- 744 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KORUNMA
Nedense bu yıl Eskişehir beni bu kez çok yormuştu. Her zaman severek gezdiğim sokakları, hamam yolu caddesi bütün güzelliğine rağmen sıkıntılarımı gidermemişti. Sinemaları eskisi kadar ilgimi çekmiyordu. Eskişehir adına, tatar börekçisinin dışında hiçbir şeyi aramıyordum. Sınıfları çift dikiş geçtiğim okulun son sınıfı bunaltmıştı. Köprübaşından porsuk çayının kenarında ilerleyen piknik alanları pislik içindeydi. Dolaşırken insanın içini karartıyordu. Eskişehir Ticari İlimler Akademisi, Akademiler içinde ünlü bir yere sahipti. Hemen herkes Eskişehir’de okuyanların hemen iş bulabileceklerini söylüyorlardı. Hâlbuki bana pek öyle gelmemişti. Heyecanla başladığım okul artık bıktırmıştı. Bu yıl, okumaktan nefret ediyordum. Sınavlar, Eskişehir’e gelip gitmeler bıktırmıştı. Bir an önce bitirip bir daha Eskişehir’e gelmeyi düşünmüyordum. Aslında 1975 yılı benim için hiç iyi gitmiyordu. Eskişehir’e gelmeden de birçok aksilik yaşamıştım. Belki de, 1975 yılı hayatımın karabasan yılı olacaktı. Hiçbir şey istediğim gibi gitmiyordu. Kişisel problemlerin gün geçtikçe artıyor. Aile içindeki problemler beni geriyordu. İşyerindeki sorunlar olaylara tuz biber oluyordu. Her zaman birlikte dolaştığım yakın arkadaşımın İstanbul’a gidişiyle tamamen yalnız kalmıştım. İçimi yakan, beni sımsıkı yakalayan sorunlarımı içtenlikle paylaşacak kimsem yoktu. Sokaklarda yalnız yürümeyi hiç sevmezdim. Arkadaşım gidince sokaklarda yalnızdım. Yalnızlığımla sorumlarım iyice büyüyordu. Ruhum yapım bozulmuş. Düşüncelerim dağılmış. Gelecek endişesi yaşıyordum. Eski benden hiçbir eser kalmamıştı. Dengeli, tutarlı, ne dediğini bilen, kararlı halim gitmiş, panik içinde, ne yapacağını bilmeyen biri olmuştum.
Gelgitlerimden, mantıksız, akılsızca işlerden yorulmuştum. Delikanlılık çağımın en deli günleriyle baş etmeye çalışıyordum. Aileden aldığım terbiye, okuduğum kitaplardan edindiğim etik değerler nedeniyle, yanlışlarda işim olmazdı. Sigara dışında kötü alışkanlıklarım yoktu. Küçüklüğümde içki içen babamın bıraktığı kötü izler içkiye düşmanlığımı artırmıştı. İçenleri sevmez, asla ağzıma koymazdım. Geleneklerimizdeki kadın erkek arasındaki ayrılıkçı düşüncelere karşı tepkim büyüktü. Özellikle değişik kültürlerden okuduğum, hikâye, roman, bilimsel, fikri kitaplardan elde ettiğim insanlıkla, toplumun bana kazandırmak istediği insanlık arasında büyük farklar vardı.
Erkek arkadaşların her türlü cinsel arayış içine girip, tatminlere ulaştıktan sonra, evlenecekleri kızların bakire olmalarını şart koşmaları beni şaşırtıyordu. Etrafımda yüksek okul okuyan erkek arkadaşlarımın hemen her biri mutlaka karşı cinsten biriyle gayri meşru ilişki kurmuştu. Kimi evli kadınlarla, kimi kızlarla, kimi de genelevine giderek, cinsel ihtiyaçlarını gideriyorlardı. Kaç kez, arkadaşlarla akşam gezisine çıktığımızda, bana fark ettirmeden genelevinin kapısında olurduk. Onlara kızar, bağırır, çağırır, onları orada bırakır geri dönerdim. Bazen de normal karşılar, onların işini bitirmelerini dışarıda beklerdim. Bütün bunlar inançlarıma, düşüncelerime yanlış geliyordu. Daha on dört yaşlarındayken, etrafımda konuşan ağabeylerimin konuşmalarından tiksinmiş, kendi kendime söz vermiştim. “Ben evleneceğim kızın bakire olmasını istiyorsam, kendim de ona bakir varmalıydım” Bu benim etik değerlerimin temeliydi. Kadın erkek arasındaki eşitlik konusunun can damarıydı. Kadın erkek eşitliğini savunan etrafımdaki insanların, gezmeye, tozmaya, cinsel ihtiyaçlarını tatmine gelince kendileri adına istedikleri kadar geniş olan, ama evlenmeye gelince temiz, bozulmamış, hiçbir erkekle yatmamış, gezmemiş, elini erkek eline dokundurmamış aile kızları istemelerine şaşırıyordum. Onlara bazen, “kardeşim, sizler ihtiyaçlarınızı giderecek kızları bulup işinizi görüyorsunuz. Aynı şekilde kız kardeşlerinizde başkalarıyla gezse, tozsa, yatıp kalksa ne yaparsınız?” dediğimde “onları öldürürüz” diyorlardı. Ama kendileri başkalarının kız kardeşleriyle her türlü haltı yiyorlardı. Yüzlerine bu çelişkilerini vurduğum zaman beni sevmiyorlardı. Hatta beni çağ dışı ilan edip, “yahu kardeşim sen ormanda mı yaşıyorsun? Sen hangi devirde yaşadığını biliyor musun?” diyorlardı. Cumhuriyet devrinde kadınlara büyük haklar verildiği söylenmesine rağmen, erkeklerin tatmini için genelevleri yasayla açılmıştı. Erkek yöneticiler bir taraftan kadın haklarından söz ederken, diğer taraftan, parasını vererek erkeklerin ihtiyaçlarını giderecek yasal mekânlar (genelevleri) açmışlardı. Erkeklerin ihtiyaçları, yasaların izniyle, polislerin kontrolü altında giderilecekti. Genelevlerine düşürülen kadınların, kızların haklarını arayan hiç kimse yoktu. Toplumumuzda hiçbir kadın, kız, kendi isteğiyle, arzusuyla genelevinde çalışmak istemezdi. Mutlaka birilerinin oyununa, tuzağına düşürülmüş, hakları gasp edilmiş, zorlanmış kadınlar çalıştırılırdı. Yasalar onları yakalayınca haklarını aramaz, ellerine vesika vererek, “gayri meşru değil, yasal çalışın” derlerdi. Böyle bir mantıkla kadın erkek eşitliği nasıl olurdu? Erkekler kısaca diyorlardı ki, “erkeklerin ihtiyacı var, onlara cinsel ihtiyaçlarını tatmin edeceği yasal mekânlar hazırlayalım”. Peki, kadınlar aynı şeyi isteyip, “bizde erkeklerin çalıştırıldığı genel evleri istiyoruz, canımız istediğinde gidip paramızı bastırarak ihtiyaçlarımızı gidereceğiz” deselerdi ne olurdu? Kim onlara haklısınız, bu sizin kadın erkek eşitliği doğrultusunda en tabii hakkınız derdi. Genelevleri yasasını çıkaranlar mı? Kadın erkek eşitliğini savunan kadınlar, erkekler mi? Toplum mu?
