- 1022 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI İLE SÖYLEŞİM
“Çağlar ötesinden gülümser/Sığmaz sarığa düşünceden taşkın alnı/Yaşamın gizine kök salmıştır/Ap ak sakalı/Hakansa hakan, beyse bey/Vermiş en okkalı yanıtları/Yıkmış/İncecik bir alayla/Yoksul sömürüsüyle/Zengini doymazlığa götüren duvarı/Bakmayın bu asma kilidin ağır duruşuna/Hocanın kucağı çağlardır açık bize.”
Elimdeki kitap Nasrettin Hoca anısına derlenmişti; Biryandan farklı şair ve yazarlarımızın şiirlerini okurken, bir yandan geçmişe doğru yukarıda alıntıladığım dizelerle yol almıştım..Şu Temmuz sıcaklarında sisli körfeze dalarken gözlerim, anılarımı havalandırdım bir bir…
Gülücük” adlı şiiriyle Erdoğan Karabıyık bir yaşam öyküsü sunar gibi çağlıyor gönül topraklarımıza.
Memuriyet anıları olmaz mı insanın? Olur tabi ki…
Çoğu insan çalışırken “sus pus” sabır tespihi çeker. Nedeni, ekmeği önünden alınacak kaygısıdır. Öyle ya padişah gibidir o döner koltukta oturan kişi, yok yok Osmanlı dönemindeki kadı gibidir. Bir sakalını sıvadı mı, yargılar başındaki sarığın gücüyle insanı. Hatta;
“Atıverin 100 falaka…Sonra da kapayıverin de dursun, 40 gün de gün ışığı görmesin… Bir tayın ve bir bardak su verin, sonrası Allah kerim, tayini vaciptir kuzeye” diyerekten verir kararını kadı.
Kadıların, Osmanlı döneminde şeriat mahkemelerinin başında yer aldığını aynı zamanda görev yeri ve çevresindeki düzenle ilgili yönetim ve denetim yetkileri sahip; Bu günde de olduğu gibi her türlü davadan sorumlu evlenme, boşanma, nafaka, miras, vs gibi davalara baktığını, mahkemelerin başkanları ve yargıçları olduğunu hepimiz az çok biliriz.
Seksenli yıllarda benim de tayinim çıkmıştı. Nedeninin açılımını yaparsam bu satırları okuyanların sinir katsayısının artacağına eminim. Ben yine de kısaca yazmak istiyorum.
Sayın Evren öncesi ve Evren sonrası ülkem insanının ruhsal kimyası da bozulmuştu. O yıllarda her devlet dairesinin makam koltuğuna bir emekli subay mutlak yerleşmişti. Benim de çalıştığım işyerine bir Albay gelmiş, döner koltuğa oturmuş, ama benim haberim yoktu.
Yine bir sabah mesaiye başladığımda henüz masama oturmamıştım ki, çat kapı açılıverdi. Gördüğüm sadece 43-45 numaralı bir erkek ayakkabısının tabanıydı. İster istemez dudaklarımdan “hayvan!” sözleri çıkmıştı. Çok şaşırmıştım! Kapalı kapı çalınır değil mi? Özellikle de o kapı ardında bir sağlık bölümü varsa…
Odaya giren olmamıştı, ama ben bu kaba davranışa neden olan kişiyi tanımak için hızla kapıya yöneldim. Koridorda küçük bir kalabalık ve en önde yeni tayin olmuş albay, ardında ona yağ çeken her devrin adamı müdür yardımcımızı gördüm. Öfkeyle haykırdım:
“Ayı olsa şu kapıyı çalmadan önce bir kükrerdi yahu! Bu ne kabalık!”
Sözlerim anında tesir etti. Makama davet edildim. Dik duruşumu korudum. “Asla onurumdan taviz vermem!” dedim. Ve durumum,”amire hakaret ve itaatsizlikten,” faxla Ankara’ya ferman edilmiş, ardından jet hızıyla Süleymaniye Kütüphanesi’ne sürgün edilmiştim. Ardından da Topkapı Sarayına…
Ekmeğimden olmadım, ama yolumdan oldum. Her gün tam üç vasıta değiştiriyordum. Bu arada, aylık giderlerimiz de artmıştı. Tabi, İstanbul trafiği ve yorgunluk da cabasıydı. Tek tesellim ise “ya doğuya sürgün edilseydim, beterin beteri vardır,” idi. Seksenli yıllarının kadısı yine insaflı davranmıştı.
