Başınız Sağolsun...
Demekle olmuyor...
Ki çok uzun yıllara dayanır bu mesele.Her alanda konuşacak söyleyecek bir şeyleri olan devlet erkanı, her alanda susacak sandığı halkıyla iktidar mücadelesine "Kararlılıkla" devam eder.
"Devletin bekası için" diye başlayan cümlenin devamında kaç acı hikaye, kaç ölüm, kaç ağır yaralı olduğunu resmi kayıtlara göre belki çıkarıp bulmak mümkündür ama, kayıtsızlığın ortaya çıkardığı ruhsal travmaları ölçmeniz pek mümkün görünmemektedir.
Kahramanca, Haince...Ama aynı inatla geçmiş acıların üzerine çıkıp, geleceğini yok eden gençlerin, delikanlıların "inandıkları" kavramlar için birbirlerini boğazlamalarının haklı gerekçeleri vardır kimilerince.
(İnsan hariç) insanın yaftaladığı her kavrama kutsiyet bahşetmiş inanç sistemleri, devlet sistemleri ve hatta rant sistemleri, ölümün her türlüsüne güzellik katacak bir "isim" bulmakta kusursuzdur belki.
Belki yaşam standardının, hayat şartlarının, insanlık onurunun, adaletin eşitlik hak ve özgürlüklerinin kısacası böyle bir ortamda "yaşamanın" fazla bir getirisi olmadığına inandığı için, hayatı değil ama ölümü "yaşanmaya değer" gören gençlerimizin sayısı düşündüğümüzden çok fazladır.
Bu gençlere huzur, adalet, barış ve onurlu bir gelecek hazırlamakla yükümlü bizler, tıpkı geçmişte bizlere uygulanan sistematik süreçte olduğu gibi onları bambaşka duygu ve düşüncelerle yetiştirmekten kendimizi alıkoyamayız bir türlü.
Sığınacak onlarca "yönlendirmemiz" "hedef saptırmamız" "kamufle araçlarımız" vardır ya, bu sebepledir ki her ölüm bir nebze makbuldür vicdanlarımızda.
Ya şehittir ya gazi...
Aksi utanç vericidir.
Memleket için bir şeyler yapmamış yıllarca yapamamış olan insanların, en kestirme aklanma yoludur aynı zamanda.
Bir doktor, bir mühendis, bir sanatçı olmak için yıllara dayanan emek ve çabanın çok değer görmediği bir ülkede, tetiğe basarak bu iki kavramdan birisine kolayca ulaşabilir, bir anda ülkeniz adına kahraman oluverirsiniz.
Davul ve hatta zurnalar eşliğinde eğlenerek ölüme gönderilmenin yadırganmadığı bir ülkedir yaşadığınız yer. Ve bir ele, bir ayağa, bir çift göze, bir hayata "Bedel" biçen sistemin "eşitlik" kavramında, yaşamaktan onur duyulması gerektiği söylenmektedir acılı ailelere.
Dirisine "Kardeş" ölüsüne "Leş" derken "ötekinin" gözüyle bakmadan berikinin sözüne duyduğumuz derin inanç, bizleri her ne kadar insanca yaşamaktan alıkoysa da, anlamak ve algılamak adına yaptığımız çok fazla bir şey yoktur.
Öfke ve Nefretten başka...
Oysa bayrakları bayrak yapan, insandır...Ama;
Bayrağın öncesine, kendisine takılıp kalmış insan gözü, o bayrağın gölgesinde olup bitenden habersiz sefil bir hayat sürmekten öte, o bayrak uğruna Kan kaybından ölmek üzere olan bir toplumun ferdi olduğunun bir türlü farkına varamaz.
Bayrakları bayrak yapan, insandır...Ama;
Kahramanlık dolu hikayelerin anlatıldığı ve yüzyıllara yayılan savaş, fetih, ölüm süreçlerinde kendine bir yer bulma çabasında olan sorgulama özürlü halk kitlesi kendi oturduğu dalı kesmekte olduğunu bir türlü anlayamaz.
