Ayaküstü Ayakkabı
Gözlerimde mevzilenen uykuyu saran ürkütücü rahatlığa bir son verme isteğiyle uyanırken başıma geleceklerden hiç haberim yoktu herhalde. İnsan bu kadar da ileri görüşsüz olur mu canım? Halbuki dün gece yatarken olacakları bana vahiy yolu hariç herhangi bir yolla bildirseler, taş çatlasa inanmazdım. Göz kapaklarımı açar açmaz, siperi düşen uykum gün ışığına inat tetik düşürmeye hazırlanırken mevzuya derinlemesine dalan ışık dehşet verici bir şekilde gözlerimi kamaştırdı. Daha önce defalarca uyanmama rağmen hiç bu kadar keskin bir ışık seliyle karşı karşıya kalmamıştım. Ama, çok geçmeden olayın farkına varmaya başladım. Uykumun saklandığı siperler süngü savaşında birer birer düşerken daha gerilerde, komutayı eline almış olan nöronlar kontrol merkezine bilmesi gerekenleri bildirmişti bile. Bu ışık normal gün ışığından farklıydı. Bunlar başbakanı Brüksel’de masaya yumruk vuracak “genç ve dinamik” Türkiye’nin temiz kalbinden yüzüne vuran “nur”dan başka bir şey olamazlardı. Bilgileri değerlendiren kontrol merkezim, yani beynim, ileri görüşsüzlüğünü birazcık da olsa bir kenara iterek bana olabileceklerin ipuçlarını vermeye çalışıyordu: “Işığıyla Gözlerimi Kamaştıran Ülke: 600’ü 100’e Sığdırmaya Çalışan Türkiye.”
Klasik bir yatılı okul gününe çok farklı bir başlangıç yaparak stadyumu dolduran seyircilerin yüreğini ağzına getirdiğimden emin olmanın verdiği rahatlıkla üzerimi giyindim. Odadaki kesif kokunun farkında bile değildim çünkü o kadar büyük darbeyi aldıktan sonra ayağımı debriyajdan kaldırdığımda gözlerimin görmeye başlaması beni de en az arkayı dörtlemiş olanlar kadar şaşırtmıştı. Ayaklarım kendi kendine yürümeye başlayıp üzerindeki ağır yükü de yemekhaneye kadar taşımayı bir günlüğüne daha kabul ettiklerinde ben-her sabahki alışkanlığımdan vazgeçip-yemekhaneden de okula götürmeleri için ayaklarımı bu sefer nasıl kandıracağım üzerine plan yapmıyordum. Çünkü düşüncelerim boylarını çok çok aşan yerlerde boy vermeye başlayınca benim de içimi bir boğulma korkusu sarmıştı. Hayatımda ilk kez otobana çıkmış olmanın verdiği rahatlıkla üst hız sınırı olan 120’ye hiç aldırmadan dünya üzerindeki göstergelerle ölçülemeyecek bir hızla düşünceden düşünceye yol alırken frene basmak zorunda kaldım. Biraz daha ivme kazanırsam ışık hızını da aşacaktım ve bu da Türkiye’deki LAPD(Los Angeles Police Department) çalışanlarının hiç hoşuna gitmeyecekti. Ben frene basmakta ısrar etsem de Murat 124’e ABS taktırmanın mantıksızlığını yeni yeni kavramaya başlıyordum. “Acaba Rusya’da yaşayan Türkler Kurtuluş Savaşı’nda bize yardım etmese ne olurdu?”dan “Araplar nasıl bizi sırtımızdan vuracak kadar saf oldu?”ya kadar geniş bir yelpazede gezinirken bir anda kendimi yemekhanenin kapısında buldum. Sıraya geçerken bu sabah da menünün değişmediğini farkettiğimde içimden yükselen öfke kabarcıkları beynimdeki dehşetin yanında hiç kalırdı. “Stratejik avantajımız sayesinde mi bu kadar iyi denge politikası uygulamıştık yoksa bize bunu yaptıran saf, katıksız bir göte gelme korkusu muydu?”
