BİR RÜYA BİN DÜNYA-VII
..........................
İSİMLER YUSUF ÇAVUŞ’TAN
Reisicumhur Mustafa Kemal’in bizzat yüksek emirleri ile bütün ülke vatandaşlarının bir soyadı olacağı haberi gelir; yıl 1933. Haber tüm valiliklere ve oradan da hiç bekletilmeden en küçük birim olan muhtarlıklara jandarmalarla iletilir. Gereken hazırlıklar yapılır.
Vilâyetten bir memur ve yanında iki jandarma muhtar Yusuf Çavuş’un yanına gelirler. Bir Pazartesi günüdür. Öğle vaktidir. Yusuf Çavuş, odasını açmış sofrayı kurdurmuştur bile. Önce yemeklerini yerler. Sonra kahvelerini içmeye başlarken memur söze başlar;
-Elhamdülillâh! Çok sağ ol, Yusuf Kâ, Allah razı olsun. Geçmişleriyin canına dasin. Allah sofrana bereket versin. Şimdi işimize bahalım, gaylin!
-Helâl hoş olsun... Sen nasıl istersen Faruk Efendi! Biz emrindeyiz. Elimizden ne gelirse yaparıh. Sen emret yeter ki...
-Kâya! İşi gısadan ve de çabucah yapmah için, her oymahtan bi adam gelsin. Ahlı başında adamlar olsun. Yosam çoh uzar canım! Şöyle herkesin baandiği, gozelce isimler olmalı. Herkes razı olacak. Ona gore adamlar gelsin. Söz sabı, imza sabı olacak bu adamlar Yusuf ağa! Şimdi, ben hazırlığımı yaparken adamların, koyü hızlıca dolaşsalar diyom, Yusuf ağa!..
-Tamam, Faruk Efendi! Yalnız bi şey demek isterim Faruk Efendi!
-Buyur kâya!
-Sağ ol! Gerçi benim bekçiler de çağırır emme, koylüden bazısı ağırdan aldırırlar. Onun için cendermemizden biri, bekçilerin yanında giderse, işi hem ciddiye alırlar, hemi de sizin işiniz çabuhlaşır, diyom Faruk Efendi.
-Bah, bunu eyi düşünmüşsün Yusuf ağa! Hahlısın. (Memur hemen yanında oturan Jandarma Murat’a döner) Muratcığım, bu işi sen hallediver, bi zahmet!
-Ne zahmeti Faruk Bey! Görevimiz...
Yusuf Çavuş’un önerisiyle memur Faruk Bey, Jandarma Murat’ı köy bekçilerinin yanına verir. Köyde köklü olarak dokuz aile vardır. Diğer haneler bu dokuz aileden çoğalmışlardır. Bu dokuz aileden gelecek olanların belirleyeceği adlar, hem o ailelerin hem de onlardan sonraki geleceklerin soy adlarını oluşturacaktır.
Yüzü siyah deri kaplı bir defter... Memur Faruk Bey, orta yaşlarda, koyu siyah saçlı, kahverengi gözlü, yüzü sürekli tebessümlü, buğday tenli... Sağ elinin baş parmağını her defasında dudağına götürerek, defterin sayfalarını yavaş yavaş açar. Bu sırada aralıklı içeri girenler olur. Her giren selâm verir ve geçer bir yere oturur. Yusuf Çavuş, gülümseyerek her geleni zorunluymuş gibi memura tanıtır. Memur, kimine başını hafifçe sallayarak karşılık verir; kimine sesli olarak... Kiminin de halını hatırını sorar.
Odanın içi tıklım tıklım dolmuştur. Memur, bir kalem çıkarır yanındaki çantasından. Yusuf Çavuş’a döner ve sorar;
-Evet Yusuf ağa! Şu anda kaç hane var köyünüzde?
-Şu an, kırk iki hane var.
-Peki, hepsi ayrı aileler mi?
-Yoh, Faruk Efendi. Bunların çoğu aynı aileden. Sona ayrılarah başka ev oldular. Yosam, kimi emmoğlu, kimi dayı yiğen, kimi dede torun...
-Annaşıldı kâya! İşimiz golay o zaman.
-He ya, golay olur Faruk Efendi.
-O zaman kâya, burda bulunanları yazalım. Dediğim gibi aynı aileden bir kişiyi yazalım. O kişi kendi hane fertlerini tek tek söylesin.
Yusuf Çavuş, konuyu bildiğinden hemen söz alır.
-Faruk Efendi!
-Buyur kâya!
-Sağ ol! Bazıları henüz gelmedi. Ben onların yerine söylesem olur mu?
-Olur kâya.
-O zaman aha Necip Hocamdan başlıyah! Gendileri Yozgat’tan geldiklerini söylerler.