Toplumun dindar kesimleri, devletin yetkili organı Diyanet teşkilatı bile bu yönde itirazlarını koymazlar. Sanki genelevlerinin kurulmasını doğal sayarlardı. Hâlbuki dinin en şiddetli cezalarından birisi zina cezasıydı. Evlilik dışındaki bütün kadın erkek ilişkilerini din zina sayıyordu. Elbette laik devlet yasalarını dine göre yapmayacaktı. Ama laik devlette bile yaşasa, inananlar olaylara dinine göre bakmalı değil miydi? Kadınların zorlanması, ele geçirilmesi, paralı veya parasız üzerlerinden cinsel ihtiyaçlarının karşılanması, kadın haklarına aykırıydı. Kadın erkek eşitliğine aykırıydı. Ama kimse bunun üzerinde durmazdı. Kimse bunun üzerinde durmadığı gibi, genelevlerine karşı düşünceler oluşturulduğunda, ülkenin siyasetçileri, aydınları, medyası ateş püskürürdü. Oradaki kadınların haklarını savunup, onları özgürlüklerine ulaştıracaklarına, kalan hayatlarına teminat olacaklarına, onların özgürlüğünü savunan, genel evlerinin kapatılmasını savunanlara karşıydılar. Bütün bunları anlamak mümkün değildi.
Her neyse, toplumumuzda evli erkeklerin, başka bir kadınla yaşayıp karısını aldatması yerine, genelevine giderek ihtiyacını karşılaması normal sayılırdı. Küçükken mahallemizdeki bir kadın, kadınlarla konuşurken, “adama bak yahu, madem canın kadın çekti, git genelevine tatmin ol gel, ne işin var başka kadınlarda?” demesini hiç anlayamamıştım. Evlenmemiş erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını gidermek için genel evlerine gitmeleri normal sayılırdı. Mahallemizden birisi oğlunun kadınlara karşı beceriksizliği gitsin diye, bizzat kendisi oğluna nezaret ederek, birlikte genelevine gittiğini anlatmıştı. Bunu duyunca şok olmuştum. Erkekler kendilerinin, kızlara, kadınlara karşı acemilikleri, beceriksizlikleri gitsin, çocuklar açılsın diye kurdukları düzeni, kadınlar, kızlar lehine kurmak mümkün müydü? Anneler de, kızlarımız erkeklere karşı acemiliğini, beceriksizliğini gidersin diye böyle bir şey yapabilir miydi? Bu yönde kendilerini erkeklerle eşit tutabilirler miydi?
Bütün bu düşünceler içimi kavuruyordu. Toplumun, aydınıyla, cahiliyle, Müslüman’ıyla, ateistiyle, laikiyle içine düştükleri çelişkilerden iğreniyordum. Her türlü yönden okuduğum kitaplardan edindiğim insanlık değerleri, kadına da, erkeğe de, eşit haklar sunuyordu. Hiç biri diğerinden üstün değildi. Benim kararımda bir acayiplik yoktu. Ben evlenirken bakire bir kız istiyorsam, kendimde bakir olmalıydım. Ben kendime evlenmek için temiz bir kız istiyorsam, kendim de temiz olmalıydım. Toplumun yargısı olan, gayri meşru kadın erek ilişkilerinde erkekler kirli sayılmaz, bu tür konular kadınların lekesidir inancı, ne kadar itici, ikiyüzlü, sahtekârcaydı. Hele bu tür düşünceleri kadın erkek eşitliğini savunanlardan duyduğumda tüylerim diken diken oluyordu. Kadınlarla gayri meşru ilişkiler kuran erkekler için “elinin kiridir” derken, aynı şey neden kadınların namusu sayılıyordu?
