- 653 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Olimpos Günlükleri Kayıp Taç Bölüm 8
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
BÖLÜM 8: YOLCULUK
“Fethiye mi?” dedi Miray “Okul varken oraya gitmeyi nasıl düşünüyorsunuz?”
“Okuldan kaçarız” dedi Osman. Bunu derken de çok sevinçli görünüyordu.
“Kaçmak olmaz” diye çıkıştı Ahmet “Bakın, bugün perşembe. Yarın okuldan çıktıktan sonra yola çıkarız ve pazartesi sabahına kadar burada oluruz”
“Sadece dört gün bize yetmez” dedi Sümeyye
“Hem orada karşılaşacağımız tehlikeleri bilmiyoruz” diyerek Miray Sümeyye’ye hak verdi. İşin kötü tarafı haklı olmalarıydı zaten.
“Bunu başarmanın başka yolu yok. Hızlı seyahat etmenin yolunu bulmalıyız. Bu yüzden hepimiz bugünü kütüphanede geçirip bunu araştıracağız” dedi Ahmet.
Arkadaşları da bunu onaylayınca hep birlikte kütüphaneye geçtiler. Hepsi raflara bakıp, işlerine yarayabilecek kitapları arıyorlardı. Ahmet; üzerinde “15 Günde Dünya Turu” yazan, normal bir okuma kitabı boyutlarında, yeşil kaplı, yaklaşık 150-160 sayfalık ve ön kapağında uçan bir tren resmi olan kitabı aldı. Aslında bunu almasının sebebi hızlı gitmenin yolunu bulmak değildi. Sadece merak ettiği için bu kitabı almıştı. Çünkü kitap ona çocukken okuduğu Jules Verne’in bir kitabını hatırlatıyordu.
Sümeyye de; kalın-yaklaşık 500 sayfa olmalıydı-, siyah bir kabı olan ve üzerinde “Yunalıların Seyahatleri” yazan bir kitabı aldı. Bu kitap aradıkları bilgiyi bulmak için mükemmel bir seçim olabilirdi. Yani Sümeyye’ye göre öyleydi.
Miray ise: Sümeyye’ninkinden daha kalın- bu kitap yaklaşık 2000 sayfa olmalıydı-, mavi kaplı, üzerinde gri gözlü bir baykuşun gözleri olan ve “Athena’nın Antik Bilgiler Ansiklopedisi” yazan bir kitabı aldı. Ahmet, bu kitabı görünce bu kitabın şimdiye kadar gördüğü en kalın kitap olduğunu ve galiba kendilerinden önceki 50 neslin tüm Athenaların katkıda bulunduğunu düşündü.
Osman’ın aldığı kitap da Ahmet’inki gibi işe yaramaz bir hikâye kitabı olmalıydı. Kitap en az Ahmet’inki kadar vardı, açık mavi kabının üzerinde ise “Deniz Yolculukları” yazıyordu. Aslında bu kitap da onların işine çok yarayabilirdi.
Dördü de gece yarısına kadar farklı farklı kitapları incelendiler. Ahmet bir ara “Havadan Kolay Uçuş” adlı bir kitabı aldı. Osman da “Denizin Efendisi” ama bunun sonradan Poseidonları anlatan bir kitap olduğunu anlayınca onu bırakıp “Yeraltından Yolculuk” diye başka bir kitap aldı.
Miray, o 2000 sayfalık dev kitapla o kadar çok uğraştı ki arkadaşları bir an onun delireceğini düşündüler.
Sümeyye ise aldığı kitapları bir bir inceleyip cevap arıyordu ama bir türlü bulamadı. Aslında dördününde araştırmaları sonuçsuz kalmıştı. Birkaç fikir bulmuşlardı ama bunlar en az birine zıt oluyordu. Mesela karadan yolculuk yapamazdılar çünkü karadan onları hızlı götürebilecekleri bir şey yoktu ve zamanları kısıtlı idi. Deniz yolculuğu onlar için iyi olurdu ama oraya denizden gidemezlerdi. Hem Ahmet, Zeus olduğu denizlerde kendini pek rahat hissetmiyordu. Son seçenekleri olarak hava kalmıştı. Ama orada da Osman rahat edemiyordu. Çünkü o da Poseidondu
Dördü de bunları kara kara düşünürken dışarıdan bir kişneme sesi geldi. Kişneme sesi mi? Olimpos’da at filan mı vardı?