-Öyle mi hocam?
-Öyle Memur Beyim.
Yusuf Çavuş tekrar araya girer;
-Gendileri Yozgat’lı olduhlarından her zaman övünürler. ‘Yozgat’ olsa eyi olur, derim...
Memur Faruk Bey, Necip Hocaya bakar ve gülümseyerek sorar;
-Sen ne dersin hocam? Olsun mu?
-Olsun emme biz hepimiz Yozgatlıyıh yahu!.
-Sen bilirsin hocam. Ne derseniz ben onu yazarım.
-Ben, ‘dinç’ birisiyim...
-Anladım hocam. ‘DİNÇ’ olsun seninki de.
-He, öyle olsun.
Öteden Kumük Şevket seslenir;
-Benimki ‘YOZGAT’ ossun arhadaş!
Memur, yüksek sesle hem tekrar eder hem de deftere yazar. Hem yazar hem yazdığını okur. Defterin ilk sayfasında Necip Hoca namı diğer Kara İmâm yer alır. Memur gülümseyerek konuşur;
-Evet! Necip Hocamız oldu bundan böyle Necip DİNÇ... Hayırlı, uğurlu olsun!..
Memurun bu hoş temennisine sanki hep birlikte aynı karşılığı verirler;
-“Sağ ol efendi!”
-“He, hayırlı olsun ya!”
-“Âmin! Valla yahıştı canım!”
-“Eyi eyi, isabetli oldu.”
-“Baandim valla!”
Odanın içindekiler kendi aralarında sevinçle yorum ayaparlarken memur Faruk Bey, tekrar araya girer;
-Evet Necip Hocam! Şimdi hanende ve de bütün oymağındaki soy adların bundan böyle ‘DİNÇ’ olarak nüfusa kaydolacak. Anladın mı hocam?
-Sağ ol, annadım beyim!
-Sırada kim var Yusuf ağa?
-İstersen beni yaz Faruk Efendi.
-Tabi ya! Söyle bahalım kâya, ne düşündün ismini?
Yusuf Çavuş sanki önceden hazırlanmış gibi hemen öz geçmişini ortaya koyar. Oturduğu yerden sağa ve sola hafiften yaylanır. Tatlı bir tebessümle başlar anlatmaya;
-Valla arhadaş, ömrüm nerdeyse esker olarah geçti getti. Eskerde Şehzadelere, Paşalara, nice böyük zabitlere erlik yaptıh. Heç bi şeyden gorhmadıh, Allah’dan başka! Ömrümüz gurledi getti böylece canım!..
Memur yavaşça Yusuf Çavuş’un konuşmasının arasına giriverir;
-Kâya özür dilerim... Ahlından ne geçiyo onu söyle bi, sona gene anlat istersen. Yusuf Çavuş birden söyleyiverir;
-‘Gurleyen er’ olsun bari.
Memur hemen yazmaz. Şöyle bir etrafa bakar gibi yapar; acele etmez. Hatta düşünür gibi yapar. Bu arada odadakiler hemen başlarlar yorum yapmaya. Kimi ‘eyi’ olduğunu, kimi ‘uzunca’ olduğunu, kimi başka isimler söyler, kimi de çeşitli hareketlerle beğendiğini ve beğenmediklerini söylemeye, belirtmeye çalışırlar. Yine memur araya girer;
-Şunu ecik kısaltsak Yusuf ağa, ne dersin?..
-Sen nasıl istersen Faruk Efendi! Ben, sana razıyım!..
Memur hiç düşünmeden söyleyiverir;
-‘GÜRER’ nasıl?..
Yusuf Çavuş daha ağzını açmadan her bir yerden karşılık gelir memura;
-“Çoh eyi, memur efendi!”
Bir diğeri;
-“Ne demek o annıyamadım ben?”
Bir başkası;
-“Asker demek oğlum, annasana!”
Başkası;
-He, eyi esker demek canım! Ben biliyom.”
“………………….”
Yusuf Çavuş, memura gülümseyerek bakar; başını hafifçe sallar ve sağ elini az yukarı doğru kaldırarak adeta kararını verir;
-Ossun Faruk Efendi; ‘GURER’ ossun!
-Tamam Yusuf ağa! Aha yazıyom ben de... Bundan böyle resmiyette ismin Yusuf GÜRER olarak geçecek. Senin de tüm hane efradın ‘GÜRER’ soy adını alacak. Tamam mı kâya?
-Tamam Faruk Efendi.
Yusuf Çavuş söyler, memur Faruk Bey yazar. Diğerlerinin soy adları da belirlenir. Orada bulunmayanların hatta bulunanların bazılarının da yerine Yusuf Çavuş bizzat kendisi sözcülük yapar, kimilerinin ismini de kendi yakıştırır.