Bugün okuldan yorulmuş, Eskişehir’den bıkmış, düşüncelerimdeki temizliğin toplumdaki çatışmalarından gerilmiş, ne yaptığını, ne yapacağını bilmez biriydim. Yirmi beş yaşında delikanlılığın şıvgınlığını yaşayan biri olarak, toplumdaki kirliliklerle boy ölçüşmem zordu. Hele geçmişte Ankara’da yaşarken, İslam Enstitüsünden mezun olmuş bir arkadaşımın, yanıma misafir geldiğinde, “nişanlandığını, yakında evleneceğini, gerdeğe acemi girmek istemediğini, genelevine gitmek istediğini, bana genelevinin nerede olduğunu sorunca” beynimden vurulmuşa dönmüştüm. O günkü konuşmadan sonra arkadaşla ilişkimi kestim. Her aklıma geldiğinde bu tür insanlıktan iğreniyordum.
Düşünceler beni sarsmaya başladığı zaman, “toplumdaki bu tür anlayışlara karşı acaba yanlışı olan ben miyim?” diye düşündüğüm zamanlar oluyordu. Sürekli oraya buraya seyahat ediyordum. Yollarda türlü trafik kazalarına rastlıyordum. Bazen hiçbir kadınla ilişki kurmadan ölüp gidersem düşüncesi aklıma geliyor, deliye dönüyordum. Etrafımdaki arkadaşların ballandıra ballandıra anlatmaları aklıma geliyor, böyle bir zevkten mahrum olarak dünyadaki ömrüm biterse yazık olur düşüncesi beynimi delip geçiyordu. Hele bu sefer, her şeyin beni yorduğu bir dönemde, yine aynı düşünceler beynimi kemirmeye başlamıştı. Yüksel okul arkadaşlarımdan kadınlarla, kızlarla yatmayan kalmamıştı. En azından mutlaka genelevine giderek ihtiyaçlarını gidermişlerdi. Bense temizlik adına, eşitlik adına, inançlarım adına, erdemlilik adına direniyordum. Nereye kadar? Neredeyse bütün toplumun hoş gördüğü, hatta mazbut, dindar, mutaassıp köylerden, kasabalardan genelevlerine akşamları minibüs kaldırıldığı bir toplumda yaşayan olarak, nereye kadar sabredebilirdim?
İmtihanlarımı tamamlamıştım. Henüz saat 16:00 civarıydı. Memleketime gidecek otobüsler gece yarısı 00:30 veya 01:00 de Eskişehir’den geçiyorlardı. Bu psikolojiyle Eskişehir’de vakit geçiremezdim. Duygularım kararmış, inancım zayıflamış, iradem altüst olmuştu. “Gençliğim, ömrüm bitip gidecek hiçbir kadınla ilişki kurmadan ölüp gideceğim” demeye başladım. Düşünceler kafamda dolaşırken içimdeki şeytan destek veriyordu. Kim duyacak? Ne olmuş yani? Senden başka kim böyle bir budalalığı yapıyor? Git genelevine rahatla… Herkes böyle yapmıyor mu? Nasılsa ilişki kurabileceğin ne kız var, ne de kadın. Seni ancak genelevi paklar. Şeytan bütün fitnesiyle beynime hâkim olurken, aklıma Afyon’u düşürdü. “Buradan Afyon’a gidip oradaki genelevine gideyim. Burada belki gören olur.” Afyon’daki genelevinin nerede olduğunu biliyordum. 17 yaşındayken bir haftalığına Afyon’a arkadaşımın yanına gelmiştim. Onunla gezerken bir gün önünden geçmiştik. Garaja yakındı. Arkadaşımın Afyon’da bir arkadaşı vardı. Kadınlara düşkün biriydi. Konuşmaları sırasında genelevinin akşam 10:00’da, yani 22:00 ‘ de kapandığını söylemişti. Hayret nasıl oluyordu da bütün bunlar aklıma geliyordu? Biliyorum içimdeki şeytan her şeyi kendi lehine çeviriyordu. Bende buna çanak tutuyordum. Artık bende normal bir insan olmaya karar vermiştim. Zira benim yaşımda birinin hiçbir kızla, kadınla ilişki kurmaması, normal değil anormallikti. Benim temizlik adına kararlarımı duyan hemen herkes “deli bu” diye yüzüme bakıyordu. Kısacası ben bu sefer zayıf yakalanmıştım. Şeytan, nefsime, aklıma, kalbime hâkim olmuştu. Eğer kadınla ilişki kurmakta bir tat varsa, tatmadan durmak istemiyordum. Bende lezzeti tadanlar kervanına katılmak istiyordum. Belki genelevine gideceğimi, gittiğimi kimseye söylemeyecektim. Herkese karşı ben de ikiyüzlü, riyakâr olacaktım. Olsun, ne çıkar? Herkes öyle değil miydi? Dürüstlüğe, namusluluğa gelince herkes lafta en dürüst, en namuslu değil miydi? Önüne gelen kızla, kadınla yatmayı düşünen, fırsatını yakalayınca yatan, ama evleneceği zaman hiçbir erkekle yatmamış, eli dahi erkek eline değmemiş kız isteyenler, dürüstlüğü, namusluluğu kime kaptırıyorlardı ki? Trafiği az yolda otelime doğru giderken, “bir kereden ne çıkar? Merakımı bir kez olsun gidereyim. Hoşlanmazsan bir daha gitmem diyordum. İnançlarıma, aile terbiyeme, etik değerlerime, düşüncelerime aykırı olduğunu biliyordum. Hayatıma egemen olan Allah korkusu bile artık bana yetmiyordu. Gençtim, ileride tövbe ederdim. Hele evlendikten sonra bir daha asla böyle şeylere itibar etmezdim. Ben gencim. Mecbur durumdayım. Tek başına temiz olmak bana ağır geliyordu. Artık bu yükü çekebileceğime inancım giderek zayıflamıştı. “Evet, evet, koyunun bacağını kırmalıydım. Hiç olmazsa bir kez olsun bir kadınla yatmalıydım. Kendisiyle yatabileceğim hiçbir kız yoktu” Düşünceler içimi kavururken gelgitlerim artıyordu.
