- 1714 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
AYNUR ENGİNDENİZ’İN YAZISININ ANATOMİSİ
“Babam Gitti, Aç Gözlerini Anne” Makalesinin Ardından
Bakmakla görmek arasındaki fark, sanatçı ile diğerleri arasındaki özellikleri ortaya koymakta sanırım. Yazar, fotoğrafçıdan da farklıdır, sadece tespit yapmakla kalmaz detayları da irdeler. Hatta sebep ve sonuçlarını didikler. Max Weber’in sosyolojik tespitlerinin bir kritiğidir adeta bu irdelemeler.
Hatta yazarın kendine özgü bir de psikolojik yordamaları vardır. İç dünyamız, eylemlerimize neden olan duygu ve düşünce yapımız, jest ve mimiklerimiz, vb. Yazar için bulunmaz malzemedir. Belki de yazarı kendisi yapan yönü budur. Hatta Freud’un “Buzdağı Analojsi” dediği bilinç altının kişiliğimizi oluşturmadaki rolünü irdeler. Bazen eserlerin büyük bir kısmı yorumlarla, betimleme, tahlil, analiz ve sentezlerle oluşturulur bu yüzden.
Neticede iyi bir yazar; sosyoloji, ekonomi, psikoloji, antropoloji, mimarlık, mühendislik, sosyal psikoloji, son yıllarda moda olan tabiriyle “toplum mühendisliği” vb.konularında bilgili olmak durumundadır.
Bunları şunun için yazdım. Aynur ENGİNDENİZ’ in olayları tespit ve tahlillerinde, bütün bu argümanları o kadar yerli yerinde ve ustalıkla kullanmış ki. Eğer böyle olmasaydı ortada sadece; simitçi, pastane, bank, çöp kutusu ve lüks binalar kalırdı.
Oysa üç beş basit sözcükten; özgün ve nadide bir eser ortaya konmuş ki yazarlık da burada başlamakta zaten.
Şimdilerde simitçilerin bilmem kaç yıllık emek ve göz yaşından ortaya çıkan ve yazarın dizelerinde;
“Kentin en meşhur pastanesinin yanında kurmuştu tezgahını. Rüzgara karşı ıslık çalmak misali…Her sabah kederli gözlerle süzerken gelip geçenleri, cılız bir sesle:“ Taze, sıcak simit !” diye bağırırdı. Dizleri delik pantolonu, yakası kim bilir kaç kere devşirilmiş gömleğiyle, hayatımın direnç timsaliydi simitçi. Gün ağarırken ışıklı vitrinlerine meşhur pastanenin, O, ya Bismillah deyip, elli simitlik tezgahını kurardı. Elinde ucuzdan bir gazete, alnında darbelerden hatıra kesikler, avuçları nasırlı, kirpikleri ağlamaya yatkın, garip simitçi.”
Şekliyle ifadesini bulan “ tarihi “simitçi” kelimesini de sermaye çevreleri çaktırmadan çaldılar. Kurdukları devasa binaların adını “simit sarayı” diye tanımladılar. Simitçilerin asırlık göz yaşı emeğini bu şekilde-yine yorulmadan- nalıncı keseri gibi kendilerine yonttular.
Simit yemek bir zamanlar belli bir gelir dağılımının altındaki insanların-belki de mecbur kalarak- tercihi ve karın doyurma argümanı iken, birden bire kılık değiştirerek sosyetenin nostaljisi ve eğlence takıntısı oldu.
Böylelikle:
“Saçsız başını gür bıyıkları örterdi de, yaşlılığını ele verirdi, gözlerine giden çatlak yollar. Güneşin altında kırıştırdığı yüzü, kim bilir kaç kurak yazın haritasıydı. Kim bilir kaç düşmek üzereyken sivri taşlara tutunmanın hatırasıydı avuçlarındaki çatlaklar. “
Tanımındaki bitmez tükenmez çileleri ile “bir kaç simit daha fazla nasıl satarım” ın endişesini yüreğinde hissederek, borçlandığı fırına gün batmadan borcunu ödeyebilme hüznü ile yorgun bedeni bir kat daha bitkin düşen simitçi kayboldu.
Bunun yerine, müşteri endişesini; “daha fazla talebi nasıl karşılayabilirim” şeklinde hisseden, zahmetsiz, meşakkatsiz ve fakat daha fazla kazanan post modern simitçilik sektörü doğdu.