Ve ortaya çıkıverir soy adlar: YOZGAT, DİKMEN, EROL, ÇAĞLAR, PINARCI, BARUT, UMUT, KARABULUT, ÇOLAK, KAYA, ERMİŞ, GÖNÜLAL, MÜLDÜR, MERİÇ, GÜLER, İBİKÇAM, GERGİNOK, MUŞ, MUŞTUCU, BAŞARAN, KURAN, GÜNDOĞAN, DOĞANGÖNÜL, DAĞ, BEK, MEŞE, İÇÖZ, KAYIŞDAĞ, DEMİRCİ, YAZICI, TAN, KOZAN, AÇIKYÜREK, ÇAKMAK, GÜVEN, DAMAR, TOSUN, KOCADAĞ, KARADUMAN, ÇAMLIBEL, BÜKE, TUNCER, AKPINAR, TOKAT, TÖK, ÇANKAYA, DEMİRTAŞ, ACER, HATAN, YEŞİLYURT, İÇÖZ, POLAT, MERAL, PİSİK, BOZAR, TURAN, ÖZBEK, KOCAKAYA, ULUER, KARADEMİR, SEÇKİN, ÇAY, İZCİ, PINARBAŞI, YAHŞİ, ÇATAR...
İsim koyma işi akşamı bulur. Yusuf Çavuş’a göre kırk küsür kadar olan hane sayısı, soy isim yazdırıldıktan sonra, birden, altmışları buluverir. Memur Faruk Bey gülümseyerek Yusuf Çavuş’a seslenir;
-Kâya! Hani, kırk hane diyodun?..
-Valla, hahlısın Faruk Efendi. Gordüğün gibi aynı hanede oturanlar bile ayrı yazdırdılar gendilerini. Ne diyek?..
-Öyle, Yusuf Kâ! Adlarını bile ayırdı gardaşlar. Hayırlı olsun demek düşer, bizlere.
Memur ve jandarmalar o gece odada kalırlar. Ertesi gün sabah kahvaltılarını yaptıktan sonra Musabeyli’ye doğru giderler.
BİR BARDAK SU İÇTİK!
Sanki hiç namaz kılmamış, kıldıysa da aklı namazda değilmiş gibi herkesten evvel çıkmış, avlunun orta yerinde Dikbıyık dikili durmaktadır. Üç beş kişi daha vardır; ancak onlar duvar kenarlarındadır. Câmiden birer ikişer namazını bitirenler çıkar. Hâlâ sessizlik vardır. Arada bir yaşlılar, öbür âlemdeymiş gibiler;
-“Çok şükürler olsun ya Rabb’im.”
Başkası;
-“Sen kabul eyle Allah’ım!”
Bir başkası;
-“Tekrarını nasip eyle Mevlâ’m!”
Diğeri;
-“Ne verirsen hayırlı ver Allah’ım!”
Bir diğeri;
-“Yaa, ömürden bir gun daha getti...
-“..........................!”
Her çıkan hemen avludan dışarı çkımaz, az da olsa oyalanırlar. Kimi sohbete başlar, kimi avludaki mezarların başına doğru gider, oturarak ya da ayakta dua eder içinden. Herkes bir çeşit konuşur, herkes ayrı yerlerdedir. Çoğu zaman olduğu gibi yine bir ses, ayrı yerlerde olan bu insanları bir yere bakıtıverir. Hatta bulundukları yerden o sesin olduğu yere alır getirir.
-Kâya! Yahu Yusuf Çavuş! Benim bağı mal basmış arhadaş! Hem de sürüyünen. Valla, hepsini de ahıra dıhdım.
Yusuf Çavuş, köyün muhtarıdır. Zaten Dikbıyık da kendisine hitabetmiştir. Yusuf Çavuş daha karşılık veremeden başkaları araya giriverirler;
-“Yahu bizim mallar ne arıyo orada Necip ağa? Yasah olduğunu bilmiyo mu bu millet?”
Başkası;
-“Kimin mallarıymış bunlar?”
Diğeri;
-“Eyi etmişsin Necip, ziyanlığını versinler...”
Bir başkası;
-“Ne gdar mal getirdin ahıra Necip ağa?”
-“...............................!”
Herkes kendi kendine konuşup dururken Necip Hoca gülerek müdahale eder.
-Yahu durun bahalım! Tek tek soralım. Bi eyice annıyah, dinniyek... Dikbıyık tekrar konuşur;
-Gonşular!Getirdiğim mallar bizim koyün daal. Hem de bi koyün de daal; Bayraktar’dan var, Kale’den var, Eğecen’den var. Çocuğun birini yahaladım, sordum. Bir bir söyledi çocuh...
Dikbıyık’ın konuşması sonunda avluda yine sesler yükselir:
-“Bah şunlara yahu! Bu ne cüret arhadaş!”
