- 649 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SİNSİ ÖLÜM
Alacakaranlıktı...
Hava dipsiz bir kuyu gibi boş, yapayalnız ölüme mahkum yatalak bir yaşlı kadar pis kokuluydu.
Kocaman yarasalar kuzgunlarla birlikte daireler halinde havada süzülüyorlardı.
Caddeler sokak lambaları altında loş ışıkta parıldıyordu. Apartmanların bazı odalarından gececilerin ışıkları yollara dökülüyordu.
Saat geçti ancak işi olanların bu saatte leğen gibi kuplarda kahvelerle uyanık kalmaya çalışmaları alışa gelmiş bir şeydi.
Kendini bir şey sanan, zenginliğiyle ün salan iş adamlarının çocukları ise salına salına boş sokaklarda şarkılar eşliğinde yürüyorlardı.
Onlar hariç doğanın diğer tüm canlıları uykuya dalmış gibiydi. Ne bir köpeğin kediyi kovalamasını ne de küçücük bedenlerinde kocaman yükler taşıyan karıncaları yemek için etrafta volta atan karıncayiyenler vardı, ağustos böceklerini saymıyorum bile...
Zart zurt çalan alarmın gecenin bir vakti harekete geçmesi Daniel’i yerinden hoplatmıştı. Yarı uyanık bir halde gözlerini ovuştururken saatin sabahın beşi olduğunu görünce şok geçirmişti. Aklından ’lanet olsun’ demeyi de ihmal etmedi. Çalan abartılı saçma müziği elinin tersiyle bastığı düğmeyle bir çırpıda kapattı. Sanki uzun zamandır yatağından ayrıymış gibi yastığına aşıklar gibi hiç bırakmamak üzere sımsıkı sarıldı ve bir çırpıda uykular alemine dalıverdi. Belki de bu onun son uyanışıydı ve bir daha asla uyanamayacaktı, ancak bunu asla bilemeyecekti...
...
Gaipten sesler geliyor...
Öleceğimi biliyordum, Ama bu kadar çabuk değil... AMAN TANRIM !
İçimde mantıksız korkular bilinçaltımı tetikliyor sanki...
Kendimi karanlıkta tek başınaymış gibi hissediyorum.
İnsanüstü varlıklar üzerime üzerime geliyor.
Kaçıyorum... Ama nereye?
Normal bir insan olmak şeytanla başa çıkmaya yeter mi?
Tanrı katında; HAYIR...
Biz masum insanlar teker teker katlediliyoruz.
Kurtarıcımız: AZRAİL
Zamanımız tükendi, ecel kapımızda artık...
Yavaş yavaş ölümün soğuk dokunuşuyla tanışıyoruz.
Bütün şartlar onlar için mükemmeldi.
Ancak ONLAR kimlerdi? İnsanlıktan nasıl çıkmışlardı?
Bunlar her bir bireyi değersiz varlıklar gibi görüp acımasızca boyunlarını kırıp öldürüyorlardı.
Minicik bebeğine sarılıp kenara sinmiş annelere bile yaşama hakkı tanımıyorlardı.
...
Okulların yemekhanelerinde, yemekten patlamak üzere olduğu halde sandalyelerinden kalkmamış obur çocukların kafaları tabağın üzerinde sallanırken bedeninde dolaşan kanlar çocukların kopan başlarının ardından fışkırıyordu.
Dün geceden beri evine geri dönmemiş olan John’ı aramaktan yorgun düşmüş annesi dinlenmek üzere oturduğu taşlıkta arkasını döndüğü anda ardında kanlar içinde yatan oğlunun cesedini görecekti.
Ne çanta, ne araba, ellerinde hiç bir şey bulunmayan on dokuz genç liseli grup gecenin bir vakti çıktıkları bardan sonra bir daha asla bulunamadılar.
Yaşlı bir çift pencere ardından yaşananları izliyorlardı.
Venezuela, Alaska, Amerika, Türkiye, Fransa, Avusturalya, Almanya... Tüm ülkelerde katliam devam ediyordu.
Dünyanın sonu yaklaşmıştı.
Sonu getirenlerde ONLAR’dı...
İsyankar gençlerin ellerinde rengarenk sprey boyalarla duvarlara çizim yaptığı, üst üste yapıştırılmış iş ilanlarının üstlerinde artık öldürdükleri insanların kanlarıyla yazdıkları yazılar vardı.
Kanla duvara işledikleri yazılar kendileri gibi acımasızdı:
Ordumuz büyük
Sizinkiler küçük
Bizimkiler güçlü
Sizinkiler zayıf
Biz simsiyah gecenin zifiri karanlığıyız
Biz sizin son çığırışlarınız
Biz Alacakaranlığın eceliyiz
Siz ise kısalan devrinizin kaybolan çağınızdasınız
Ölüm sizlere soğuk duş etkisi yaratacak!
SİNSİCE YAKLAŞAN ÖLÜMÜ HİÇ FARKETMEDİĞİNİZ BİR ANDA TADACAKSINIZ !
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.