Ne oluyor ya? Bugüne kadar sabretmişim. Okul bitiyor. Yakında evlenirim. Temiz inancımı, düşüncelerimi, hayatımı, benliğimi kirletmenin anlamı yoktu. Sağduyum bana böyle sesleniyordu. Tüm kirli düşüncelerime, kararlarıma karşı itiraz yükseltiyordu. Ama bu sefer şeytan üstündü “ya evlenmeden ölüp gidersen? O zaman ne olacak? Allah’ın insana verdiği lezzet tatma hakkını kullanmadığın için kendini suçlamayacak mısın?”
Yolda yürürken etrafımdaki insanların yüzüne bakamıyordum. Beş yıl boyunca defalarca bu sokaklardan gelip gitmiştim. Karşıdaki büfeciyi tanıyordum. Şu vitrinden kaç defa içeriye bakarken, “buyur kardeşim, içeride çok çeşidimiz var” diyen dükkân sahibi gözlerimin içine bakıyordu. Biraz ileride sabahları simit aldığım Ali amca vardı. Onun yanından geçmeye utanıyordum. Hemen sağa saparak yolu değiştirdim. Sanki Ali amca gözlerime bakınca, içimdeki düşünceleri anlayacak gibiydi. Ona yakalanmaktan korkuyordum. Mertlik, dürüstlük adına Ali amcayla ayaküstü sohbetler etmiştik. Onun Akademide okuyan öğrencilerin davranışlarına kızdığını biliyordum. Kızların, erkeklerin serbest tavırlarına sinir oluyordu. “Bunların anaları babaları yok mu? Utanmadan yol ortasında sarmaş dolaşlar. Öpüşüyor, koklaşıyorlar. Bu ne terbiyesizlik?” diye hayıflandığını biliyordum. Şu an kendimi onun tiksindiği insanlardan görüyordum. Bunu anlamasın diye ondan kaçabildiğim kadar kaçtım.
Otel kapısından içeri girerken Mustafa dayıyı gördüm. Hayret Mustafa dayı genelde akşamları olurdu. Bu vakitte daha çok yirmi yaşlarındaki Murat otel girişinde bulunurdu. Mustafa dayı beni görünce, “Ne o yeğen, ne var ne yok? Duyduğuma göre bugün imtihanlarının son günüymüş” “Evet Mustafa dayı son günü” “Peki ne yapacaksın? Otelde kalacak mısın, yoksa gidecek misin?” “Gideceğim. Yukarıya eşyalarımı almaya çıkıyorum. Hesabımı hazırla ödeme yapayım” “Tamam yeğen” Mustafa dayı çok iyiydi. İmtihana geldiğim zamanlar genellikle onun otelinde kalırdım. Mustafa dayının öğrencilere karşı ayrı bir düşkünlüğü vardı. Her zaman liste fiyatından %20, %30 daha ucuz öğrencilere oda kiralardı. Hele öğrenciler dört kişilik odalarda, dört kişi birlikte kalırlarsa iki kişilik para alırdı. Nedenini de “dört kişilik odalar zaten iki kişilik ediyor. Hiçbir zaman dört kişi yatmıyor” derdi. Bizim için fark etmiyordu. Dört kişilik odaları da öyle dar odalar değildi. Aksine büyük salonlar gibiydi. Elbette yapancılar aynı odada dört kişi kalmaktan korkarlardı. Ama bizler öğrenciler olarak artık birbirimizi tanır hale geliyorduk. İşimize de geliyordu. Birlikte oda tutuyor. Birlikte yemeğe, okula gidiyor. Birlikte ders çalışıyorduk. Otel şehrin merkezindeydi. Önünden porsuk çayı geçiyordu. Otel odamızdan dışarıya baktığımızda, porsuk çayının kenarında şehrin lüks otelleri ve mağazaları vardı.
Odama giderek toparlandım. Odada hiç kimse yoktu. Herhalde diğer arkadaşlar gitmişlerdi. Aşağıya inip otel paramı ödedim. Mustafa dayıyla helalleştikten sonra, Murat’a selam söyledim. Kapıdan çıkarken arkamdan Mustafa dayı sesleniyordu. “Seneye buradasın değil mi” “Evet, hoşça kal, görüşmek üzere” Elimde valizim otogara doğru yürürken, artık her şeyden vazgeçmiş kendimi rahatlatmak istiyordum. Genelevi kadını dahi olsa, ben de bir kadınla ilişki kurmalıydım. “Yetti artık. Yetti artık. Yetti artık” diye söylenerek yürürken adımlarım hızlanmıştı. Sanki böyle bir karar vermekle bunaltılarım dağılmıştı. Erdemlerin, eşitliğin, temizliğin canı cehennemeydi. Bunları savunuyordum da, kim kıymet biliyordu? Etrafımdaki insanlar yaşadıklarını ballandırarak anlatırken bana düşen onları seyretmek mi olacaktı? Bazen “belki söylediklerinin çoğu yalandır. Yamadıkları şeyler dillerine düşmüştür” diyordum. Olsun. Ben artık kararlıydım. Kararımdan hiç kimse döndüremezdi. Hesabım sadece Allah’aydı. Allah zalim değil adalet sahibiydi. Beni anlardı. İçine düştüğüm sıkıntıyı ondan başka kim bilebilirdi? Bütün bu zevkleri insana veren Allah değil miydi? Allah zalim değildi ki? Hem zevk verecek, hem niye tattın diye cezalandıracak. Evlenme imkânı vardı da ben mi evlenmedim. Eskiden ne güzelmiş. Delikanlılar erken yaşlarda evleniyorlarmış. Benim yaşıtlarımın çoğu evlenmişti. Allah bunları bilmiyor mu? Hatta bazı arkadaşlarımın ilkokula giden çocukları vardı. Onlar kadın erkek ilişkisinin zevkini tadarlarken ben niye geri kalayım? Eğer benim durumumda olan birinin genelevine giderek kendini tatmin etmesi suçsa, ben bu suçu işleyecektim. Allah beni bu konuda suçlu sayıyorsa af dilerdim. O nasılsa af ederdi. İçimden bir ses “aferin, aferin, tamam işte, ne olacak ki? Suç varsa, günah senin sevap senin” diyordu. Fısıldayanın şeytan olduğunu biliyordum.