Diğeri
-“Ziyanlığı almayınca malları verme Necip ağa!”
Başkası;
-“Bizim tarlanın da ziyanlığı var. Ben de isterim arhadaş.”
Bu sırada Yusuf Çavuş, sessizce Dikbıyık’ın yanına gelir ve kolundan yavaşça tutarak kulağına bir şeyler söyler. Dikbıyık bu davranışın sonunda sesli olarak karşılık verir;
-Peki Yusuf Çavuş, senin dediğin ossun!
Yusuf Çavuş, şöyle bir etrafına bakar. İmâm Necip Hocayı ve birkaç kişiyi daha işaret eder. Hep birlikte Dikbıyık’ın evine doğru giderler. Avluya girdiklerinde Dikbıyık önden hızlıca yürür ve ahırın kapısını açar. İçeri girip bakarlar. Bekçi Osman konuşur;
-Necip ağa, hani ahır dolu diyodun. Bunların hepsi senin daal mi?
-Yahu Osman, ben câmide öyle dedim, hepsini getirmeyi de düşündüm emme sona vazgeçtim. Şu üç denesini getirdim sadece. Bunlar da Eğecenlilerinmiş. Valla bilerek getirmedim. Rasgele getirdim.
-Neyse canım, geçmiş olsun Necip! Birazdan gelirler Eğecenliler. Bahalım kiminmiş, belli olur.
-Valla, kimin olursa olsun kâya, ben ziyanlığımı isterim arhadaş.
-Ziyanlıh dedin de, gelin bi bahalım şu bağa canım! Hem orda gararımızı da veririk.
Hep birlikte ahırdan çıktıkları gibi doğruca Bayraktar mevkînde bulunan Dikbıyık’ın ve diğerlerinin bağlarına, bahçelerine giderler. Gördükleri gerçekten doğrudur. Bilhassa Dikbıyık’ın çok zararı çıkar. Dikbıyık’ın haklı olduğu, heyet tarafından da tesbpit olunur. Bunun üzerine Dikbıyık iyice ısrar eder.
-Ben ziyanlığımı isterim. Malları vermem yosam arhadaş!
Yusuf Çavuş, gülümseyerek araya girer;
-Yerden goğe gadar haklısın Necip. Emme gine de bizler yakın konşuyuz. Gun gelir bizim de malımız melalımız onlarınkine girer. Sen haklısın haklı olmasına da... Bi gelsinler, konuşah canım. Bahalım ne diyolar. Ona gore annaşırıh... Sen ne diyon Necip Hoca?
-Valla, gozel gonuştun Yusuf Çavuş. Dediğin gibi her zaman yüz yüze bahacık. Bu, bi çocuh işi nihayetinde. Sanırım onlar da bi eyilik yaparlar canım!
-Şimdi beni eyi dinneyin! Durum belli. Ziyanlığımız da belli. Ziyan verenleri de biliyoh. Bugünden tezi yoh bekçileri Eğecen’e, Kale’ye, Bayraktar’a yolluyah. Gelsinler... Gorüşüp gonuşuruh. Bize yahışan da bu olmalı. Daal mi Necip Hocam?
-Öyle Yusuf Çavuş. Doğru söylüyon. Olan olmuş bi kere. Hem kimse bilerek yapmaz böyle şeyleri. Yapanlar çocuk; ekini, pahlayı yiyenler de mal melal, canım!.. Sen düşündüğün gibi yap Yusuf Çavuş. Bi haber ilet, gelsinler canım! Doşünen, gavgaynan olmaz bu işler!
Ziyanlık, yerinde incelendikten sonra Yusuf Çavuş ve yanındakiler tekrar köye gelirler. Yusuf Çavuş, hemen iki bekçiyle bir azasını üç ayrı köye gönderir. Sonra herkes evlerine dağılır. Yusuf Çavuş, gönderdiği adamlarla önceden gizlice konuşmuştur. Komşu köylere giden üç kişi akşam üzeri dönerler. Doğruca Yusuf Çavuş’un yanına gelirler. Geldiklerinde yanlarında kimse yoktur. Üstelik kimseye de bir şey söylemeden Yusuf Çavuş’un yanına varırlar. İlk gelen Bekçi Osman’dır. Osman gelir gelmez Yusuf Çavuş heyecanla sorar;
-N’aptın Osman? Gedip geldin mi?
-He, Çavuş ağa! Sana Şükrü ağanın bolca selâmı var. Söylediklerine önce guldü, sona, ‘Bu Yusuf Çavuş, ahıllı adam canım’ dedi. ‘Çoh sevindik buna. Hemen yarin haber iletirik’ dedi.