Tabldotun yarısını dolduran donmuş zeytinleri birbirinden ayırmaya çabalarken karşı koyulmaz bir eksiklik duygusu benliğimi sarmalamaya başlamıştı. Evet, ben gerçekten de ısıyı eşit olarak iletmesi gerektiği halde sadece parmakların değdiği yere her zaman aynı itina, aynı samimiyet ve “sıcaklıkla” ileten bir “metal” bardak çayın eksikliğini hissediyordum. Sahaya çıkmadan önce kramponun çivilerini hocaya kontrol ettirdikten sonra arasına kaynayacak iki çömezi de gözüme kestirmiştim. Hocanın işaretiyle füzeyi ateşleyecek düğmeye bastım ve çılgın kalabalıkta yerimi aldım. Geri dönerken farkına vardığım şeyin gerçekliği aklımı karıştırdı. Benim geniş yelpazem bile geceden havalandırılmamış olan yemekhanenin havasını temizlemeye yetmiyordu. Bunun üzerine yapılacak en mantıklı şeyin komutana danışarak zaman kaybetmek yerine inisiyatifimi(önceliğimi) kullanarak ilk saldırıyı karşılamak olduğuna karar verdim ve yelpazemi biraz daha genişlettim. Kahvaltıya başladığımda genişleyen yelpazem sayesinde artık kokuyu da duyamaz olmuştum. Şimdi aklımı olası bir savaş halinde ne tarafta olmamız gerektiğini tartışan eli silahlı güruhlar işgal ediyordu. Bu sefer yanlış bir seçim yapmamalıydık çünkü yanlış seçim yaparsak biz de A Millî Takım İngiltere’ye 8-0 yenildiği için hiçbir cephede kaybetmeyen Beşiktaş’ın Liverpool karşısında düştüğü duruma düşebilirdik. Beynimin bir yarısı kendi tarafının üstünlüğünü diğer yarısına da kabul ettirmek üzereyken tarafını seçmemiş olan bazı “Redd-i Mirasçılar”ın cılız ve aykırı sesleri de işi içinden çıkılmaz bir hale sokmaya başlamıştı. Taraf olmalı mıydık yoksa gerçekten de herkes karşı tarafta mıydı?
Olası tehditleri-şimdilik de olsa-bir kenara bırakmaya karar verip çayımın son yudumunu da mideye doğru yollamak için “Sivil 75 kuruş, Fen Lisesi 1 lira.” olan dolmuş hattından naçizane bir dolmuşa bindirmiştim. Sürekli müşterisi olduğum için ayaklarım bu seferlik benim ağzımı açmama fırsat vermeden taksimetreyi kapatmıştı. Yemekhanenin kapısından dışarı çıktığım anda buz gibi rüzgârı suratımın ortasına yiyince yelpazemin genişliğinin de rüzgârı kamçıladığının farkına varmam pek uzun sürmedi ve düşüncelerimi olabilecek en sığ hale getirdim. Sonra-nedendir bilinmez-geceden yağan karın da uyandığım andaki keskin ışığa katkısı olmuş olabileceği düşüncesi beynime dolmaya başladı. Ama bu düşünce sağ şeritten giderken soldan vızıldayarak geçen bir başkasına da aldırmazlık edemezdim. Ve gerçekten de sağımdan geçen solcular, solumdan geçen sağcılar yürüdükleri yerlerde yabancılık çekmiyorlar, hatta yabancılığı geçtim, fazlalık bile yapmıyorlardı. İşte o zaman farkettim ki Adana’dan 2.5 liralık bilet alanlar-ceza yemek istemiyorlarsa-treni Ceyhan’da terk etmek zorundalardı. Peki o zaman hepimiz aynı parayı vermemize rağmen torpili dededen miras, “şahsına” çok saygı duyulan “nevi şahsına münhasır” kişilere fazladan yol gitme hakkı tanınması niye? Kontrol merkezi cevabı saklandığı yerde bulduktan sonra olabildiğince hızlı davranarak o daha ebeleme noktasına varamadan sobeleyip bir dahaki elin ebesi yapmıştı bile. Biz, millî benliğimizi para karşılığında, hem de seve seve kaybediyorduk.
Hissettiğimin dehşet mi heyecan mı olduğuna karar vermeye çalışırken bilim adamlarımızın(!) bazı duyguların madalyonun iki yüzü olduğunu söyledikleri aklıma gelse de ben tadına bakmadan önce tuzla şekerin farkını anlayamamıştım. İstiklal Marşı’ndan kazandığım hızla arabayı boşa alıp sınıfa doğru yol alırken bir yandan da sol kanattan topu süren arkadaşıma topu bana ortalaması için işaret ediyordum. Sınıfa girip soldan gelen muz ortaya kafayı vurduğum anda bir noktadan geçen sonsuz sayıda doğru gibi aklıma sonsuz sayıda düşünce hücum etmeye başlamıştı. Hoca sınıfa gelmeden önce bu düşüncelerin “geldikleri gibi gitmelerini” sağlayamazsam çözümü olmayan bütün soruların bana yöneltileceğini bildiğim halde içlerindeki gerçeklik kırıntıları yok sayılamayacak kadar parlaktı. “Bir millet millî benliğini kaybettikten sonra kaybedeceği ilk şey millî egemenliğidir. Millî egemenlik de gittikten sonra tek tutunacağı dal dilidir. Ve dillerini kaybeden milletler yok olurlar.” Gerçek o kadar hızlı bir şekilde gözüme çarpmıştı ki oluşan sisten dolayı görüş alanım neredeyse sıfıra inmişti. Hocanın geldiğini de sadece seslerden anlayıp motoru kapatarak ayağa kalkmıştım. “Ya sıradaki millî egemenlikse?”