Süleymaniye Kütüphanesinde ve Topkapı Sarayında çalıştığım yıllar hayatımın en anlamlı yıllarıydı. Okuma aşkım beni bu iki devlet dairesinde hiç yalnız bırakmadı. Tarihin içinde yaşıyor gibiydim. Kimleri, hangi yazarları tanımadım ki? Araştırma ve tez konuları için ter döken akademisyenleri mi, ünlü yazarlarımızdan A.Baki Gölpınarlı, Aziz Nesin, Necati Cumalı, Cengiz Köse, Türkan Saylan, İbrahim Şumnu, vs., konuk olmuştum onların gönül sayfalarında.
Ebru sanatını, çini ve sedef sanatını gözlerim ışıyarak tanışırken, Mollaların yazdığı kitapları tercüme eden yazarlarımızın sohbetleriyle günler hızla geçiyordu.
Anı penceremi araladığımda ak saçlarıyla tonton gülüşüyle rahmetli A.Baki Gölpınarlı ile söyleşim gözlerimin önüne geldi. Ona haksız yere tek taraflı yargılanışım ve jet hızıyla ertesi gün çıkan tayinimi anlattığımda, “Sen İstanbul Kadısı Hızır Bey ve Fatih Sultan davasını bilir misin kızım?” diye sorduğunda çok utanmıştım. Yaşının 70’in üzerinde olduğunu söyleyen bu kısa boylu, ak saçlı, tonton adama karşı yüzüm kızararak, “bilmiyorum efendim,” diye yanıt vermiştim.
O ise belki de heyecanımı fark edip konuyu farklı bir alana çekmeye çalışmıştı: Bir eliyle elimden tutmuş, diğer elinin işaret parmağı ile oda kapısını işaret edip, “şu kapılar neden alçaktır hiç düşündün mü, kızım?” diye ikinci sorusunu sormuştu.
İki ay öncesi göreve başladığım Süleymaniye Kütüphanesinin her kapı eşiğinden adım atmadan önce birkaç saniye durur ve başımı belime kadar eğer içeri girerdim. Zira neden küçük yapılmış, odalar neden 5-6 metre yüksektir sorularına yanıt alamadığım bu küçük kapı girişleri; Küçük kırmızı ateş tuğlalarıyla örülmüş kapı çerçevesine, önceleri sık sık kafamı vuruyordum. Bir “ah” çektiğimde çalışma arkadaşlarım bu acemi halime gülerlerdi. Şimdiyse bu merakımı giderecek bir soru sorulmuştu. Kim bilir ne bilgiler dökülecekti beyinden beyine, bir kum saati gibi…
Sordum:
-“Neden küçük kapı girişleri yapılmış hocam?”
-“İçerideki kişiye saygıyı bedenen göstermek için.”
-“Saygı mı?”
-“Evet saygı!”
-“Ama efendim, kapının küçüklüğü ile saygının ilgisini çözemedim!”
Verdiğim yanıta gülümsemişti :
-“Osmanlı kılık ve kıyafetleri gözünün önüne getirdiğinde en belirgin olanı onların sarıklarıdır değil mi?”
-“Evet, beyaz veya siyah soba borusu gibi…”
Birlikte gülüştük:
-“Benzetmen hoşuma gitti kızım. İşte o sarıkla insan eğildiğini düşün.”
-“Hımm, anladı mm…Padişaha veya içeride bulunan kişiye baş eğme…”
-“Evet kızım baş eğme…Sende baş eğmezsen işte böyle sürgünler yaşarsın!”
O gün yeni bir şey öğrenmenin mutluluğu ile eve varmıştım. Uyku tutmamıştı gözümü. Çünkü hazinelerin en güzeli olan bilgilerle doluydu belleğim. Düşünmeliydim, günü elemeliydim uyku öncesi.
80 öncesi ve 80 sonrası milattan önce ve sonrası gibiydi. Ve İsmail Karaahmetoğlu’nun 1996 basımı “Güldüşün Güneşi” adlı şiir derleme kitabında okumuş olduğum dizeler aklımdan süzülmeye başlamıştı:
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Sarık” adlı şiiri ne güzel anlatıyordu günümüzdeki sen ben çatışmalarını. Sanki dizelerindeki gibiydi yaşadığım o an:
“Neye yarar sarık?
Gözümüz kulağımız üşümesin diyedir.
Kişi gülmesin diyedir.
Püskül iyi sallansın diyedir.
Boyumuz onca uzasın diyedir.
Karşılık verdi bizimki:
Sararken,
Başımız dönmeye yarar.
Sardıktan sonra,
Başımızı döndürmeye…”
**
Evet, o sarık kimlerin başını döndürmedi, kimleri acıtmadı ki? Hala da acıtmaya devam ediyor. Yazımın ikinci bölümünde kaleme aldığım İstanbul Kadısı Hızır Bey ve Osmanlı Padişahı Fatih Sultanla ilgili A.Baki Gölpınarlı yazarımızla gerçekleştirdiğimiz söyleşime devam edeceğim.
Sevgiyle
Emine PİŞİREN
11.07.2012