-Ha şöyle yahu! Tamam. Hepsi bu gadar işte. He ya, bizim İrbehem’in Şukrü, söz verdin mi yapar. Bu iş ‘oldu’ sayılır gaylin Osman.
Yusuf Çavuş, köylere habercileri gönderirken gizlice konuşmasındaki sır, Dikbıyık’ın ve hatta diğer komşuların plândan haberi olmamasıydı. Olurlarsa, çeşitli yorumlar ve hatta görüşler ileri atılacak; iş belki de büyüyecek ve karışacaktı. Yusuf Çavuş bu yüzden, başkalarının karışmaması için kendi başına plân yapar. Akşam geçti geçecek diğer haberciler de gelirler ve Yusuf Çavuş’a bilgi verirler. Yusuf Çavuş herkese teşekkür eder. Yarını beklerler merakla.
*
Günlerden Pazar’dır. Sığırların sabahın erken vaktinde otlanmaya çıktığı sıralar. Köyün içinde bir sığırcının sesi; arkasından sanki ona cevap veriyorlarmış gibi ineklerin, danaların böğürmeleri... Bir atlı gelir, Yusuf Çavuş’un evinin önünde durur ve attan iner. Doğruca açık duran avlu kapısından atıyla içeri girer. Mahi Hanım bu sırada avludadır. Yenile ahırdan sığırları çıkarmıştır. Avlunun ortasında adam seslenir;
-Hala! Kâya evde mi?
-Hee! Evde...
-Ben fazla durmuyacam hala! Bi işim var kâyayla. Hemen geri gidecam. Bi zahmet çağırın?
-Hele gel gardaşım! Atını ahıra goy. Ecik otur, soluhlan. Ben aha çağırıyım.
Mahi Hanım çabuk bir şekilde hemen eve girer. Yusuf Çavuş görünür.
-Hoş geldin hele yiğen. Atı içeri çek de buruya gel.
-Şey, Yusuf emmi... Şimdi sizin de işleriniz var...
-Yoh, olmaz. Sabahın koründe hemen gedilir mi canım? Hele bi gayfelti yapah... Sen atı içeri çek, bağlayıver, hadi.
Adam, atı içeri götürür, bağlar. Yusuf Çavuşla birlikte eve girerler. Bu, Eğecen Köyü’nden bir bekçidir. Mehmet Ali Kâya göndermiştir. İçeri girer girmez Yusuf Çavuş, önce hal hatır, arkasından adını sorar.
-Adım Çelebi, Yusuf emmi. Koyün bekçisiyim. Memmet Ali Kâ’nın çohca selâmı var. ‘Dediği gunde biz hazırıh’ dedi, Memmet Ali Kâ. ‘Yusuf Çavuş nasıl buyurursa biz ona uyarız’ dedi. Memmet Ali Kâ, sizi çok sevdiğini söyledi Yusuf emmi.
-Sağ ol! Çelebi yiğen. Aleykümeselâm. Getirip gotüren de sağ olsun. Biz de gendilerini çoh seviyoh canım. Benden de ganılarınan selâm gotür.
-Baş üstüne Yusuf emmi.
Kahvaltı hazırlanır. Birlikte yerler, içerler. Sonra Eğecen Köyü’nün bekçişi Çelebi atına biner, gider. Gün ortasında Kale’den ve Bayraktar’dan da haberciler gelir. Aynı şekilde karşılanır ve uğurlanırlar. Üç köyün de habercileri aynı gün, aynı saatte ve ne söylendiyse aynı şeyleri yapacaklarını bildirirler. Bu, bir dâvettir.
Üç köyün ileri gelenleri bir araya gelerek üç koyun keserler ve Killik Tepesi’nin üzerine çadır kurarlar. Günlerden Perşembedir. Her şey tamamdır. Yusuf Çavuş’un her şeyden haberi vardır. Yine de kurulan çadırdan birisi gelir, Yusuf Çavuş’a tekrar hatırlatır. Bunun üzerine Yusuf Çavuş, bekçileri ve azaları köyden birkaç kişiye gönderir. Onlara; ‘Çok önemli bir dâvet var. Mutlaka gelmeleri gerektiğini söylemelerini’ ister. Bu kişilerin içinde başta Dikbıyık olmak üzere Kara İmam, Bölük Emin, Pırçabıyık, Talip ve daha başkaları... Câminin avlusunda toplanırlar. On, on beş kişi kadar olurlar. Yusuf Çavuş gülümseyerek konuşur;
-Komşular! Böylece Killik Tepesi’ne gediyoh. Bizi Kaleliler dâvet ediyolar. Hadin gidaan.
-Yahu kâya! Bu ne dâveti, dağ başında?
-Niye canım, heç seyirliğe çıhmadın mı sen Necip Hoca? Onun gibi bi şey işte, canım! Hem dâvet bu, n’edelim? Gidek bahalım!