İlk maçı deplasmanda kaybetmiş olmanın verdiği huzursuzlukla taç atışını kullanırken bütün takım arkadaşlarımın adam markajında kaldığını görmek Fenerbahçe’den altı yemekten farksızdı. En dikkatli insanın bile ders dinlerken kırk saniyede bir dalacağını bildiğim için ben hocaya aldırış etmeden serbest vuruşu yerinden kullanmamaya karar vermiştim. Etrafıma baktığımda herkesin oruç açmak için müezzinin ezan okumasını bekler gibi ders dinlediğini görünce bu yolda da uzaylılara karşı tek başıma kaldığımı anladım. Bir ışın silahına bile sahip olmamanın verdiği rahatlıkla “Kılıç kuşananındır.” deyip elimi belime attığımda kının boş olduğunu görmek de beni hiç şaşırtmamıştı. Ne de olsa iç piyasamızda sırtüstü yüzen sıcak para da yabancılarındı. Ben, bu kadar fakir ve başkalarının egemenliği altında olan bir ülkenin sıradan bir lise öğrencisi olarak, para babaları bile sırtüstü yüzerken stil denemesi yapınca kendimi Erol TAŞ karşısındaki Cüneyt ARKIN gibi hissetsem de bu örnek bu sefer gerçekdışı kalıyordu. Çünkü Nasreddin Hoca’nın da dediği gibi: “Parayı veren patenti alır.” Aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen Nasreddin Hoca’nın-tahminlerime göre eşeğe ters binmesinden kaynaklanan-ileri görüşlülüğü beni büyülemişti. Gerçekten de parayı veren-milliyetsiz beyinleri-satın alırken benim çocuğun elinden şeker çalmakta olduğum kadar başarılıydı. Sonsuz sayıda doğrunun kesiştiği yere dik olarak inen bir düşünce devre arasını işaret ederken zil sesini duyduğumda üstümde 45 dakikada gol bulamamış olmanın baskısını da hissetmiştim: Parası olmayan ülkeler beyinsiz mi kalacaktı?
Motoru çalıştırıp çalıştırmamak konusunda kararsız kalınca kantine giderken karşıma çıkabilecek engellerin zorluğu ve yakacağım kalori miktarını da düşünüp kabuğuma çekilmenin daha doğru olduğuna karar vermiştim. Önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakıp da benden başka kimsenin kafamı koyacağım yeri işgal etmek için hamle etmeyeceğine kanaat getirdiğimde çapı 10 cm. olan ağzım da içeriye girmek için kuleden izin isteyen karasineklerin girmesini sabırsızlıkla beklemeye başlamıştı. Kafamı belki bir kuş tüyü yastıktan biraz daha sert olan M.E.B. onaylı sıraya koyunca aylardır istediği bisiklet doğum gününde hediye gelmiş olan çocuklar gibi içim huzurla doldu. İçeridekiler dar alanda kısa paslaşmaya başladıklarında ben de yavaş yavaş dış dünyayla ilişkimi kesmeye başladım. Ancak bir posta güvercininin talih kuşluğuna soyunup da beynimin ortasına pislemesi oksijen tüpü bitmekte olan bir düşünceyi de su yüzüne çıkarmaya başlamıştı. Bir beynin göç etmesi, yani beyin göçüne kapılması için George WASHINGTON’u sevecek kadar beyinsiz olması gerekiyordu.