Bu sorunun cevabını öğrenmek için dördü birlikte dışarı çıktılar. Dışarıda gördükleri manzara karşısında dördününde ağzı açık kalmıştı. Dışarıda; siyah, çok büyük ve güzel, deniz mavisi gözleri olan ve gövdesinden de kendisi gibi siyah iki kanat çıkan ve üzerinde bir tasma olan bir pegasus duruyordu. Pegasus’un tasmasında ise “Medcezir” yazıyordu. Aslında gecenin karanlığında bu pegasusu görmek çok kolay olmamıştı.
Osman, hemen pegasusun yanına gidip atı sevmeye başladı. Pegasus da sanki sahibi oymuş gibi hiç huysuzluk çıkarmıyordu.
“Çocuklar!” dedi Osman “Galiba nasıl gideceğimizi bulduk”
“Haklısın ama sadece bir tane pegasus var. Biz dört kişiyiz. Pegasus biz taşıyamaz” dedi Miray.
Pegasus, Miray’ın bu sesini duyunca sanki sesini uzaklara duyurmak istermiş gibi kafasını yukarı doğru kaldırıp çok yüksek bir sesle kişnedi. Aradan birkaç dakika sonra üç tane daha pegasus onlarının yanına geldiler.
Pegasuslardan ilki; Medcezir’den biraz daha küçük ve altın renkli gözleri olan, açık kahverengi renkli bir pegasustu. Üzerinde tasma olmaya tek pegasus buydu.
İkincisi ise, Medcezir ile aşağı yukarı aynı büyüklükteydi. Açık gri renkte gözleri vardı ve pegasus da gri renkteydi. Onun tasmasında ise “Metis” yazıyordu. Bu Athena’nın pegasusu olmalıydı. Çünkü Metis birinci nesildeki Athena’nın annesiydi ve Kronos’un tırpanıyla öldürülmüştü. Aslında bu olaydan sonra tüm Athenaların ilahi annesi olarak anılmaya başlamıştı.
Son pegasus ise, sütbeyazdı. Çok güzeldi ve galiba aralarında en büyük olanıydı. Kanatlarını tamamen açtığında yaklaşık bir ve ya bir buçuk metre oluyordu. Zümrüt yeşili gözleri vardı ve size öyle bir bakıyordu ki bir an için onun bir pegasus olduğunu unutuyordunuz. En azından Ahmet unutmuştu. Tasmasında ise “Şimşek” yazıyordu. Zaten karanlıkta etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu.
Hepsi isimlerinden pegasusların kime ait olduklarını buldular. Medcezir, Osman’ın; Metis, Miray’ın; Şimşek de Ahmet’indi. İsmi olmayan pegasus da Sümeyye’ye kalıyordu. Ama o da kendi pegasusuyla hemen kaynaştı. Hatta ona isim bile koydu. İsmi “Liam”dı.
Aslında bu da hava yolculuğu sayılırdı ama birinci nesilden beri atlar Poseidon’un en sevdiği hayvanlardı. Hatta eski hikâyelere göre pegasusular birinci nesilde, Poseidon ve Zeus’un aralarında bağı kopartmamak için büyüyle oluşturulmuş tamamen yeni bir türdü. Bunu onlara Miray bir ara söylemişti,
Pegasuslara bakmaktan aralarında birkaç dakika sessizlik olduktan sonra sessizliği hiç beklemedikleri biri bozdu: Pegasuslardan biri.
“Poseidon” dedi Medcezir “Sen benim efendimsin, biz ilk oluşturulan pegasuslarız”
“Siz konuşabiliyor musun?” Osman bunu sorarken ağzı bir karış açık kalmıştı.
“Tabi konuşabiliyoruz” diye cevap verdi Metis “Yeni nesil hiç kitap okumuyor” Metis konuştuğunda onun sırf onun kadın olduğunu anladılar. Hiç kadın pegasus duymamışlardı.
“Haklısın” dedi. Bu zümrüt yeşili gözleri olan beyaz pegasustu. Yani Şimşek. “Yeni nesil tarihlerini pek bilmiyor” Ahmet, pegasusun yanına gidip “ Sen benim pegasusum musun?” diye sordu. Bunu sorarken sesinde hayır deme ihtimaline karşı bir tedirginlik olduğu hissedilebiliyordu.