Başkaları karışıverirler söze;
-“Valla, gidelim Yusuf emmi. Ben severim dağ başında yemek yemeyi.”
Başkası;
-“Et var mı Çavuş ağa?”
Bir başkası karşılık verir;
-“Ulan oğlum, dağ başında başka ne olur?”
“………………..”
Herkes kendi kendine konuşurken Yusuf Çavuş hepsine birden cevap verir;
-Valla, umduğunuz olur inşallah! Dâvet ettiklerine gore; eyi bi şeyleri vardır, herhal!
Öğle vakti yakın olmasına rağmen hep birlikte ağır ağır, konuşa konuşa giderler. Killik Tepesi eteğine vardıklarında büyük bir duman yükseklere doğru tüter. Herkesin dikkatini ve merakını çeker. İçlerinden biri yüksek sesle konuşur;
-“Dumanı gordünüz mü? Eyi bi ateş yahmışlar...”
Bir başkası duramaz;
-“Her halde et var canım!”
-“............................!?”
Konuşa konuşa tepeye çıkarlar. Çıktıklarında sanki koca bir alay karşılar kendilerini. Kırk, elli kişi kadar bir grup iki ayrı çadır kurulmuş, iki çadırın ortasında bir büyükçe ocak, iki kazanda et pişmektedir. Büyük bir kaynaşma olur. Herkes birbiriyle karma karışık tanışırlar, selâmlaşırlar, kucaklaşırlar, tokalaşırlar... Bir düğün, nişan töreni gibidir. Herkes birden kırk yıllık dost ve ahbap gibi oluverirler. Bir koyu sohbete başlarlar hemen. Sohbet yapılırken bir yandan da sofralar hazırlanır. Yer alabildiğine geniştir. Sofra sayısı çoktur. Her yer bir sofradır sanki. Onlarca yer sofrası... Gençler hiç durmadan hizmet ederler. Yenilir, içilir... Necip Hoca birden duaya başlar;
-‘Âmiin’...
Sofra duasının arkasından Eğecen Köyü’nün muhtarı Mehmet Ali Kâya söz alır;
-Gonşular! Hep birlikte yedik, içtik. Bizden yannı gat gat helâl, hoş olsun! Bu birlik ve beraberliğimizi sürdürelim, inşallâh! Sizler de hakkınızı helâl edin! Bizim Şükrü ağanın malları, çoh gıymetli ve hısımımız olan Bişeklilerin tarlasına ziyanlıh vermiş. Bundan dolayı aha burda, neye garar verilirse biz gayilik. Emme şunu söylemek isterim; bizim çocuhlar Boymul Öz’üne malları endirdiklerinde hayvanlardan bazılarını ‘bunelek’ tutmuş. Diğerleri de arhasından getmiş. Çocuhlar, birden neriye gettiklerini şaşırmışlar. Annattıhları böyle. Tabi, ne şekilde olursa olsun asla bunlar mazeret daal. Biz, ne diyosanız ziyanlığı ödemeye hazırıh. Burda dostça, hısımca halletmiye geldik...
Kara İmâm, buraya gelinmenin asıl amacını yeni anlar ve Mehmet Ali Kâyaya karşılık vermek için söz alır;
-Anladık kâya, Bişek Koyü’nün ziyanlığı böylece ödenmiş oldu. Hadi benden yannı da helâl olsun! Bence bu eyi oldu, canım!
Yusuf Çavuş, Dikbıyık’a döner, bakar. Dikbıyık hiç konuşmaz; sanki dili tutulmuştur. Arkasından da Dikbıyık’a bir göz kırpar ve konuşur;
-Ee, sen ne diyon Necip ağa? Aha, ziyanlıh veren malların saapları. Aha ağalar!..
Dikbıyık sadece boynunu büker. Bunun üzerine Yusuf Çavuş, hafifçe gülerek Mehmet Ali Kâyaya ve diğerlerine karşılık verir;
-Biz de bunun üstüne bi bardah su içtik, arhadaş!
Eğecenli İrbehem’in Şükrü ayağa kalkar, gayet ciddi bir tavırla konuşur;
-Yoo, arhadaş! Ben gendi payıma, Necip ağanın ziyanlığını öderim. Adamın bi yıllıh emanin garşılığını veririm...
İşte bu söz, Dikbıyık’ı hareketlendirir. Dili çözülür adeta Necip ağanın. Birden celallenir Dikbıyık. Ellerini kaldırarak, sesini yükselterek karşılık verir hemen.
-Ne yani arhadaş, siz misafir ağarlarsınız da biz ağarlıyamah mı? Biz de misafire yedirdik, içirdik sayıyoh. Yusuf Çavuş eyi dedi valla; aha üstüne bi bardah da su içiyom. Benden yannı da helâl, hoş olsun. İşte o gadar.