Çünkü;
Yıllarca süre gelen baskı, fişleme, sürgün, ayrıştırma, tek-tip’ leştirme çabalarını devletin beka’sı için elzem gören zihniyetin, bize anlattıkları ile, ortadaki sorun, birbirinden çok farklıdır.
Çünkü bahsettiği kahramanlık, vatan, lider, özgürlük, eşitlik, ihanet, hain gibi kavramlar şu an itibari ile iki bakış açısına sahiptir.
Ve bu iki bakış açısına sahip olan kitle, Misak-ı Milli ve 1.TBMM kararında şöyle tarif edilmektedir.
"Misak-ı Milli sınırları içinde iki kardeş kavim Türk ve Kürt kavmi yaşar"
İşte ihanet dediğimiz ve ülkeyi kana boğan sürecin başlangıcı, bu kararın aksi uygulamasının devlet politikasına dönüştürülüp uygulamaya sokulmasıyla başlar.
Yıllar içinde o bölgenin ihmal edilmişliği, geri bırakılmışlığı, o bölge insanını rencide eden uygulamaların kasıtlı olarak devreye sokulmuşluğu, Diyarbakır cezaevi süreçleri, Kürtçenin yasaklanması, Kürt kimliğinin yok sayılması gibi yanlış ve kasıtlı uygulamaların nedenleri, kimler tarafından tezgahlandığı gibi konulara değinmeyeceğim.
Asıl önemli olan konu, varılan bu noktada bu iki kavmin birbirini gerçekten ne kadar anladığı ve algıladığı konusudur.
Devletin isimlendirdiği şekliyle "Terör Örgütü" dediğimiz ayrılıkçı unsur o bölge insanı için ne ifade etmektedir.
"Terörist başı" diye konuşup yazdığımız Abdullah Öcalan, o bölge insanı için nasıl bir değer ifade etmektedir.
Türk Silahlı Kuvvetleri dediğimiz ve "Mehmetçik" diyerek bağrımıza bastığımız kurum, o bölgede nasıl bir algılamaya sahiptir.
Ve her şeyden önemlisi...
Duyduğumuz zaman bile sinirlendiğimiz "Gerilla" kelimesinin o bölge insanı için gerçek anlam ve ifadesi nedir.
Bir avuç eşkıya? Terörist? Hain?
Bunlar resmi kayıtların zihinlerimizde şekillenen hali. Ya gerçek?
Kendimi bildim bileli bu örgütün sayısının Beş bin civarında olduğu söylenir.
Özellikle 90’lı yıllarda tırmanan örgüt eylemlerinde bu güne kadar binlerce örgüt elemanı öldürüldü.Binlercesi iş göremez noktada yaralandı.Bu güne geldiğimizde takriben 30 yıllık bu süreçte söylenen rakam yine aynı.Takriben Beş bin.
Değişmeyen Beş bin rakamına karşılık değişen ölüm rakamları önce yirmibin sonra otuz, sonra kırk ve şimdilerde elli bine dayanmış durumda.
Ne ordumuzun ne PKK’nın sayısında bir eksilme yok.
Eğer bu gerçekten bahsedildiği gibi bir "Terör örgütü" olmakla sınırlı ise, şimdiye kadar en az 5-6 defa yok edilmesi gerekirdi.
Ama böyle bir "Terör örgütü" bölgesel halk desteğine sahip ise ve kayıpların yeri o bölge insanı tarafından durmadan dolduruluyorsa...
O zaman bir gerçeği iyi anlamamız gerekiyor.
Bu bir Kitle mücadelesidir.
Ve Kürt halkının desteği olmadan sona erdirilemez.
Yani ülkemi beraber kurduğum, bağımsızlık mücadelesini birlikte verdiğim bu insanların beni, benim onları anlamamla mümkündür bu kavganın sona ermesi.
Gerçekler ne kadar acıtsa da.
Ki hayatının baharında gencecik bakışları ile askere giden hiç bir evladı, zihnimde yüreğimde oluşacak acıya değişmem.
Kaldı ki, birbirine tetik çeken bu insanların büyük bir bölümü aynı toprağın çocukları. Kavimleri ne kadar farklı olsa da, birbirini tanıyan, konuşan, gerektiğinde bölüşen insanlardır.