Bugün cumartesi, yarın pazar. Afyon’a gider, genelevine uğrar, kendimi tatmin eder, otelde kalırdım. Pazar günü de memleketime giderdim. Nasılsa Pazar günü iş yoktu. Eskişehir’le Afyon arası iki buçuk saat sürüyordu. Şehrin merkezinde, porsuk çayının hemen yanındaki otogar küçük ama çok şirindi. Diğer otogarlardan farklı olarak, yer altı çarşısı vardı. Çok güzel bir çarşıydı. Oradan aldıklarımın hepsi kaliteli çıkmıştı. Otogara girdim. Girişteki yazıhaneye “Afyon arabaları nereden kalkıyor?” diye sordum. Gösterdikleri yazıhaneye doğru yürüdüm. Yazıhanede babacan biri oturuyordu. Onun yüzüne bakınca, hangi niyetle Afyon’a gittiğim aklıma gelerek utandım. Sanki adam yüzüme bakınca anlamış gibiydi. “Buyur oğlum” sözü içimi sızlattı. Bir an vazgeçmeyi düşündüm. “Vazgeçme, kararını uygula, tam sırası, böyle bir fırsat bir daha eline geçmez” diyen içimdeki şeytan bana güç veriyordu. “Tamam, tamam, vazgeçmiyorum, kararlıyım, ne olursa olsun kararımdan dönmeyeceğim” Yüzüme dik bakarak cevabımı bekleyen yazıhanedeki adama, “Afyon’a bilet istiyorum” Akşam 06:00 da var. (18:00 yani). Hemen hesapladım. Yol iki buçuk saat sürse, saat 20:30 da Afyon’dayım. Bana 01:30 saat kalıyordu. Tamam dedim bileti aldım. Otobüsün hareketine iki saate yakın bir zaman vardı. Çarşıya inip dolaşmaya başladım. Aklıma yemek geldi. Yemek yemezsem, aç kalırdım. Yolda otobüs yemek molası vermezdi. Afyon’a iner inmez genelevine gidecektim. Ondan sonra hiçbir yerde yemek bulamazdım. Her zaman yemek yediğim otogara yakın, porsuk çayının kenarında bulunan lokantaya gittim. Lokanta tipik halk lokantasıydı. Müşterilerinin çoğunluğunu, esnaf, etrafındaki otellerde kalan öğrenciler oluştururdu. Arkadaşlarımın evinde kalmaz, otelde kalırsam burada yemek yerdim. Bu lokantada öğrencilere en az %20 indirim yapıyordu. Eskişehir gerçekten bu yönden çok güzel bir şehirdi. Öğrencilere önem veriyor, onların Eskişehir’deki yaşamlarını kolaylaştırıyorlardı. Bazı şehir tersini yapardı. Öğrenciye kazık atarlardı. Kendimi aç hissetmediğim halde, ne olur ne olmaz diye tıka basa yedim. Artık iyice doymuştum.
Lokantada bir saatten fazla oyalanmıştım. Zaman var diye acele etmiyordum. Saate baktım, bir de ne göreyim, yarım saat kalmış. Hemen otogara doğru yürümeye başladım. Otobüs yazıhanenin önüne yaklaşmıştı. Eski bir Mercedes. Otobüsü görünce “eyvah, bu otobüsle Afyon’a zor varırız” diye söylendim. Başka çarem yoktu. Valizim ufaktı. Arabanın içindeki eşya konacak bölüme koymak için otobüse girdim. On altı numaralı koltuk benimdi. Arabanın sağ tarafı. En sevdiğim koltuk numaraları, dört, sekiz, on iki, on altıydı. Arka koltukları sevmezdim. Hele arabanın sol tarafında seyahat etmeyi hiç sevmezdim. Sol taraftayken karşıdan gelen arabalar üzerime geliyor gibi olurlardı. Valizimi yukarıya yerleştirdikten sonra otobüsten indim. On beş dakika vardı. Otobüsler arasında, otogarın meydanında, yazıhaneler önünde oyalanmaya başladım. İkide bir saate bakıyordum. Sanki içimde kötü bir his vardı. Otobüs zamanında kalkmayacaktı. Aklıma gelen düşünceler beni geriyordu. Şeytanı dinliyor, kararımı uygulama noktasında hiçbir aksiliğin olmasını istemiyordum.
Şoförün otobüse bindiğini görünce sevindim. Tam saatinde kalkacağı belliydi. Hemen otobüse bindim. Uzaktan yanımdaki koltuğun boş olduğunu görünce sevindim. Yanımda birisi olunca konuşmak zorunda kalabilirdim. Aslında otobüslerle seyahat ederken çok konuşurdum. Ama bu sefer asla kimseyle konuşmak istemiyordum. Sanki konuşursam foyam meydana çıkardı. O zaman yerin dibine geçerdim. Hele yanıma oturan kişi, Afyon’a genelevi için gittiğimi anlarsa ne hale gelirdim? Yerime oturdum. Otobüs fazla kalabalık değildi.