“Evet” dedi Şimşek “Ben Zeus’un ilahi pegasusuyum ve 51. nesilde de size hizmet edeceğim” Ahmet, bu cevaba çok sevinmişti. Neden yaptığını bilmiyordu ama gidip Şimşek’e sarıldı. Şimşek de onu karşılık verirmiş gibi kafasını Ahmet’e sürttü.
“İşte bu!” diye bağırdı Osman “Küçüklüğümden beri bir pegasusum olmasını isterdim”
“Sen küçükken pegasus ne biliyor muydun?” Miray bunu söylerken Metis’in yelelerini okşuyordu ve yüzünde hafif bir gülümseme vardı.
“Bir çizgi filmde görmüştüm ve o zamandan beri pegasus istiyorum” dedi Osman. Sinirlendiği belliydi ama Medcezir onu “Boş ver be kanka! İnan bana ben sizden önceki 50 nesilde de buradaydım. Athenaların hepsi böyle” Osman’ın keyfi yerine gelmişti ama bu sefer de Miray’ın sinirleri bozulmuştu.
Onlar konuşurken Sümeyye hala Liam ile oynuyor, onunla vakit geçiriyordu. Sümeyye’nin onu çok sevdiği belli oluyordu. Zaten Liam’ın da onu çok sevdiği düpedüz belliydi.
“Eeee” dedi Ahmet “Siz nerede kalıyordunuz?”
“Ahırlarda” dedi Şimşek “Arka tarafta pegasuslara özel ahırlar var.”
“Peki, başka pegasus var mı?” diye sordu Osman.
“Aslında olması lazımda ama…” Şimşek bunu söyledikten sonra bir an durakladı. Sanki birisi yıllardır dokunulmamış bir yarasının üzerine tuz basmıştı. Şimşek’in etrafına yaydığı ışık biraz azalmıştı. Ahmet, bir an Şimşek’in o yeşil gözlerinde birkaç damla yaş düşeceğini sandı. Sonra da “acaba pegasuslar ağlayabiliyorlar mı?” diye düşündü.
“Ama ne?” dedi Osman. Osman soruyu sormuştu ama Şimşek’in anlatmaya gücü olduğunu hiç düşünmüyordu.
“Aslında” dedi Metis “Her Olimposlu için birer pegasus var ama çoğu önceki nesillerdeki savaşlarda öldü.”
“Öldü mü?” dedi Miray “Yani bizim de sizi kaybetme ihtimalimiz mi var?”
“ Evet, ama biz dördümüz farklıyız. Biz bir şekilde her nesilde kurtulduk. Ama üzülmeyin hala birkaç pegasus ahırlarda var. Hatta küçük yavru pegasuslarımız bile.” Metis bunu söylerken gerçekten de gözünden birkaç damla yaş dökülmüştü. Galiba eski dostları savaşta normal bir biçimde değil Kronos’un o gaddar orduları tarafından işkence edilerek öldürülmüştü. Normalde titanlar yaratıklara çok önem verirlerdi ama pegasuslar Olimposlulara en sadık olan hayvanlardı ve bir Olimposlu’ya asla ihanet etmezlerdi.
Ahırlara gittiklerinde aslında yeteri kadar pegasusun olduğunu gördüler. Aslında yaklaşık 20 ve ya 25 tane pegasus vardı ama buları en az 15 tanesi de bebek ve ya çocuk pegasuslardı.
Ahmet’in gözünü Şimşek kadar beyaz ve büyük olmasa da ona çok benzeyen bir pegasus çekti. Pegasusun bir farkı da dişi olmasıydı tabii. Çok üzgün duruyordu Bu da Ahmet’in onu merak etmesinin nedenlerinden biriydi. Ahmet, Şimşek’e bu pegasusu gösterip “Bu kim ve niye bu kadar üzgün?” diye sordu.
“Prenses” dedi Şimşek “O Kraliçemiz Hera’nın pegasusudur. O da bizimle birlikte çok savaşmak istedi. Ama sizin de bildiğiniz gibi Hera birinci nesil hariç hiçbir nesilde seçilmedi. Hatta 49. ve 50. nesillerde bile. Bu yüzden çok üzgün?” Ahmet’in kafasına bir soru daha takılmıştı: Neden gökyüzünün efsanevi kraliçesi Hera hiç seçilmemişti? Ama nedense bu soruyu sormak hiç istemedi.