İşte bu gerçeklik İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Manisa’da, Erzurum’da kısacası bütün illerimizde an ve an yaşanırken, aynı zamanda güneydoğuda yine bu insanların birbirini öldürmek için verdiği savaş ne yaman çelişkidir.
Ortada bu kadar ölüm varken barış içinde yaşamaktan söz edilebilir mi?
Yakın bir zamana kadar buna olan inancımı kaybetmiştim.
Ta ki Leyla Zana’nın kısa bir süre önce söylediği sözler içerisinde kurduğu bir cümleyi duyana kadar.
"Kürtlerin haklı talepleri için mücadele veren BDP, yeri geldiğinde Karadeniz’deki çay üreticisi için de mücadele verse fena mı olur? "
Yıllarca inandığı değerler için mücadele etmiş, hapis cezası almış, beğensek de beğenmesek de bu uğurda çile çekmiş ve "öteki" diye bildiğimiz kızdığımız bir insanın cümlesidir bu.
Ve çok şey anlatıyor...Her iki tarafa da...
Ancak beyinlerimiz öylesine faşizan söylemler, ırkçı sloganlar ve bunları masum gösteren, haklı gösteren "kutsal" simgelerle dolu ki, bunca kirlilik içinde "insani" kavramları bir türlü anlayamıyoruz.
İşte bu yüzdendir ki...
Henüz 8-9 yaşında olan kürt çocuklarının örgüt üyesine "Gerilla" "Asker" demesine sinirlenip kızarken, onun dünyasında bizim neleri yanlış yaptığımızı gerçek anlamda fark edemiyoruz.
Çünkü bizler de "Ötekiyiz" o duruşta...
Gazete manşetlerine bakıyorum.
Yine şehitlerden bahsediyor.
"Hain"lerin karakol bastıklarından.Yüzlerce "Terörist" öldürüldüğünden.
Yani iyiden ve kötüden...Kahramandan ve hainden...Yani şehitten ve "ölü ele geçirilenden"...
Yani sevilenden ve sövülenden...Yani bizimkinden ve ötekinden...
Yani aslında zihnimizde çoktan böldüğümüzden...Ayrıştırdığımızdan...
Bunca bir arada yaşarken...
Oysa asıl gerçek hepimizin ve her iki tarafın zihnimizde birer "bölücü olduğumuz" gerçeğidir...
Bir askere üzülmüyor ve seviniyorsa Kürt vatandaşı...Evet bölücüdür...
Dağdakilere üzülmüyor ve seviniyorsa bir Türk vatandaşı...Evet bölücüdür...
Çünkü ölenlerin hepsi, her gün konuştuğumuz, alış veriş yaptığımız, tokalaştığımız, selam verdiğimiz birbirine karışmış binlerce insanın yakınlarından birisi...
Nefretle, sloganlarla, ahmakça bir savaşa davul zurnayla gönderip, tabutla geri aldığımız çocuklara kutsal anlamlar yükleyip şeref payesi vermekle vatan sevilmez...
Bu çocukların böyle kolay harcanıp gitmesine engel olacak bunu durduracak zihinler, düşünceler gerekir önce...
Bu da "Yürü aslanım" "Koçum" "Yiğidim" komutlarıyla başarılacak bir şey değil.
Hatalar yapılmıştır...
Yanlışlar sürmektedir...
Ve her iki taraf hızla Irk’çı bir düşünceye yönelmektedir...
İşin en acı ve dayanılmaz tarafı da...Bütün bunlar yapılırken, gencecik insanlar kullanılmakta ve öne sürülmektedir.
Türkler ve Kürtler...
Birbirini öldürecek kadar zalim ve sonra birbirinin yüzüne bakıp selam verecek kadar riyakar olmaktan vazgeçmek zorunda...
Yoksa daha çok delikanlı ölüp gidecek...
Ve onlar ölüp giderken...
Onların kanları üzerinde yaşamaktan utanmadan devam edeceğiz hayatımıza...
Ölen her gencin "anneleri" içindir son cümlem...
Başınız sağolsun...
Saygılarımla...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.