Otobüsün hareket saati geldi. Hala otobüs hareket etmedi. Arkaya doğru gelen muavine, “otobüs saatinde kalkar mı?” dedim. “Bir yolcu bekliyoruz, gelince kalkacağız” dedi. Hayda, bir yolcu, ne zaman gelir ki? Üzerime karabasanlar çökmeye başladı. “Bugün bu iş olmayacak” diye hayıflanıyordum. “Bugün bu iş olmayacak. Yine aynı kalacağım” Arka taraftan muavinin sesini duydum. “Koş kardeşim koş, haydi seni bekliyoruz. Yahu daha demin buralardaydın nereye kayboldun, seni görüyordum” “Tuvalete gittim” “Şimdiye kadar niye gitmedin, bak bu kadar yolcu seni bekliyor. Ayıp değil mi?” Muavin geç kalan yolcunun genç, çocuksu bir delikanlı olduğunu görünce bastırıyordu. Şöyle iri kıyım veya kelli felli bir olsaydı bu lafları söyleyebilir miydi? Yolcu binerken, muavin arkadan bağırıyordu. “Gel, gel, gel”
Nihayet hareket ettik. Otobüs şehrin dar sokaklarından ilerlerken, akşam güneşinin ışıkları camlara vuruyordu. Akşamın hareketliliği, uğultu halinde sokakları doldururken, şoför bütün maharetini ortaya koyarak kısa zamanda şehrin dışına çıktı. Artık Eskişehir arkamızda kalmıştı. Doğu yönünden Ankara yoluna doğru ilerliyorduk. Güneş batmış, karanlık çökmeye başlamıştı. Yanımdaki koltukta hiç kimse yoktu. En çok buna sevindim. Önümdeki koltuklar doluydu. Otobüsün arkası çoğunlukla boştu. Sanki yolcular istedikleri yerlere oturmuşlar gibi, boş koltuklara dağılmışlardı. Şehir dışına çıkınca muavin kolonya tuttu. Arkasından su servisi yaptı.
Kafamı pencereye dayamış yolu seyrediyordum. Akşam karanlığı henüz tam çökmemişti. Yol sakindi. Fazla trafik yoktu. Uzaklarda bazı yerler hala akşam kızıllığını taşıyordu. Otobüs yolların süvarisi gibi hızla ilerliyordu. Bir müddet sonra otobüsün ışıkları kapandı. Artık gece yolculuğu başlamıştı. Karanlıkta kalınca dışarısı daha iyi seyrediliyor. Otobüsün hızlı gidişine içten içe seviniyordum. Sanki beni mutluluklarıma doğru uçuruyordu. Otobüsü ilk gördüğümde “bu otobüsle bu yol bitmez” sözümü geri aldım. İçimden “helal sana” diyordum. Önümdeki levhada Mahmudiye 10 km. yazıyordu. Altında ise Ankara’nın kilometresi yazıyordu. Sivrihisar ayrımına çok yol vardı. Oradan Afyon’a doğru sapacaktık. Yol levhalarında henüz Afyon yazmıyordu. Birden bire otobüs Mahmudiye yönüne döndü. Bu yoldan hiç gitmemiştim. Bindiğim bütün otobüsler Ankara yolunu takip ederlerdi. Mahmudiye’ye doğru otobüs hızla ilerlerken, “ya bu yol uzunsa demeye başladım” Muavine mutlaka sormalıydım. Etrafıma bakınmaya başladım. Muavin benim bakındığımı görünce yanıma geldi. “Bir şey mi istiyorsun?” “Hayır, bir şey istemiyorum da, siz Sivrihisar üzerinden gitmiyor musunuz?” “Hayır, biz Mahmudiye, Çifteler üzerinden gideriz. Emirdağ’a girip çıkarız” “Peki bu ol öbür yoldan kısa mı” “ Evet kısa, ama saat olarak yarım saat fazla” “Niye?” “Çünkü bu yol biraz dolambaçlı” “Peki niye bu yoldan gidiyorsunuz?” “Yol üzerindeki kazalardan yolcu alıyoruz” “Bu yol Eskişehir’den Afyon’a kaç saat sürüyor?” “Üç saat” “Ne? Üç saat mi? Öbür yol iki buçuk saatti” “Acele işiniz mi vardı?” Yakalanmış duygusuyla “hayır da, ben iki buçuk saat yolculuk sürüyor biliyordum” “Hayır bu yol üç saat sürer. Hatta bazen üç saati on beş dakika falan geçer” Muavin konuştukça sinirlerim tepeme çıkıyordu. Saat 18:00 de yola çıktık. Üç saat sürerse 21:00 de Afyon’a varacağız. Bana bir saat kalıyor. Yeter mi diye düşünmeye başladım. Otobüsten ineceğim, genelevine gideceğim. On yirmi dakikada bunlar sürse, pek zaman kalmayacak gibiydi. İçimden inşallah yolculuk üç saati aşmaz diyordum.