“Şimşek” dedi Ahmet “Sen ve arkadaşlarının yarın bizle çok tehlikeli bir göreve çıkacaksınız. Tamam mı?”
“Tamam” dedi Şimşek “Sizinle göreve çıkmaya her zaman hazırım efendim”
Hepsi ahırdan çıkıp Olimpos’a gittiler. O kadar çok yorulmuşlardaki hemen uyumak istiyorlardı. Sümeyye de bir oda bulduktan sonra hepsi odalarına geçip yattılar.
Osman gece çok garip bir rüya gördü.
Rüyasında sanki birileri ona bazı görüntüler izletiyor gibiydi. Görüntüde bir adam elleri ve ayakları zincirlenmiş bir biçimdeydi. Çok fazla işkence görmüş olmalıydı çünkü yüzü tanınamayacak haldeydi.
Adam; uzun boylu, siyah ve uzun saçları olan, yine siyah bir sakalı olan biriydi. Üzerinde eski bir yunan kıyafeti vardı ama o da resmen akan kanı ile yıkanmıştı. Adamında üzerinde Osman’ın sayamayacağı kadar yara izi vardı. Adamında sol kolunda ise bir üçlü yaba dövmesi vardı. Aman Allah’ım! Bu Poseidon’du. Onu kim bu hale getirmiş olabilirdi ki.
Poseidon’un yanına bir adam daha geldi. Aslında buna adam demek pek uygun olmazdı. Çünkü altı bir yılanı andırıyordu. Uzun boyluydu ve gür, beyaz sakalları vardı. Beyaz saçlarının arasından ise iki tane büyük boynuz çıkıyordu. Osman bunun kim olduğu hakkında pek bir şey bilmiyordu.
Poseidon, başına zar zor havaya kaldırıp “Ne oldu bana, neredeyim ben?” diyebildi. Bunu derken sesi tam çıkmıyordu. Yani Osman onun sesini duymuyordu.
“Benim yanımdasın, Denizlerin Efendisi” dedi boynuzlu adam “Artık benim tutsağımsın”
Poseidon yine zar zor konuşmaya çalışarak “Oke…” lafını tamamlayamadan başı önüne düştü. Boynuzlu adam, Poseidon’un başını saçlarından tutarak kaldırdı.
“Benim Poseidon” dedi “Okeanos, Denizler Titanı”
Osman rüyasından çığlık atarak uyandı. Yanında kimse olmamasına sevindi çünkü bundan kimseye bahsetme istemiyordu.
Sabah herkes uyandığında güzel bir kahvaltı yaptılar. Kahvaltıda; peynir, zeytin, bal, fındık ezmesi ve hatta patatesli börek vardı.
Hepsi kahvaltılarını tıka basa doyurduktan sonra hep birlikte okula gittiler. Ama hepsinin tek düşüncesi okulun hemen bitmesiydi. Bu görev için hepsi çok heyecanlı görünüyordu.
Ahmet hala Sümeyye’nin gelip gelmemesi konusunda kararsızdı. Çünkü Sümeyye onlar gibi Olimposlulara dönüşemiyordu ve bu onu grubun en zayıf halkası yapıyordu. Ama içinden bir ses onun bu görevde işe yarayacağını söylüyordu.
Altıncı derse geldiklerinde dörtlünün heyecanı biraz daha artmıştı. Artık göreve gitmelerine iki saatten daha az zamanları kalmıştı.
Son ders zili çalınca hızlı bir şekilde Olimpos’a doğru yola koyuldular. Osman hala onlara rüyasını anlatmamıştı. Bunu anlatması gerektiğini düşünüyordu ama anlatmak istemiyordu.
Olimpos’a ulaştıklarında ilk önce kendi odalarına koştular. Hepsinin bir sırt çantasına bazı malzemeler koymaları gerekiyordu. Çünkü orada ne gibi şartlarda olacakları belli değildi. Silahları zaten Olimposlu hallerinde mevcut olduğu için genellikle yiyecek, uyku tulumu, yedek kıyafet ve kendilerine özgü birkaç daha eşya aldılar. Ama Sümeyye’nin bir Olimposlu hali olmadığı için o kendine bir hançer almayı ihmal etmedi.
Odalarında işleri bitirdikten sonra hemen holde buluşup ahırlara gittiler. Kendi pegasuslarını alıp uçmaya başladılar. Hepsi çok mutluydu. Ya bunun çok tehlikeli bir görevin başlangıcı olduğunu bilmiyorlardı ya da pegasuslara binmenin keyfini çıkarıyorlardı. Ama mutlulardı işte.