Bunun üzerine hemen herkes gülüşür. Herkesin yüzü güler. Bir dâvet, birbirine yıllarca komşu olan köylüleri yeniden bir araya getirmiş ve her şey tatlıya bağlanmıştır. Necip Hocanın imâmlığında hep birlikte öğle namazlarını arazide kılarlar. İkindiye doğru neşeyle, kucaklaşarak ayrılırlar.
KİREÇ OLAYI
Yusuf Çavuş, Cumhuriyet’in kuruluşunu müteakip köyde de yeni faaliyetler geliştirir. En başta da yeni Türkçe eğitim verecek mekteplerin açılmasını sağlar. Ancak devlet yeni yeni kendini düzeltmektedir. Osmanlı’nın bitişi ve yeni bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu... Yeni bir devlet ve her şey yeni... Her bir şey yeni olacak ama devlet fakir, halk fakir... Bütün bu olumsuzluklara rağmen yine de olmalıdır bazı şeyler. İş, başta yine halka düşmektedir. Yeni bir ‘kurtuluş savaşı’ vermelidir halk. Verecektir de... İşte Yusuf Çavuş, bu gerçek mücadeleyi yaşamış biri olarak kolları sıvar. Okul yapılması şarttır. Lâkin bir türlü yapılamaz. Çünkü bunun için gerekli hiçbir malzeme yoktur. Çok düşünülür, araştırılır. Sonunda evlerde, daha sonra da köyün içinde, bir küçük iki derslik ahşap bina yapılmasına karar verirlir. Bina yapılır.
Yusuf Çavuş, bir önemli işi gerçekleştirmiştir. Boş durmaz Yusuf Çavuş; yapılan binanın süslenmesi işine girişir. Bunun için bir beyaz boya elde eder. Bu, bir kireçtir. Nerden bulup getirmiştir, bilinmez. O kadar da çoktur. Neredeyse bütün köylüye yetecek kadardır. Çıkıp câminin avlusunda söyler;
-Komşular! Yeni yaptığımız mektebi bi gozel boyuyalım. Hatta istiyene az az veririm de... Elimde biyaz badana var, yani kireç. Şindik hep beraber şu mektebi boyuyalım.
Köylü itiraz etmez. Üstelik merak ederler. İçlerinden bazıları konuşur;
-“Biz de alah be, evi boyarıh nasılsa.”
Bir başkası;
-“Tamam Çavuş ağa, emrin olur.”
Bir diğeri;
-“Bu mektep işi, eyi bi şey canım!”
Başkası;
-“Valla, Yusuf ağam ne yapıyosa on da hayır vardır arhadaş!”
Başka biri;
-“Hemen mi başlıyoh Yusuf Çavuş?”
Bu soruya Bekçi Osman karşılık verir;
-He, birazdan başlarıh Omar.
Gerçekten kireç yapılır. O sırada köyün iki bekçisinden birisi Tilki’nin Osman’dır. Yusuf Çavuş, Bekçi Osman’a kireci kardırır. Mektep bir güzel tepeden tırnağa badana yapılır. Sonra orada bulunanlara azar azar kireç verir. Bir süre sonra kireç biter. Aradan birkaç gün geçer; köylülerden kireç isteyenler olur hem de ısrarla. Yusuf Çavuş kirecin bittiğini söyler.
Bazıları buna belli ki inanmamışlardır. On gün kadar sonra iki jandarma ellerinde bir mahkeme ilâmı ile Yusuf Çavuş’un yanına gelirler. Yusuf Çavuş mahkemeye çağırılmaktadır.
Yusuf Çavuş, iki gün sonra, belirtilen gün ve saatte Yozgat’ta hakim karşısında bulur kendini. Yusuf Çavuş, Bekçi Osman’ı da Yozgat’a getirir. Çünkü gelen ilâmda ‘kireç yolsuzluğu’ konu edilmektedir. Tilki’nin Osman, Yusuf Çavuş’un hemen yanındadır. Bir eliyle yavaşca Yusuf Çavuş’a dokunur. Yusuf Çavuş hemen dönüp bakar. Bekçi Osman, gözü ve başıyla sağ tarafını işaret eder. Yusuf Çavuş anlar ve o tarafa bakar. Baktığında Cicinin Çalık’ı ve Çap Hasan’ı görür. Bir anlam veremez. Ayaktadırlar. Hakim, sesleniverir;
-Oturun.
Bir sessizlik çöker salonun içine. Kimseden çıt çıkmaz. Üstelik bütün gözler, dimdik bir vücutla hakime takılır kalır. Hakim, önünde bir dosya, yavaş yavaş sayfaları çevirir. Derken beklenen ses gene duyulur;
-Eveet!.. Yusuf Gürer. Bişek Köyü Muhtarı...
