- 1313 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
FETİH 1453
Ne Fetih’miş kardeşim...
Bir sinemasever olarak uzunca bir süreden sonra izleyebildim Fetih 1453 filmini. Sinemalarda izleyen arkadaşlarımdan hiç biri film hakkında olumlu bir görüş sunmamışlardı, neredeyse hiç kimse memnun kalmamıştı filmden. Ben de benzer bir görüşe kapılacağımı düşünmüştüm; Yanılmışım...1453 kere maşallah diyorum, çünkü olabileceğe en yakın güzellikle çekilmişti. Hani ateşli bir futbol maçı seyrederken futbolcu, ses yarışması izlerken şarkıcı ya da ne bileyim, bir magazin programında nasıl ki ünlü biri olmak istiyorsa insan, filmi izlerken de o askerlerden biri olmayı çok düşlüyor. Ama ben bunu yönetmenin başarısına değil, insanların içindeki inanca bağlıyorum. Coşkuyu veren film değil aslında, içimizde coşup duran inanç. Filmi izlerken kim kendini hangi kahramanın yerine koydu bilmiyorum ama muhtemelen en büyük rağbeti Fatih Sultan Mehmet görmüştür bu durumda ama benim kahramanım farklıydı; Ulubatlı Hasan. Gözleriyle gördüğü son şey kızıl bir savaş meydanı, mancınıklardan uçuşan ateş topları ve en tepeden bir yerlerden İstanbul manzarasıydı. Ardından kapıyordu gözlerini, tekrar açtığında göreceği manzaranın cennetten bir köşe olacağı inancıyla. Ne mutlu ona diyorum. Nuh peygamber bile 900 yıl yaşadıktan sonra hayata gözlerini yummamış mıydı? Aklıma bilgisayarım, kullandığım facebook hesabım, halı saha aboneliklerim ve sevdiklerim geliyor şimdi, acaba diyorum, onları bırakıp gitmek kolay mı gerçekten de? Üstelik burada yer vermediğim sayısız lezzeti varken hayatım. Şöyle durup düşündüğümde; "Değer" diyorum. Ne uğruna öldüğünüz burada önemini yitiriyor aslında. Ulubatlı Hasan bayrak için, Galileo "Dünya yuvarlaktır" dediği için öldü. Burada bir soru daha takılıyor aklıma: Önemli olan insanın ne için yaşadığı mıdır, yoksa ne için öldüğü müdür?? Muhtemelen ikisi de önemlidir. Ama demiştim ya, ne uğruna öldüğünüz bir yerde anlamını yitiriyor. Çünkü size orada ölümü "yar" kılan şey inançtır. Bunun Allah inancı olması şart değil elbette, sanat için de ölebilirsiniz, aşk için de, yasalara karşı olduğunuz ya da yasalardan yana olduğunuz için bile ölebiliyorsunuz. Ama illa ki bir inançla kapıyorsunuz gözlerinizi...
Fetih günü Konstantinapolis önünde askerleriyle namaz kılan bir komutan figürü vardı filmde. Ve Allah-ü Ekber diyerek coşan, coşturulan yeniçeriler. Vatan, millet, padişah umurlarında olmasaydı bile yine de sırf Allah-ü Ekber sözüyle eminim ölüme severek ve koşarak gitmeye hazır binlerce erkek, binlerce baba, binlerce ağabey...
Film ikibuçuk saat sürüyordu. Birlikte izlediğim arkadaşa "İstanbul’u fethetmemiz ikibuçuk saat sürdü" dedim. Bilgisayarın başında eşofmanlarımı giymiş, kahve-sigara ikilemiyle film izleme keyfini yaşıyordum, oysa o filmde anlatılanlar, o filmde ölenler ve uğrunan ölünen şeyler gerçekti. Binlerce fedakar, geride onbinlerce yaşlı göz bırakmışlardı. Tarih kitaplarında ne denli doğru anlatıldı bilmiyorum ama Ulubatlı Hasan’a 37 adet ok saplandığı söylenir. Onun o anki acısını düşünebiliyor musunuz? Ya kendinizi Fatih’in yerine koyduğunuzda? Savaşı kaybetmek üzereyken bir ulusun ve bir ordunun size düşman olabilme ihtimali ne demekti? Ya askerler? Düşmanların eğlence düzenledikleri müzikleri uzaktan duyup, yaralarıyla, belki açlıklarıyla, belki özledikleriyle bir sonraki güne belirsiz bakan ve belki de "Acaba hangi gün son günümüz?" diye bir yandan ölmeyi isteyen, Al Yazmalım filmindeki veda sahnesi gibi "Bedeni dünyayı, ruhu şehadeti" isteyen askerleri...Düşünün...Düşman bile olsa onuru için hayatını kaybeden bir Hristiyan’ı. Kendimi bildim bileli onuruyla ölen insanları takdir etmişimdir. İnandıkları ya da inanmadıkları şeyler hiç umurumda olmamıştır. Haklıya hakkını vereceksin ki, sen de hak ettiğini alasın. Sen kendi tarih kitaplarında düşman askerlerinin (eğer hak etmişlerse) kahramanlıklarından söz edeceksin ki, onların da tarih kitapları senin kahramanlıklarını yazsın.