Sıradaki iki dersi uyuyarak geçirmiş olmanın verdiği rahatlıkla gözlerimi açtığımda göz kamaştırıcı ışıktan eser yoktu. Saate bakıp ikinci yarının ilk on dakikasının da geçmiş olduğunu görmeme rağmen arkadaşlarımın-muhtemelen organize olmayan, bireysel yeteneklerle-buldukları bir golle en azından maçı uzatmaya götürmeyi garantilemeleri üstümdeki yükü azaltmıştı. Derse giriş zili çaldığında gaza sonuna kadar basmak zorunda kaldım yoksa bu hiçbir ifade barındırmayan suratla aranan öğrenci olmam hiç de zor olmayacaktı. Hoca geldiğinde ben de suratımdaki ifadeyi “Doğuran Kazan” fıkrasının en son karesindeki komşudan Nasreddin Hoca’ya doğru ilerletmeyi başarmıştım. Arkadaşlarımdan pas istesem de onlar ilk on dakikada hiçbir şey yapamamış olduğum için bana pas atmıyorlardı. Ben de yapılacak en iyi şeyin ilk benzin istasyonunda sağa çekip depoyu doldurmak olduğuna karar verdim. Ancak ilk benzin istasyonunun bir Türk firması olmadığını gördüğüm için sıradaki Türk Petrol’ü bulana kadar hız kesmeme konusunda içimde uyanan mükemmel dürtüye uymaktan başka çarem kalmamıştı. Ne kadar benzin dolduracağını soran görevliye Keloğlan’a varmak istemeyen prenses bakışı yolladıktan sonra depoyu ‘full’lemesini söyleyip tuvalete doğru yol almaya başladım. Tam o anda hiç beklemediğim pası alıp önümdeki iki kişiyi çalımlamam bir saniyemi almıştı. Topu tekrar arkadaşlarıma yollayıp teşekkür ettiğimi belli edecek şekilde gülümsedikten sonra boşaltım sistemimin beni köşeye sıkıştırdığını anlamak için olduğumdan daha zeki olmama gerek yoktu. Ben de kaideyi bozan istisna olmaktan hoşlanmadığımdan “Türk’ün aklı ya sıçarken ya kaçarken” felsefesinin gerçekliğini ortaya koymak babında beynime hücum edenlere serbestlik tanıdığımda içlerinden bir tanesi çok tanıdık gelmişti. Evet, beyin göçünün tek sebebi George değildi. Bunda George kadar Türkiye’de patent almanın zorluklarının veya başka bir deyişle beyin peşkeşinin de etkisi vardı.
Öğle arasına işaret eden zil çaldığında ben de artık bir zevk olmaktan çok zorunlu ihtiyaç olan yemeği yemek için beni hâlâ motoru söndürmemiş bir şekilde aşağıda bekleyen ayaklarıma bindim. Sabah yanımdan rölantide gidenler bu sefer yavaş yavaş hız kazanarak 5. vitese kadar çıkıyorlardı ki yemeği hasımlarından önce alıp mideye indirebilsinler. Ben son sınıf olmanın verdiği rahatlıkla gaza sadece yokuşu tırmanmaya yetecek kadar basıyordum çünkü bizim için kaynak yapılabilecek en az bir yer her zaman mevcuttu. Bir süre sonra beynimi gelen yeni misafirlere tekrar açtığımda hakem yerde yatan kalecinin tedavisi için oyunu durdurmuştu. Kalecinin dili boğazına kaçmış olmalıydı. Yoksa başka türlü gerçek dünyadan bir anda soyutlanmış olamazdım. Tedaviyi yakından görmek için ilerledim. Olay Yeri İnceleme ekiplerinin arasından geçerek hastanın yanına vardığımda ambulansta öğle çayını içen iki doktorun konuştukları beynimi dondurmuştu. Söyledikleri o kadar gerçekti ki boğazım yanmaya başladı. Biz ilerlemenin yolunun teknolojiden geçtiğini anlayamamış ve siyasetten, yani kasap dükkânını boş bulan aç köpeklerden medet ummaya başlamıştık.