Kafamda bir sürü düşünce vardı. Aksilik olmaması için dua ediyordum. Her zaman genelevine gitme konusunda bu kadar kararlı olabileceğimi sanmıyordum. Havada bulut vardı. Yıldızlar görünmüyordu. Gece karanlığı iyice çökmüştü. Uzaklarda köylerin ışıkları görünüyordu. Bazen hızla köylerin içinden geçiyorduk. Yol levhaları da kaybolmuştu. Anlaşılan bakımsız bir yoldu. Anayollar her zaman iyiydi. Ana yolların genişliğinin yanında, yol levhalarının oluşu insanı tedirgin etmezdi. En azından ne kadar gittik, ne kadar kaldı bilirdik. Şimdi ise, karanlıkta hızla ilerleyen otobüsün içindeyiz ama ne kadar gittik, ne kadar kaldı, neredeyiz bilemiyordum. İnsan için en kötü şey bilgisizliktir. Yollar ne kadar uzun da olsa, yolu bilirseniz kısa gelir. Yollar ne kadar kısa olursa olsun, bilmediğiniz çok uzun gelir. Allah’tan şoför iyiydi. Sanki yolu ezbere gidiyordu. Hani derler ya otobüs için yol kaymak gibiydi. Otobüs kaymak gibi yol üzerinde kayıyordu. Hızı gösteren kilometre panosunu görmediğim için, otobüsün çok hızlı gittiğini düşünüyordum. Çünkü seyrettiğim yol kenarları hızla akıp gidiyordu. İleride ışıklar vardı. Yine bir köyden geçeceğiz derken Mahmudiye yazısını görünce sevindim. Mahmudiye, Çifteler, Emirdağ ve Afyon. İşte ilk durağa gelmiştik. Henüz saat 18:30. Otobüs otogara girmedi. Şehri içinde bir yol kenarına durdu. Muavin “Mahmudiye’de inecekler insin, otobüs durmayacak” dediğinde çok sevinmiştim. Yol kenarında bekleyen dört yolcu binerken, iki yolcu inmişti. İki dakika oyalanmadan otobüs yoluna devam etti. Bu benim için çok iyiydi.
Mahmudiye’den Çiftelere doğru çıktık. Muavin yol dolambaçlı diyordu ama hiçte öyle değildi. Öyle dağların dolambaçlı yollarını aşmıyorduk. Yol sadece biraz dardı. Genellikle ovaların içinden geçiyorduk. Dağlar uzaklardaydı. Yaklaşık yarım saat yol almıştık ki, otobüs aniden sarsıldı. Biraz sağa sola savrulduk. Sonra durduk. Uyuyanlar uyandı. Ne oluyor sesleri yükseldi. Önden şoförün sesi geldi. “Arkadaşlar geçmiş olsun, önemli bir şey yok, teker patladı” İçimde eyvah sesleri yükselmeye başladı. Hemen herkes otobüsten indik. Aman Allah’ım buz gibi hava vardı. Kuzeyden estiği anlaşılan buz ayaz, vücudumu sarıvermişti. Ceketimin düğmesini ilikledim. Ortalık zifiri karanlıktı. Sadece otobüsün ışıkları aydınlatıyordu. Muavin eline pille çalışan bir fener almış şoförle tekerleri dolaşıyorlardı. Sol arka iç tekerin patladığı anlaşıldı. Onun için sadece savrulmayla geçiştirmiştik. Allah muhafaza ön teker falan patlasaydı etraftaki tarlalara uçabilirdik. Neyse ki ucuz kurtulmuştuk. Ne olacak istetme nasılsa vardır. Hemen tekeri söker takarlar diye düşünüyordum. En fazla on dakika eğlenirdik. Muavin hemen krikoyu getirdi. Şoför otobüsün altına krikoyu yerleştirdi. Otobüsü yükselmeye başlayınca, şoför “bijon anahtarını somunlarını gevşetelim, ver şu bijon anahtarı” diye muavine seslendi. Muavin krikoyu yükseltmeyi bırakıp bijon anahtarını verdi. Şoför bijon anahtarını somuna geçirdikten sonra gevşetmeyi denedi olmadı. Diğerini denedi olmadı. Tekrar diğerine geçti olmadı. Kendi kendine söylenmeye başladı “Anasını sattığım çok fazla sıkışmış. Lastikçiye söylemiştim fazla sıkma diye. Adam amma sıkmış. Gevşemiyor” Muavin “Ağabey ben deneyeyim” Deneme sırası muavindeydi. O da başaramadı. Seyreden yolcular arasında iri kıyım, güçlü kuvvetli biri vardı. Halinden köylü olduğu belliydi. Ağır işlerde çalıştığı anlaşılıyordu. İşin başına geçti. Maalesef. Olmadı. Ben şaşkınlıkla olayları seyrediyordum. Vakit geçiyordu. Kafamdaki düşünceler kıpırdamıyordu. Sanki putlaşmış gibi her şeyim hareketsizdi. Aklım, beynim, duygularım, düşüncelerim, sinirlerim durmuştu. Öylece bakıyordum. Şoktaydım. Adamın uğraşıları çözüm olmayınca şoför muavine “Balyozu getir” dedi. Gelen balyozla bijon anahtarına vurmaya başladılar. Amaç somunları gevşetmekti. Ama somunlar Nuh diyor, peygamber demiyordu. Asla yerlerinden oynamadılar. Şoför somunlar dönmedikçe sinirleniyor. Sinirlendikçe balyozu daha sert vuruyordu. Bir eliyle bijon anahtarını tutup, diğer eliyle vurmayı bıraktı. Muavine “tut şunu” dedi. Muavinin tuttuğu bijon anahtarına, “ya bismillah” deyip iki eliyle balyozu bir vurdu, o vuruş. Bijon anahtarı kırıldı. Meğerse daha önceden darbe görmüş, ortasından iyice kaynaklanmışmış. Şoför daha çok sinirlenerek elinden balyozu fırlattı “kaldık burada” dedi ve yere oturdu. Yere oturan şoförün bakışları, tavırları, ne yapacağını bilmez çocuklar gibiydi. Yolcular söylenmeye başladı. Muavin “arkadaşlar merak etmeyin bir kamyon, otobüs gelir” diyordu. Yolculardan biri “bu yol o kadar ıssız ki, sizden başka kim ne yapsın bu yolda?” dedi. Anlaşılan o da benim gibi, Eskişehir Afyon yolcusuydu. Muradiye, Çifteler ve Emirdağ’la ilgisi yoktu.
