydi. Bir sürü uçurum vardı ve uçurumların sonunda da lavlardan oluşmuş akarsular. Zaten burayı aydınlatan tek şeyde onların ateşiydi.
Orada biraz yürüdükten sonra, sanki çok fazla dondurma yemiş de hasta olmuş gibi çıkan bir ses “Geldiler” dedi. Sesin geldiği yöne baktıklarında ise üç tane yaşlı kadın gördüler.
Kadınların; tenleri yeşildi, beyazlamış saçlarının da neredeyse hepsi dökülmüştü. Gözlerinin olması gereken yerde de iki büyük boşluk vardı. Sadece ortada duranın elinde bir göz vardı. Hepsi de üstelerine siyah bir cüppe giymişti. Ahmet bunları gördüğünde, furialara haksızlık yaptığını düşündü.
Ahmet ileri doğru konuşmak için gittiğinde, Miray onu kolundan tutup “Lütfen, sadece bilmen gerekeni sor. Bilmecede öyle diyor” dedi. Haklıydı da. Bu cadılar her şeyi bilirdi ve senin hakkında kötü olan şeyleri sana söylerlerdi. Ahmet, “tamam” manasında kafasını sallayıp ileri doğru yürüdü.
“Ben…” dedi. Lafının bitirmesine izin vermeden ortadaki cadı
“Biliyorum” dedi “Sen Zeus’un”
“Zeus’un sen” diye devam etti soldaki cadı “ve buraya kayıp taç için geldin”
“Kayıp taç” dedi sağdaki cadı “onun nerede olduğunu merak ediyorsun”
Evet, bu çok sinir bozucuydu. O sinir bozucu sesleriyle birbirlerinin son kelimelerini tekrar ediyorlar ve Ahmet’i de deli ediyorlardı. Elinde gözü tutan cadı Sümeyye’yi görünce “Kâhin” dedi.
“Haberci” diye araya girdi sağdaki cadı “o kabiledeki son kâhin”
“Lanet” dedi ve elerine gözlerinin olması gereken yere koydu “O ölümün habercisi”
“Susun” diye araya girdi Osman “Bize sadece kayıp tacın yerin söyleyin”
“Poseidon” dedi sağdaki cadı “Denizin Efendisi”
“Deniz” diye devam etti soldaki “Denizler sana ihanet edecek”
“Bunları sormadık” dedi Ahmet “Taç nerede?”
“Sabırsızsın Zeus” ortadaki cadı Ahmet’e doğru yaklaştı “Gözlerindeki nefreti görebiliyorum”
“O nefret seni yok edebilir” Ahmet cadıya çok sinirli bir şekilde baktı.
“Tamam” dedi cadı “ Taç, gökteki sarayda”
“Saray” diye devam etti soldaki cadı “Atlas’ın sarayında”
“Atlas” dedi sağdaki “göğü tutan titan”
Ahmet, bunu duyduğuna sevinse mi yoksa üzülse mi bilemedi. Tacı bulmuşlardı ama bir titanın sarayındaydı. Demek ki bu yüzdem 50 nesil boyunca Hera hiç seçilmemişti.
Hep birlikte arkalarını dönüş giderken sağdaki cadı “Poseidon” dedi “sana geleceğin hakkında bir şey söylememizi ister misin?” Osman’ın içinden bir an “evet” demek geldi. Geleceğini merak ediyordu.
“Asla” diye bağırdı Miray “Sadece bilmen gerekeni kadar sor yazıyordu. Gerisi önemli değil tacın yerini bulduk.”
“Athena” dedi soldaki “Metis’in kızlarından biri” Sağdaki cadı havayı koklarmış gibi bir hareket yaptı ve “Onun soyundan geliyor” dedi “Metis’in soyundan”
Osman tam “hayır” diyecekken bir anda merakına yenik düştü ve “Evet, merak ediyorum” dedi. Ortadaki cadı memnun olmuş bir şekilde “Denizlerde tutsak olacaksın” dedi.
“Denizlerde mi?” dedi Osman “Kim yapabilir ki bunu?”
“O yapacak” dedi soldaki “Boynuzlu titan”
“Titan” diye devam etti sağdaki “Denizler Titanı, Okeanos”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.