Osman ile Ahmet, Miray ile de Sümeyye uçarken kendi aralarında konuşuyor, üzerinden geçtikleri yerleri gösteriyorlardı.
Zaman geçtikçe pegasuslar hızlarını daha da arttırmaya başladılar. Bu da soğuk havanın daha fazla hissedilmesine sebep oluyordu.
Hava karardıktan sonra aşağı inip kamp kurmaya karar verdiler. Hem çok acıkmışlardı hem de pegasusların biraz dinlemesi gerekiyordu.
Osman ve Ahmet odun toplamaya gittiler. Miray ile Sümeyye de iki farklı çadır kurdular.
Ateş yaktıktan sonra bir şeyler pişirip onları da yediler. Gerçekten de mutluydular. Ama bu mutluluğu bir yaratığın bozacağı belliydi zaten.
Ormandan bir kükreme sesi geldiğinde hepsi birden ayağa zıpladılar. Yaratığın sesi nereden geldiği pek anlaşılmıyordu ama aslan olmadığı apaçık belliydi. Aslında şu an Ahmet o sesin bir aslandan gelmesi için dua edebilirdi.
Ahmet, sol eline havaya kaldırıp Zeus’a dönüştüğünde Sümeyye çok şaşırmıştı. Aynı şeyi Osman ve Miray’ında yaptığını görünce Sümeyye bir çığlık attı ve “Siz inanılmazsınız” dedi “Ben de böyle değişik bir yaratığa dönüşebiliyor muyum?” Osman “Hayır, galiba” dedi.
Ahmet, Miray’a dönüp “Sen Sümeyye’yi korusan daha iyi olacak” dedi. Miray kafasını salladı ama Sümeyye sırt çantasından hançerini çıkarıp “Ben kendimi koruyabilirim” dedi.
Ormandan bazı sesler duyunca yaratığın onlara doğru yaklaştığını hissettiler. Yaratık ağaçlarından arasından o büyük çirkin suratını gösterdi Yaratık, Ahmet’in Olimposlu halinin bile en az iki katı vardı. Mavi vücudunun kafasından altı bir insanı andırıyordu ama kafası bir öküzün kafasıydı. Yani bu bir minatordu.
Sümeyye bu dev yaratığı görünce “Miray, sen beni korusan dahi iyi olacak galiba” dedi.
Minator, Ahmet ile Osman’a doğru tam sürat koşmaya başladığında ikisi de kendini yere zar zor attılar. Osman, yabası ile birlikte minatora doğru koştu ve üzerinden atlayarak yabayı minatorun tam sırtına yerleştirdi. Ama yaba minatorun zırhına hiç zarar vermedi. Minator da sağa sola sallanıp Osman’ı ağaçlardan birine yapıştırdı.
Sonra Ahmet saldırdı. Minatorun bacak arasından kayarak geçerken kılıcını yaratığın sol ayağına bir kesik attı ama minator yine hiç yara almadı.
Miray bağırıp “Minatorun zırhını delmek ve onu öldürmek için boynuzunu kullanmanız gerek” dedi. Osman ve Ahmet de birbirlerine bakıp kafa salladılar. Sanki kafalarında bir plan vardı.
Ahmet, yaratığa “Hey, öküz kafalı” dedi. Yaratık ona doğru kafasını çevirdiği anda Osman ayağa kalkıp yabasını büyük bir ustalıkla minatora doğru fırlattı. Yaba, minatorun boğazından geçip onu bir ağaca yapıştırdı. Bu darbe minatoru öldüremezdi ama yine de hareketsiz kalmasını sağlayabilirdi.
Ahmet de hiç vakit kaybetmeden koşarak kılıcıyla minatorun boynuzlarından birini kesti ve boynuzu yaratığın kabine batırdı. Yaratık çığlıklar atarak küle dönüştü.
Üçü de normal hallerine dönüştükten sonra Sümeyye’ye her şeyi anlattılar.
Biraz dinlenmek için hepsi çadırlarına gitti. Yarın sabah erken kalkmaları gerekiyordu ve hemen yola çıkmaları. Hepsi hemen uyumak istiyorlardı. Uyuduktan sonra Miray onu çok rahatsız eden bir rüya gördü.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.