Yazar ne güzel betimlemekte bu duyguyu:
“… Gözleri kuytulardan, aç karınlara bakardı. Zengini zengin eden, fakiri ezgin eden, karnını “hava”* ile doyuranlara…”
Ancak yazar aynı anda endişesini duyduğu bir olguyu, “kentin meşhur pastanesi” gerçeğini de, da bizim simit sarayı tanımlamamızın yerine koymakta. Biraz buruk, biraz hüzünlü. Bir ihmal ve bir görmezliğini de vurgulayarak:
“… Her sabah bakışırdık, günaydınsız, merhabasız. Onu ilk gördüğüm gün de bakmıştı yüzüme bir garip. Arkamda kentin meşhur pastanesi, gözlerimin ta dibinde sokak simitçisi. Aslında içeri girerken görmemiştim onu. Yağmur vardı, acelem de vardı. Yine aceleye getirmiştim bir insan yüreğini daha. Ben de simitçiye sırtını dönenlerden olmuştum. Elimde meşhur pastanenin ışıl ışıl parlayan marka yazılı poşetiyle, simitçinin önünden geçerken, hayatımda ilk kez bacaklarım birbirine dolandı. Yüzüm kızardı. Elimi yaktı kör olası markalı poşet…”
Yazar utanma duygusunun kendisine yüklediği mahcubiyetle bir bakıma “tecâhül -i ârif” sanatı yaparak bilmezden gelmekte. Oysa “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” misali sorumlulara ve topluma da göndermelerde bulunmayı ihmal etmemektedir:
“…Ah be simitçi. Sen de tezgahı yanlış yere açanlardansın. Göğe uzanan binaların arkasında saklı kalan, bahçe içindeki küçücük kulübeleri kim görebilir ki? İnsanlar hep göğe bakar simitçi. Yükseğe bakar. Su içen tavuk misali…Ama şükür için değil. “Daha ver” için…”
Böylelikle, burnu kurduğu binalardan daha yükseklerde olanların gölgesinde kalanların, fark edilemeyeceğini de vurgulamaktadır. Bir de “veren el alan elden hayırlıdır” düsturunu kendi egoları için tersine çevirenlerin doymazlığını, aç gözlülüğünü.
Sonra da global sermaye uzantılarının simgelerini hatırlatmadan geçemez:
“…Hem sen siper etmişsin sırtına küçük bir akasya ağacını. O senden bitap…Eğilmiş de eğilmiş. Senin arkanda Özgürlük Anıtı mı var, senin arkanda Kuveyt’in palmiyeleri mi var?..”
Yine bilmezden gelerek, simitçinin çaresizliğinin girdaplarına tabiri caizse limon sıkar yazar:
“… Neye bu inadın a simitçi? Bak görmedim seni. Bak nasıl da insafsız adımlarla geçiyorum önünden…”
Sonra da yüreğinin labirentlerinden dökülen hüzünle gerçeğe vurgu yapar:
“…Haydi kalk o akasyanın dibinden, meşhur pastanenin, yoksul tezgahını bulamayacağı ücralara sığın. Bana inan, orada “ hava” ile beslenmeyen, gerçek açlar var…”
Karnı doyduğu için, sorunu olmadığı için pazardan haberi olmayan, ekmeğin, yumurtanın fiyatından habersiz; “ ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” komikliğini ve gafletini unutturacak tarzda sorumsuz ülke yöneticilerinin yanında “bu ülkede hala aç insanlar mı var” şaşkınlığı ile komşusunun açlığından bihaber yaşayanlara fiske vurmaktan da geçemez yazar.
İlk siftahını yapan esnafın; “ ikinciyi de komşumdan al, O siftah yapmadı” şükrüyle dükkan açanları bir çırpıda silip süpürerek, devasa “süper marketler” zinciri ile esnaf tabakasını acımasızca yok edenlere de bir çift söz vardır:
“…Oralara göndermeye tenezzül etmez patronlar, papyonlu garsonlarını. Utanırlar, ters düşer satış ilkelerine. Kantini binlerce dolarlara ihale edilmeyen, küçük varoş okullarına git. Simidin nimetten sayıldığı küçük mahalle kahvelerine git. Oralarda sana kimse hor bakmaz. Yağmurda bedava kasketinin altına değil, sıcak çatılar altına sığınırsın. Orada zabıtalar racon kesmez, rızık kesmez…”
Aslında bu tür yapılanmalarda hedef bellidir. Böylelerinin ilkeleri içinde utanma yoktur. Hatta utanma duygusu, böylesi şirketlerin portföylerinde acizlik ve yetersizlik sayılır. Çünkü acıma, merhamet, insaf vb. hasletler sermaye dünyasının lügatinde yer almaz.