"Ya ben İstanbul’u alacağım, ya da İstanbul beni" diyordu Fatih ve o İstanbul’u alırken, İstanbul da bizi aldı. Galata’sından seyrettiğim İstanbul’u düşledim ve yine filmi izlediğim arkadaş "İyi ki İstanbul"u almışız dedim. Adını taşıyan koca bir şehir, bir küçük ülke. Osmanlı toprağının dört bir yanından insanlar son nefeslerini verdiler bir inanç uğruna. Allah-ü Ekber diyerek öldüler. Sonra onların çocukları aynı tekbir seslerini bugüne taşıdılar, her geçen gün daha sönük bir ses tonuyla. Artık savaşlarda kimse Allah-ü Ekber demiyordu oysa. Silah icat olup, mertlik bozulalı inanç yerini biraz cesarete, biraz da mantığa bırakıyordu. Artık günümüz padişahları şehirleri ya da ülkeleri değil, dünyayı fethetme planları yapıyorlar. KADDAFİ’nin ölüm videosunu izlemişsinizdir çoğunuz, bilmem dikkatinizi çekti mi: Onu linç ederek öldüren muhalifler de Allah-ü Ekber diye bağırıyorlardı, o muhaliflerin elinde canını vermekte olan KADDAFİ de...Madem ikisi de Allah-ü Ekber diye bağırıyordu, o zaman ikisinden hangisi gerçekten de Allah için ölüyordu????????? Bana sorarsanız iki taraf da değil. Dış ülkelerle coşturulmuş muhalifler bir yanda, kendi iktadarına sımsıkı sarılıp bir ülkeyi 40 yıl yönettikten sonra sadece bir vatandaş olmayı hazmedemeyen KADDAFİ öbür yanda. Ben burada bir Allah inancı görmedim...
1453...2012... 559 yıl geçti.. Ve insanlar, özellikle din inançlarıyla bugüne kadar geldiler. Ama farklı farklı adlar aldılar, farklı farklı gelenekler. İnancı reddedilmedi belki ama ertelenmesinde de bir sakınca göremedi. Çünkü aslında ’ne’ olduğu, ’kim’ olduğu önemini yitirdi. Artık dünyanın insanları ’ne’ olarak, ’kim’ olarak gördükleri önem kazanmaya başladı. Savaş meydanlarında askerlerine coşku veren komutanlar yerine, perde arkasında Kaddafi’nin muhaliflerine komutlar veren diktatörler var. Sizinle aynı inançtalar mı, değiller mi kimin umurunda...Sizden yanalar mı, değiller mi, o önemli artık. Üç günün, beş yılın hesabını yapıp iktidar kaygısı düşünenleri, üçyüz yıl ya beşyüz yıllık politikalar yapan insanların yönetmesi o kadar normal ki aslında. O klasik ifade: My Life. Artık "benim hayatım" var...Yaygın bir inanışa göre insanoğlunun ebatları sürekli küçülüyormuş, eskiden daha uzun boylu, daha iri yarı ve daha uzun ömürlü olan insanlar artık bu yönlerinde giderek geriliyorlar. Sanırım bu gerilemeyle birlikte insanlığın özünde de, yani asıl kimlik olan ’insanlık’ta da bir gerileme gerçekleşiyor. Sağırlaşıyoruz etrafımızda olup bitenlere, körleşiyoruz. "Bizi sokmayan yılan ne halt ederse etsin" diyoruz ama bencillik denen o yılan, zehirlediği her kurbanda biraz daha uzuyor, biraz daha güçleniyor. Sıra bize hiç mi gelmeyecek sanıyoruz? İşimizi, kariyerimizi, ailemizi düşünerek müdahale etmediğimiz ve gözlerimizin önünde gerçekleşen o kadar hırsızlık, o kadar haksızlığa duyarsız kalışımız, yarın o haksızlıkları bizim önümüze de getirmeyecek mi sanıyoruz? Evet öyle sanıyoruz ve YANILIYORUZ..