Yusuf Çavuş, adını duyar duymaz yavaşca ayağa kalkar. Salonda bir Yusuf Çavuş, bir de mübaşir ayaktadır. Hakim görür görmez sorar;
-Sen misin Yusuf Gürer?
-Benim, Hakim Beyim.
-Önce şu ananın ve babanın adını söyle de kâtip yazsın bakalım.
Hakim tek tek ana adı, baba adı, doğum tarihi ve yeri gibi sorulardan sonra asıl konuya geçer. Dava suallerine başlar.
-Söyle bakalım muhtar; köyün kirecini saklamışsın, bu bir. Sonra söz verdiğin halde köylüye vermemişsin. Onları köyün işinde çalıştırıp karşılığında kireç veriririm, demişsin, vermemişsin, bu iki. Evet, buyur cevap ver bakalım, muhtar.
Yusuf Çavuş derin bir biçimde yutkunur. Sanki günlerdir bir damla su içmemiş de boğazı kurumuştur. Birden sesi bile değişiverir. Yarı kekeleyerek konuşmaya başlar;
-Muhterem Hakimim! Ben, huzurunuzda nasıl gerçeksem, dimdik duruyosam, sözü edilen ‘kireç’ olayı da bi gerçek. Bi şey doğrudur sayın hakimim: O da kireci benim kendi paramla Sungurlu’dan getirmem... Bunu koylü bilmez. Emme aha şu yanımdaki bekçim bilir. (Hemen yakınındaki Cici’nin İsmaille Çap Hasan’ı gösterir) Bunlar da bilirler hakimim. Ben, kireci alıp getirdikten sonra bir Cumâ namazı çıhışında, câminin havlısında bizzat ağzımla ilân ettim. ‘Gelin komşular, ben kireç getirdim. Önce şu mektebi badana, boya edek. Sona da azar azar size de veririm’ dedim.
Hakim hemen araya girer ve Cicinin Çalık ile Çap Hasan’ı işaret ederek konuşur;
-Lâkin şahitler var muhtar. Senin söylediğin gibi değil iş. Evet, şahit Hasan Tan konuş bakalım. Bir de seni dinleyek.
-Ben istedim vermedi. ‘yoh’ dedi, Hakim Bey!
Hakim sert bir şekilde Cicinin Çalık’a da sorar;
-Sen ne diyorsun İsmail efendi? Konuş bakıyım.
-Şey Hakim Bey! Ben de istedim ‘yoh’ dedi.
Hakim tam konuşmak üzereyken, bekçi Osman dayanamaz ve birden araya girer:
-Sayın Hakimim! Aha bu, benim gardaşım. Gerça bilmiyo. Her şeyi ben biliyom. Her şeyi ben yaptım. Kâya ne dediyse hepsi doğrudur. Gardaşım bile asik ve de yannış ifâde veriyo Hakim Bey! Gendi gozlerinin onünde önce mektep boyandı, sona da istiyenlere bizzat kâya ile ikimiz kireç verdik. Ta ki bitene kadar... Üstelik kâyanın dediği gibi köylüden kireç için salma bile almadı kâya. Bunlar geldiğinde kireç galmamıştı Hakim Bey! İnanmamışlar, size şikâyete gelmişler. Bu gardaşım bilmez Hakim Bey. Asla öyle bi şey yoh. Asıl işin içinde ben varım. Ben bekçilik ediyodum malzemenin başında.
Bekçi Osman, sözünü bitirdikten sonra hakim tekrar müdahale eder. Müdahaleden önce hakim, elindeki kalemi avucunun içinde dönderir durur. Sanki bir şeyler anlamış gibidir. Birden sesinin tonunu yükseltir. Sonra gözlerini patlatıverir. Cicin Çalık’a ve Çap Hasan’a döner.
-Ee, buna ne dersiniz bakalım?..
Allah’tan olacak, ne Cicinin Çalık ne Çap Hasan ağzını açamazlar. Bunun üzerine hakim, daha hiddetlenir;
-Çıkın şurdan, gözüm görmesin sizi!
Hakim sonra da Yusuf Çavuş’a seslenir. Ama bu kez yumuşak bir ses tonuyla;
-Muhtar! Var git, vazifeni ihmal etme. Sana ben de güveniyorum...
Çok geçmez, iki gün sonra Yusuf Çavuş, Cicinin Çalık’ı ve Çap Hasan’ı yanına çağırır. Onlarla hiçbir şey olmamış gibi görüşür ve konuşur. Onlar da pişmanlıklarını, sükût ederek ve başlarını önlerine eğerek belli ederler.
____ romanın devamı var ____ EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.