Rekabet, acımasızlık, fırsatları paraya endeksleme ve yok etme vaz geçilmez hedeflerdir.
O bakımdan yazarın: “…utanırlar…” söylemi burada adeta iyot gibi açıkta kalmış bana göre. Bu tür sermayeler, hükümetlere bile nüfuz ederek -eğitimin doğrularına rağmen- kantinlerde her türlü zararlı gıdaları da pazarlamaktadırlar. Kazancı okula kalan, öğrencileri, işbaşında alış verişe alıştıran, sağlıklı ve kontrollü tüketim sunan okul kooperatiflerinin kaldırılmasının müsebbibi de bunlardır. Obezite salgınınında.
Bir defasında fırından ekmek alırken, sıradaki, on iki tane bayat ekmek istedi. Fırıncı da “ şu anda bulunmadığını söyledi.” İsteyen dışarı çıktığında safiyane bir tavırla; “neden taze ekmek almıyor” dedim. Fırıncı; “bayat ekmekleri yarı fiyatına veriyoruz. Nüfusu çok geliri yok” dedi. Yıkıldım adeta, saflığıma ve hayatın gerçeklerinden gafil olmama da esef ederek.
Bu toplumun gerçekleri budur, göremesek de. Şimdilerde sofrası bir nebze yemek gören kuşağın da geçmişi aynıdır. O yüzden yazar burada acıtan gerçek saptamayı yapmaktadır:
“…Babamı gördüm çaresizliğinde…”
Sonra da bu ülke için yaşayanlarla, bu ülkeyi sömürmek için yaşayanlara dokunur kalemi ister istemez:
“…Yağmur akasya fidanının çamurlarını yıkayıp, simitçinin garip kirpiklerine akıtıyorken , en meşhur pastanenin ropdöşambırına sarılmış beyefendisi, on ikinci kattaki hiperlüks dairesinin, yerden tavana camlı odasında, purosundan çıkan zehri aleme yayıyordu. Yerdeki insancıklar zehri pay ederken, üç mahalle aşağıdaki gecekonduda, bayat ekmekleri buharda yumuşatıyordu bir kadın…”
Ve ülkenin sırıtan gerçeklerinin örneklemlerinin toplandığı bir yaşam kesiti:
“…Reyonlarında Keban Barajı kuruyan butikler, bir yıl sefa sürmesi için, sadece iki araba satması kafi olan galeriler, ucuz malları beğenilmeyip, alanların da hakir görüldüğü, öte yandan, entel olma adına, masasına bir evin aylık mutluluğu bırakılan, Çinlilerin, Çin lokantası, mankenleri canlı iç çamaşırı mağazası kaldırımlar, vitrinlerde giyinik plastik mankenler, içindeki cızırtıyı sokağa taşıran A La Franga cafe’ler. Penceresinden ciklet sesi dağılan, erkekten bozma kafaların hava attığı “La coiffeur/euse Metin” tabelalı erkek kuaförü…İçine insan serpiştirilmiş iş hanları…"
İşte ülkeden insan manzaraları ve ülkenin paydaşları. Fakat bu seçkin(!) topluluğa yazar simitçiyi yakıştıramamaktadır. Aslına bakarsanız simitçi, yanlışlıkla kaz yavrularının içine karışan “çirkin ördek yavrusu”dur. Gerçeği görmeli ve kendi grubuna dahil olmalıdır bir an evvel. Zaten şair sonraki gözlemleri ile simitçinin gitmesi gereken yere bir daha dönmemek üzere gittiğini ifade etmektedir.
Yazar kendi toplumuna, yaşam biçimine aykırılıkların kıskacında mahzun ve hüzünlüdür:
“…Ne kadar yabancıyım, ne kadar tabloya aykırı. Sessiz sakın, durağan…Oysa, dört nala koşuyor her şey…Oysa zaman, bir yerinde duracak kadar tekin değil…” derken.