Son peygamberin üzerinden 1500 yıl geçti, artık peygamberlerin doğmadığı bir dünyadayız. Başkalarını eleştirmeye bayılıyor olsak bile aslında hiç birimiz kusursuz değiliz..Topa tutmayı, saymayı, sövmeyi sanat edinmişçesine savuruyoruz kelimelerimizi, aynı şeyler bize yapılınca da tabir-i caizse kıyametleri koparıyoruz...Benim dünyada en çok sevdiğim ve inandığım şeylerden biri ’denge’ dir. Kim ne derse desin, etme bulma dünyasındayız. Ektiklerimiz, biz farkında olsak da, olmasak da zamanı geldiğinde karşımıza çıkıyor. Hani nutuk çekmiyorum ama dünyanın inanan ve inanmayan insanları olan bizlerin de, iyi bir nutka ihtiyacı olduğunu düşünüyorum..
Filme döndüğümüzde, Konstantinapolis önünde namaz kılan bir padişah ve askerleri vardı. Tekbir sesleriyle ilerleyen inançlı insanlar. -Bir hatırlatma yapayım, yazıyı daha da sürdürmeyi düşünüyorum, sıkılan arkadaşlar okumayı bırakabilirler- Bugün peygamberler artık doğmuyor olduğu gibi, o kadar inançlı doğan insanların sayısı da azalıyor. Ön planla hep başka düşünceler, başka fikirler, başka idealler var. Matematiksel bir deyimle ’pay’ sürekli değişiyor ama inancımız içimizde bir yerlerde hep duruyor, fakat ’eşit payda’ olarak. Denizciyiz ama müslümanız, realistiz ama müslümanız, siyahız ama müslümanız, beyazız ama müslümanız vs. Üniversiteyi benim gibi 12 yılda değil de, 4 yılda bitiren özellikle İşletme mezunu arkadaşlarım özellikle bilirler, ’rotasyon’ diye bir ifade vardır. İş değiştirme anlamına gelen bu kelime, işyerinde çalışanların yerlerinin değiştirilmesi demektir. İşte ben bu ’rotasyon’ ifadesinin, ’pay’ ve ’eşit payda’da yapılmasından yanayım. Yani bırakalım da farkılıklarımızı, ortak değerlerimize sarılalım, bunları ön plana alalım. ’Pay’ kısmında inancımız olsun, diğer farklı değer yargılarımız da ’payda’ olsun. Olmaz mı? Olmaz değil mi? Çünkü o kadar güçlü bir egomuz var ki, çünkü birileri bizleri o kadar güzel coşturmuş ki. Kendimize yediremeyiz, "bırakın kardeşim, herkes istediğine inansın, kime ne" deriz ama bizim inandığımıza inanmayanları da ’düşman’ ilan ederiz. Bu durumda, biz de onların düşmanı oluruz. Ben çok düşündüm ama bulamadım, bilenler söylesin, düşman aslında kim?? Yemin edebilecek kadar eminim ki aslında ben hiç kimseye düşman değilim. Ama herkes öyle mi? Karşı komşumuz, amirimiz, rakip takım oyuncumuz, bizi terkeden ya da bizim terk ettiğimiz eski sevgilimiz, kardeşlerimizin önünde bizi azarlayan annemiz-babamız bile bize göre düşman sanki. Vay be, yüce komutan Fatih Sultan Mehmet. Nereden nereye...Senden sonra çok şey değişti, çok değerler yitirildi ve çok geriledi gelişimimiz. Senin Akşemsettin Hoca’ya, çadırına geldiğin zaman gösterdiğin hürmetin onda birini bizler artık otobüslerde yaşlı amca ve teyzelere göstermiyoruz. Hani "Çok yaşayın" elbette ve bizler tırnağınız olamıyoruz bile ama iyi ki bu günleri görmediniz. Artık uğruna ölecek çok fazla inancımız kalmadı. Yarın öleceğimiz muhakkak, keşke sizlerle yaşayıp, sizlerle ölseymişiz...
YORUMLAR
Filmi sinemada izlemiştim,bazı arkadaşlarımda gitmeye degmez guzel bir film degil, demelerine ragmen merak etmiştim,ama izledikten sonra, 5 defa daha gidip izledim,bence harika bir eser olmuş,cok begendim,benide etkileyen bölüm gemilerin karadan yürütüldügü yerdi.harikaydı,
Anlatımın cok guzel,tebrikler
sewgiler..