- 687 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Eski bir söyleşiydi yalnızlıkla baş ederken…
Yıllarca hep bilinmezleri kurguladın durdun bana…
Hangi kurguya başlarken sonucunun ne olduğunu sadece sen bilerek hikâyenin başında hep gözyaşlarını dökerek, acınası insanı yaşatırken bana, niçin gittiğini, neden geldiğini, bilmeden ben, sadece dayanma gücümün limitini zorlayarak hep anlattıklarına inanmış gibi yapıyordum…
Kurguların o kadar güçlüydü ve inandırıcıydı ki, bazen anlatırken sen bile inanıyordun kendine veya ben gibi sen de inanmış gibi davranıyordun…
Aslında sevmenin çaresizlikleri bu ikiyüzlülüklerle yürütülüyordu…
Niçin gidiyordun ve niçin dönüyordun? Aslında çok iyi biliyordun “sana sonuna kadar senle varım” deyişlerimi “senle varım susuzluğa, havasızlığa, tüm yorgunluklara rağmen, senle vardım,” demelerimi…
Aslında senin çocuk tarafının masumluğuna vardım, çocuk tarafının riyasızlığına vardım, çocuk tarafın acıtmaz, incitmez ve ağlatmazdı…
Çocuk tarafın kimsesizdi ve saf, duru ve tertemizdi… Yalanlardan uzak, riyalardan sakınan ve sevgiye ömür adayan bir iç çocuğa sahipti… Çocuk tarafındı kimsesiz, çocuk tarafındı sevginin kalesi ve çocuk tarafındı sevilmeye en çok muhtaç olan ve ben de bunu çok iyi öğrenmiştim…
Çocuk tarafın yalnızlıkla yoğrulmuş ve içinin tüm katmanları bu yalnızlığa direnir, ne olursa olsun baş eğer, katlanırdı ve ben en çok yıllarca bu tarafını çocuk tarafını sakladım yüreğimin cidarlarında…
Çünkü o sevmeyi çok iyi bilirdi, çünkü o sevilmeye muhtaçtı, çünkü o çok büyük bir yürekle kocaman sevgileri arzular ve yaşardı, küçücük çocukluğu ile…
O taraf candı, kanından kan, canından canla çıkardı ortaya, o büyüyememiş bir çocuktu ve hiç büyümedi belki de, O kendini büyümüş sandıkça sorunlar çıkmıştı yaşamda ortaya ve ben bir ömür o sorunlarla baş etmek için yırtındım durdum, oysa O hep çocuklaşırdı yine, yine de büyümeden ki ben de bu sorunları onun çocukluğu ile aşardım… Hayattı bu dar zamanları ve de geniş zamanları vardı ki ben geniş zamanlara pek az ulaştım…
Günler çekilirdi gecelere, geceler ulaşırdı günlere, tükenen ömürdü bu bekleme zamanları ile geceler uzardı uzun uzun sabahlara. Tan ulaşırdı kızıl güneşten sonra dar günlere ve biz hep yaşardık sonsuza kalacak sandığımız sevgide. Bazen sıkıntılar, bazen gülüşler sarardı bedenlerimizi, küçücük mutluluklarımız, küçücük gülüşlerimizle yine ulaşırdı kasıntı ve beden yırtan darbelere ve yine katlanırdık sonsuza uzayacak dediğimiz sevgiyle…
Bir kural vardı aramızda, ne olursa olsun biz bize yetecektik ve yine biz çözecektik dar geçitlerin kasıntı zamanlarını birlikte…
Ve biz bize hep yetecektik birbirimize, bu vazgeçilmez bir istekti…
Belki de bu yaşamımızın en zor taraflarıydı ama biz şikâyet etmez sadece gülüşlerimizi yapıştırırdık her şeye rağmen yüzümüze…
Çoğu zaman baş edemediğimiz olaylarla ağlardık sabahlara kadar, yollar biterdi ağlayışlarımız hep sürerdi, sonunda çıkış yok değimiz anlardan bir çözümle ulaşırdık yine de minik gülmelerimize…
Oysa dünlerin ardında kalan yaşam farkındasızlıkla tükettiğimiz ömrümüzdü sadece solgun birer düş karesine sığan, hazzı büyük yaşanmışlıklardı hafızamızın en uç noktasında bizi gülümseten…
Tüketilmiş ömür zamanlarının içindeki mutluluklardı ki yılların ardından bile bize iç huzuru verirdi ve iyi ki varmışız bu aşkla ve o aşkın hazzı büyük nefeslerini almışız…
Galiba elde kalan eldebirler bu düşünceler ki her anın sonunda yavaş yavaş solgunlaşan…
Umutlarla hayallerin birleşmesiydi belki de bu sevdada gülebildiğimiz zamanlar…
Her şey sevdadan gelip dayanan mutluluk düşünceleri ile hafızamıza mıhlanıyordu…
Gülmelerin bu kadar ucuz olduğu bir ömrü tüketirken, acıların koltuk değnekleri ile yürümemize sebep, yine sevda değil miydi?