Ve her hüzünlenenin, her tehlikeyi görenin çareyi aradığı adresi fısıldar dudakları:
“…Anne…Saçlarımı kesmedim, uzasınlar…Kim bilir, bir gün anne, sarkıtırım kentin saçaklarından, tutunur gelirsin…” feryadı satırlara böyle başını koyar. Belki de anne bağrına ıslak gözlerle saçlarını yayamamanın hüznüdür bu.
Geleceğinin korkulu gözleri yüreğine zehir akıtırken teselliyi yine, “…çaresiz değilsiniz, çare, sizsiniz” vurgusu ile kendi söyler:
“…Çünkü biliyorum, bir gün mutlaka geleceksin ve ömrümüz hep yaz olacak…Bu kentte, armut dikenleri vuruyorlar anne…”
Tebriklerim kaleminiz için.
Sonsuz teşekkürlerimle…
YORUMLAR
Değerli kardeşim.çok fevkalade bir kritik yapmışsınız Aynur Hanımın yazısına .Oda ellerine ve beynine sağlık çok mükemmel bir şekilde yorumlamış çevreyi.Şimdi sadece ....neydi o günler....deyip geçiştiriyoruz.Ama ben o eski komşuluklarımı özlüyorum.kapılarımızın önünde toplanıp ne muhabbetler yapardık.vakit nasıl geçti bilemezdik.okuldayken ,idareci değilken dört gözle beklerdim eve dönmeyi.
yine tekrarlıyorum.Ah neydi o günler!.....selamlarımla.,hoşçakalın.kardeşim.
Entellektüel-41
emek veren nadide kalemleri desteklemek edebiyatçının asli görevi olmalı bence...
hak ettiği kadar desteklenmeli...
sizin azı kriterlerinizi okumuştum bu bağlamda sitedekilerine seslenen...
siz o bakımdan zahmetler ederek uzun uzzun yazmaktasınız...
çok teşekkür ediyorum zaman ayırdığınız için...
saygılarımla...
Değerli hocam, bu denemeyi kesinlikle ben böyle detaylı irdeleyemezdim. Burada sizin bir ikinci göz olarak tahlil kabiliyetiniz var.
Bu denemede diğer çalışmalarımın aksine bariz bir duygu yoğunluğu var. Mesajı kurgunun dokusuna gizlemektense apaçık söylemeyi tercih ettim. Doğru mu yaptım, tartışılır. Ama bazı gerçekler vardır ki; insanların tam gözlerinin içine sokulmalıdır. Yavaş yavaş değerlerimizi yitirdiğimiz bu çağda, simitçi bir misal aslında. Bakkallar gitti, seyarlar gitti, pek çok küçük esnaf artık hiç yok. Dantel perdelerimiz, saksılar dolusu begonyalarımız, Vita kutularında yetişen sardunyalarımız, akşam oturmalarımız, sobamız, velhasıl hikayelerimiz zamana yenik düştü. Ne acı ki, ellili yaş kuşağının anneleri de göçüp gidince, geriye metalik bir hayat kalacak.
Bugün nerede o Ramazanlar sözü klişe kabul ediliyor. Çünkü bilinçli bir kabullenme var zamanın değiştiğine dair. Eskiye dair ne varsa nostaljik diyerek sandıklara doldurmuşuz. Fakat ne garip ki, sıkıştığımız anlarda o çok sevgili teknolojiden kaçıp nostaljinin müşfik bir anne gibi sarmalayan kucağına koşuyoruz.
Yani, harcadık ve harcanacağız.
Ben bu konularda çok doluyum. Üzgünüm, karamsarım. Metali betonu cızırtıyı, ruhsuzluğu çağrıştırdığı için sevemiyorum. Eskiden sokak sokak gezip tek çalarlı tepten son çıkan kasetleri çaldıran seyyar müzikmarketlerin yerini 1000 şarkı araklama kapasiteli cd ler almışsa, ben oturur ağlarım. Bu misalin arkasından gelecekler için ağlarım.
sözü uzatmayayım; öyle güzel ve detaylı bir eleştiri olmuş ki, oturup yeniden yazmak geldi içimden.
Çok teşekkür ediyorum. Bu emeği ve iltifatı edebi yolumun düşlerle dolu çıkınına gizliyorum müsadenizle.
Var olun, sıhhatte olun inşallah.
Saygılar ve selamlar.
Entellektüel-41
Hani derler ya "nasırıma bastınız" diye...
Ben de o haldeyim...