Öğle yemeğini yedikten sonra sınıfa dönüp de maçın öğle arasında bile hâlâ oynandığını gördüğümde sıradaki pozisyona balıklama daldım. Yapılan duvar pasında duvar vazifesi gördükten sonra kendimi yorgun ve bitkin hissetmeye başlamıştım. İçimden dışarıya doğru çıkmakta olan uyuma isteğini bastırmak için bir neden göremediğimden bir sağ-sol kontrolü daha yaptıktan sonra kafamı ait olduğu yere yerleştirmiştim. Bu duvar pası organizasyonu beni o kadar yormuştu ki uyandığımda öğleden sonraki dört ders hakkında hiçbir şey hatırlamayacaktım. Öğrenciyi azat eden son zil de çaldığında uyanmamam için bir sebep kalmamıştı. Ayaklarım günün son uzun yolculuğunu yaptıklarını biliyor olmanın rahatlığıyla her zamankinden daha enerjik bir şekilde yurda doğru yol almaya başlarlarken kontrol merkezim günün sona ermediğinin farkındaydı. Çünkü maçın normal süresi 1-0 bitmişti ve deplasman golü üstünlüğü de olmadığı için maç uzatmalara gidecekti. Odama gidip de kapıyı açtığımda beynim bir yandan gördüklerine isyan ederken bir yandan da aklıma müthiş bir düşünce dolmaya başlamıştı: “Batıdan Ekonomimize Uzanan Kurtarıcı El: AB”
Ayıp Be! Muhtemelen “Yurttan Sorumlu Müdür Yardımcısı”nın talimatıyla yapılmış olan ortada bırakılan eşya soykırımını sorgulayan gözlerle incelemeye başladım. Acaba benim soyu kırılan nelerim vardı? Pek fazla hasar görmediğimi anladıktan sonra beş dakikalık yemek molası bitmeden yemeğimi yiyebilmek için yemekhaneye doğru yürümeye başlamıştım bile. Çünkü eğer hızlı davranmazsam maçın uzatmaları başlayacaktı. Yemeğimi olabilecek en kısa süre içerisinde bitirip kramponlarımı giymeye başladığımda maça da ucu ucuna yetiştiğimi anlamıştım. Nöbetçi öğretmen etütün başladığını keyifle haykırıyordu. Etüt odasına girip santrayı yaptığımda gizlenmek amacıyla kullanacağım ders kitaplarını yanıma almadığımı farkettim ve ayağa kalktım. Ayaklarım bu sefer isyan etmiş ve fazladan ücret alacağını ima etmeye başlamıştı. Kamuflaj malzemelerimi alıp yerime dönünce maçın içinde aktif olarak yer alacağımı anladım. Çünkü arkadaşlarım-belki de hocanın zorlamasıyla-sürekli bana pas atmaya başlamıştı. Ben de yeteri kadar uykunun verdiği güçle arabayı tekrar otobana bindirerek düşünce selinin içerisinde dolaşmaya başladım. AB’ye girmek bizi ekonomik olarak rahatlatacak olsa da bir Hristiyan birliğine kökten Müslüman olarak girmek bizim mahallede salyangoz satmak gibi geliyordu. Ama belki de AB’ye girmek patent almayı da kolaylaştıracak ve beyin peşkeşini bir nebze de olsa azaltacaktı.
Uzatmaların ilk devresini hazırlık paslarıyla geçirsek de ceza sahasına girecek fırsatı bulamamıştık. Rakibimiz trafik polisinin yardımıyla da olsa gerçekten iyi kapanmıştı. Devre arasında hocadan yediğimiz fırçanın maça doğrudan etkisi olmuştu. Kanatlardan mükemmel yükleniyorduk ancak ortalıkta gezinen trafik polisleri bizi otobanda bile hız yönünden sınırlıyordu. Ortalanan her top bir siren sesiyle gerisin geri dönerken bizim de maçı penaltılara götürmekten başka yapacak bir şeyimiz kalmamıştı. Yani patent almayı kolaylaştırma işini penaltılara bırakacaktık. Ama zaten bizim işsizlikten başka patentini alacak neyimiz vardı ki?
Etüt, yani uzatmaların normal süresi bitmişti. Ben de penaltılar için işi şansa bırakmamaya karar vererek kantine yönelmiştim. Kantinde bir süre oyalanıp odaya geldiğimde uzatmaların uzatmasının hala bitmediğini gördüm. Son bir kez takımım ortadan yüklenmeye çalışırken ben de yatağıma uzandım. Bir anda aklıma gelen mükemmel fikir ben hariç stattaki herkesin gözlerinin kamaşmasına neden olmuştu. Bu boşlukta gözlerimi kapatırken artık gözleri görmeyen kaleciyi de çalımlayıp boş kaleye golü atarak günün kahramanı olmak işten bile değildi. Ben, bir KMPFL öğrencisine yakışanı yaparak, AB’ye girmeye gerek görmeden bütün zorluklara katlanarak, beyin göçüne inat patentini Türkiye’de alacağım bir buluş gerçekleştirecektim. Böylece “genç ve dinamik” Türkiye “hasta dev Osmanlı”nın düştüğü duruma düşmeyecek ve her sabah ışık saçmaya devam edecekti. Ben bunları düşünürken yavaş yavaş günün sonu da gelmişti. Kaleciyi çalımladım, şutu çektim ve gol: “Ayaküstü Ayakkabı.”