Sırtım otobüse dönük yolun kenarına oturdum. Otobüs, insanlar arkamdaydı. Yolcular aralarında konuşup duruyorlardı. Şoförün çaresiz sesleri yolcuları tatmin etmiyordu. Bu şartlarda asla Afyon’a zamanında yetişemeyecektim. Kim bilir ne zaman bir kamyon veya otobüs gelecekti de, ondan yardım isteyerek istetmeyi değiştirecektik. Yolculardan bazıları şoföre “nasılsa tek teker patlamış, yavaş yavaş gitsek olmaz mı?” diyordu. Şoför ne söyleyeceğini şaşırmış vaziyette “olmaz öyle şey, otobüse büyük zarar verir” diye cevaplıyordu. Hâlbuki gidilebilirdi. Zaten pek fazla yolcu yoktu. Yarısından fazlası boş olan otobüsün ne ağırlığı olurdu ki? Karanlıklara gözlerimi dikmiş olanları düşünüyordum. Böyle giderse Afyon işi yatmıştı. Şu anda bile bir kamyon gelse, teker yapılsa, yola çıksak, yetişmek zordu. Çünkü şoför yola çıkarsak, patlayan tekeri aydınlık bir yerde yapıştırmaktan söz ediyordu. Tekrar bir teker patlayabilirdi. Patlayan tekeri tamir etmek kolay değildi. Dış lastiği çıkarmak çok zordu. Gerçi lastikçiler çok çabuk beceriyorlardı ama bu saatte açık lastikçi bulmak zordu. Saat 19:00 olmuştu. Biz henüz Çifteler’e bile varamamıştık. Uzaklarda ışıklar kıpırdıyordu. Bazı yerlerde ışık yoğunluğu daha fazlaydı. İlerideki tepenin üstünde bulut yoktu. Hâlbuki her taraf kara bulutlarla kaplıydı. Tepenin üzerindeki boşluktan yıldızlar bana gülüyorlardı. Sanki “gördün mü?” diyorlardı. Karabulutlar arasında parlayan yıldızlar, kararmış düşüncelerimin üzerine aydınlığın şavkını gönderiyorlardı. Her olaydan olumlu anlamlar çıkarmanın insanlığı mutluluğa ulaştıracağını okumuştum. Bugüne kadar tertemiz yaşayan, hiçbir şeyle kendini kirletmeyen olarak, kirlenmek için yola çıkmıştım. Kara bulutlar üstüme şeytan gibi çökerken, ufukta parlayan yıldızlar bana kendimi hatırlatıyorlardı. Sanki her bir yıldız, inançlarım, fikirlerim, ideallerim, ter temiz insanlığımdı. Bana ışıklarını göndererek yeniden hayata kavuşturuyorlardı.
Gülmeye başladım. Kur’an meali okurken aklıma düşen dua dilimdeydi. “Ya Rabbi, ben insanım, zaaflarım olabilir. Zaman zaman yanılgıya düşebilirim. Aklımı, irademi, kalbimi kaybedebilirim. İçimde, etrafımda dolaşan şeytan beni kandırabilir. Böyle zamanlarda, ben sana dua etmeyi unutsam da sen beni unutma. Zira sen beni her halimle en iyi bilensin. İçimdeki inanç zayıfladığında sen kuvvetlendir. İradem kararsızlaştığında sen kararlaştır. Aklım saptığında sen yerine getir. Kalbim kaydığında, sen yerine koy. Bunu ancak sen yapabilirsin. Ben insanım, şeytanın karartmaları, saptırmaları altındayım. Sana şeytan dokunamaz. Şeytan bana her yaklaştığında hep sana sığınırım. Bunun farkında olsam da, olmasam da, sen beni koru”
İçimden yükselen ses “yapma, yapma” diye haykırıyordu. Benim Allah’a yaklaşmama karşı çıkacak tek şey şeytan olabilirdi. Gülerek “yaptım bile, yaptım bile” diye içimdeki sesi bastırdım. Yolcular başına gelenlerden rahatsız konuşurlarken, kalkıp otobüse bindim. Koltuğuma oturup Rabbime şükrettim. “Ya Rabbi, sadece bu konuda değil, bu yıl içimi karartan her konuda bana yardım et. Temizlik, arınmak adına verdiğim tüm sözleri tutacağım. Yarattığın kadın olsun, erkek olsun hiçbir varlığa karşı bencillik yapmayacağım. Hiçbir kadını, kızı, bencil ihtiyaçlarım için kullanmayacağım. Kendime duyduğum sevgi, saygı neyse, bütün yarattıklarına karşı aynı sevgiyi, aynı saygıyı göstereceğim.”
Gerilen bütün sinirlerim yerine gelmiş, kafamı zonklatan kara düşünceler dağılmıştı. Beni tedirgin eden hiçbir şey yoktu. Koltuğun arkasını geriye doğru ittim. Uyku vaziyeti aldım. Kafamı arkaya dayadım. Başımı sağ tarafa çevirerek, pencereden dışarıyı seyretmeye başladım. Dağların tepesinde ışıklar vardı. İçlerinden birisi bana göz kırpıyordu. Gülümsedim. Gözlerimi açıp kapayarak selamlaştım. Sonra göz kapaklarımı kapatarak kendimi bıraktım. Huzur bütün bedenimdeydi. Her taraf aydınlıktı. Uzaklardaki koyu bir karanlık beni seyrediyordu. İçimden koyu karanlığa “orada dur, sakın bir daha yaklaşma” diyordum. Aklımın, kalbimin derinliklerinde bazı sözler belirlemeye başladı.
İnsan ne kadar inançlıysa, samimiyse, kötülüklere karşı o kadar çok korunur.
Samimiyeti, içtenliği bırakmak kötülükleri davet etmektir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.