Geçen yıl Ankara'da bir çalıştaya katıldım.Malezya örneği verilerek artık bizim de "değerler eğitimi" ne geçeceğimiz söylendi...Hani, boş laflar...
Bu sene Haziran ayında İstanbul il Milli Eğiitimi adına Pendik'deki tüm öğretmenlere "değerler eğitimi" ni anlattım...
Ne kadar hüzünlü, etkili argüman varsa görsel olarak kullandım...Çok ilgi çekti,sonuç, uçtu gitt...
Demem o ki "kızı kendi haline bırakırsanız..."misali.
Değişen gelişen,hırçınlaşan,tehlike arz eden teknolojiye karşı bir şeyler yapılmalı...
Geçen bir iftarda aynı konulara dokundum farklı açılardan...Geniş aile kurudu...
Dedeler nineler artık yapayanlız...Doğan yeni çocuklar aile şefkatinden uzak "kreşlerde, bakıcıların sabırsız ve merhametsiz bakışlarının altında ruhsuz ve dengesiz biçimde büyümekte...
Komşuluklar, bayramlar, düğünler vb...Bütün bir tarih olan kültürümüzü bulutlara yükledik, gittiler...
Yerine çirkinlikleri, kabalıkları, tuhaflıkları, uymusuzlukları almaya devam etmekteyiz....
Bütün yüreğimle aynı dertlerden muzdarip olduğumu haykırıyorum...
Emeğine ve yüreğine sağlık...
Teşekkür ve saygılarımı gönderiyorum...
Sitemizde yazıları bu denli irdeleyip, işleyen , analiz eden ve mantığın gözlerine bir parça duygu harmanlayarak farklı özgün bir paylaşım sunan sanırım yoktu...
Öncelikle bunun için teşekkür ederim/z...
Sonrasında yazarımızın ayrıntılardaki zenginliği ile açtığı pencerelerin asıl öyküleri doğurduğunu yinelemek istiyorum...
Size de saygım ile...
Entellektüel-41
Olmazsa olmazlarımız vardır hani...
Gıda gibi dostların her olması gereken yerde "geleceğinizi biliyordum" dedirten; kararlılık, istek, yüreklendirme, paylaşma, değer verme, buradayım deme adına sesinizi hep duyar oldum...
Ne kadar güzel...Bir dost kazanmanın yolları diye bir ödev hazırlmaya kalksak; aylarca beyin fırtınası yapardık; "acaba neler yapmalı, nasıl ilkeler belirlemeli, uzmanlar ne demiş" diye...
Oysa spontan olarak bir kaç sade ve masrafsız sözle gönülden gönüle köprüler kuruluyormuş...
Beklentisiz, çıkarsız, koşulsuz...sadece sanat, edebiyat, güzellikler ve insanlık adına...
Sizi tanıdığım için mutluyum...teşekkür ve saygılarımı gönderiyorum değerli insan...
Mehtap ALTAN
Böyle bir ödev hazırlayalım Setfettin Bey ileri de olmaz mı...
Eminim sizin istatistik ve tecrübe renginiz benim duygu ve derinlik rengim birleşir çok güzel bir paylaşım çıkar ortaya...
Düşünelim bunu...
Saygımla...
Okurken insanın bazen gözleri doluyor.Yazıda, şiir dilinin büyüsü vardı baştan sona. Bir simit ile gelen bu kadar detaya şapka çıkarılır doğrusu. Şimdi uyuyorlar ama yarın mutlaka çocuklarıma da okumalıyım bu paylaşımınızı. Makalenin yazarını ve bu yazıyı kaleme alan şahsınızı bütün samimiyetimle kutluyorum...
Entellektüel-41
Hani tiryakiler vardır kendine özgü kriterleri ve damak tadı olan ...
Bir kahvenin mütelası daha kahve gelmeden duyumsadıklarını sıralar...İçerken de fazlası ile hakkını verir...
Ben de güzel ve tadında yazanlarla sobet etmenin hastasıyım işte...
Şiirleriniz nadide ise de...Yorumlarınız gerçekten kıvamında...Çok sarıyor paylaşıldığında...Neden nesir yazmazsınız bilemiyorum değerli kalem...Bence denemelisiniz...
Sayfama bıraktığınız veciz, anlamlı, duygulu ve tadında söylemleriniz için yürekten teşekkür ediyorum...
Yazmayı çok severim...Meslek yüküm azalsa, bir de konuşturan yazılar olmalı...Sizin gibi...
Saygılarımla...