İçinde huzurla kaybolduğumuz anıların sonrasında kararan ve bulutların siyahlaştığı zamanları yaşarken yine zehir zemberek öfkelendiğimiz sevda değil miydi?
Hangi gücümüzü, neyle, bu sevdada niçin kullanıyorduk?
Her şeyin ardındaki sinsi düşünceler miydi bizi yoksunlaştırdığı hayatla yaşatan…
Küçüldüğün,
Gittikçe küçüldüğün,
O koca yüreğin,
Artık o bedene sığmadığı,
Hırslarından titreyen,
Bedenin,
Artık vazgeç dercesine,
Bas git, basarak git,
Tüm anıların göbeğine, hem de merkezine
Bas ki
Geri kalan bedenin,
Geçmişine,
Yenilmekten kurtulsun…
Sevdanın sonu mu vardı ki
Bu kanamalarla,
Son olur muydu sevda?
Unutmanı isterler yüreğinden, düşüncelerin,
Bir yudum su gibi bitmeni,
Sonra,
Yarınları düşünmeni ister,
Mantığın…
Oysa bir ateş,
Bir barut sanki düşünceler,
Farkındasızlık söndürür bu yangını,
Oysa,
Alışmışız biz,
Gözleri açık gibi uyumaya,
Belki son,
bu,
Uyanışta olacaktı ama
Biz hâlâ farkındasızlık içindeydik…
Ömür bu tükettiğimiz,
Hızlı adımlarla,
Nefesler bunlar,
Yürek vurgunu sonrası bir sevda bu,
Ucu belli, sonu hâlâ sallanmada,
Bir kor bu, hâlâ kızarık,
Bazen soluk,
Bazen de yangın sonrası,
İzler bunlar,
Solgun sevdaya yapışan…
Eski bir söyleşiydi yalnızlıkla baş ederken, kenara köşeye sinmiş bir öfke...
Dar zamanların yoksunluğuydu belki de bu çaresizlik, belki de farkındasızlıkla düşüncelerde kaybolmaydı bu yok oluşa uzayan diz çökmeler... Adına çaresizlik denirdi aslında var olmanın ardına sinen bu yakarış... Duyan var mı ki demeden kendi kendine konuşmalardı bu yalnızlık çerçevesi... Oysa tüm düşler, bir gün doğumuna uzardı bakınmalarımızla... Ve dermansız iç çekmeler düşerdi öfkenin ardına, kimsesizlik uzayınca gün doğumuna...
Oysa her gecenin bir sabahı olur nasıl olsa denirdi ama aslında her gün uzardı ucu zihinde belli olmayan gecelere düşünce kırıklıkları ve ışık karartıları ile...
İşte o zamanlarda hayıflanırdı insan karartıların ardına bakarak, sabahı zor olan gecelerde...
İşte o anlarda birkaç cümle dökülür zihninden ki kararsızsındır hangisi önemli diye ama bir şey demek gerekirdi aslında "yine özlendin, bu gece bari gelsen mi ki ” diye kararsız bir cümleyi tekrarlayarak ve ardından yine kararsızlık ve yine öfke, boş ver kal olduğun yerde ölümüme kadar dersin ama yine de karamsarlık içinde karasızsındır...
Hiç kimse olmuşuzdur, sonsuz sandığımız sevgideki hayatımızla birbirimize…
Hiç kimse olmuşum son vurgun darbelerini göğüslerken…
Seviyorum, hem de çok seviyorum derken sana aslında sende ben hiç kimse olmuşum, bir başkalaşmış, bir yabancı olmuşum sana, yüzüme “ölürüm ben senin için” derken…
Bir kıyım, bir yıkım bu, ördüğümüz duvarlara, bir başkası olmakla, başkalaşmış bedeni yaşamanın insafına sığdırılmış bir kıyım hayatına savurmuşsun beni…
Oysa bir dünya sevgiyi saklamıştık avuçlarımızda, bir dünya mutluluğu sığdırmıştık avuç içlerimize…
Sadece insafsızca bir sondu bu hak etmediğimiz, sadece uzaklarda parçalanmaya savrulmuştu bu sırt çeviriş… Bir dünya sığmamıştı içimize, gözlerimize bakarken ki artık uzaklardaki düşünceler peşinden koşmak kaldı geriye o uzaklardaki bakınmalarımızla…
Gitme sevgili gitme, bu hasret bir meltem rüzgarı değil, bir tufan, bir yok oluşa merdiven basamağı, gitme, gitsen de bilesin ki bu tufan darmadağın edecek hayatımı...
Tüm yaşamımızı tepetakla ederek düşüncede yeniden yaşamaktı şimdilerdeki yürek yarılmaları ile dayanılması zor anıların ardında kalarak gözyaşı dökerken, perperişan olurmuş aşkta insan.
Zor be sevgili seni geçmişinle düşünmek, yaşamaktan zor…
Sonun düşüncede yeniden baştan, yeni baştan yaşanması hepten zor be sevgili…
En güzel günlerimin en güzel çiçeğiyken sen, şimdilerde ise, yani bu gece siyah bir kurdele iliklemek istiyorum göğsüme, zaten içimde vardı ama şimdi bu gece yine fırladı zihnimden...
Mustafa Yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.