- 1205 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
ŞU TAŞRADA KUŞ OL/SAYDIM
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Merkezin dışında kalan ve merkezle az/çok bağlantılı; gezegenimizin ekseri doğu, batı, kuzey, güney gibi ana yönleri ile ara yönlerinden herhangi biri tarafını işgal eden yerleşim birimlerinin genel adıdır taşra. Yönünün tayini, merkezin takriben hangi ana veya ara yönü civarına düştüğüyle ifade edile gelmiştir. Dolayısıyla öncelik, merkeze sunulmuş bir haktır. Sonradanlığın gelenekselleşmesi ağzımızda yöresel bir tat bıraksa da ötekilik, mahrumiyetin sembolü olarak lengüistiğimizde hak ettiği yeri almıştır.
Taşranın zihnimizde ilkellikle dirsek temasında bulunuyor ve hatta öz kardeş gibi bir samimiyet sergiliyor olmasını eşimize dostumuza anlatmakta hiç de güçlük çekmeyiz. İşte bu canlantıdan yola çıkarak ilkelliğin kötü bir olgu olduğunu savunanların tam aksini savunma durumunda kalabilirim. İlkelliğin zannedildiği gibi öyle kötü bir yaşam biçimi olmadığını ispatlamak için ne gerekiyorsa yapabilirim. Günümüzde işlenmiş/modern insanın durumu belli ve ortada iken ilkelliğin irticai bir faaliyet olmadığını anlamamız lazımdır. İnsan beyni keşfe ve buluşa doymayan harikulade bir makinedir. Bu makine, modern insanın temelini atarken insanî vasıflarını kaybeden insanın bir çıkmaza, bir uçuruma sürüklendiğini hesap edebilmeliydi. Modernizmin yeryüzüne getirdiği rahatlık tartışılmazken vaat ettiği mutluluğun tartışılabilirliği, durumu özetleyen en önemli argümandır.
Merkez, modernizmin bir sonucu olarak el bebek gül bebek büyütülmüş mahallenin mutsuz ve şımarık çocuğudur. Taşra ise ilkel, mağdur, mahcup, mağlup gibi sıfatlarla literatürümüze girerken bu özelliklerden dolayı da meşhur zevat tarafından övgüye değer bulunmuştur. Türkülere girmiş midir bilmiyorum ama “Beni böyle sev seveceksen, olduğum gibi göreceksen” düz mantığının başka bir versiyonudur “Ben taşralıyım sevgilim” diyebilmek. Kimi zaman övgüye değer bulunan, safî duyguların memleketi olarak görülen taşra; kimi zaman stabilize bir yolla ancak ulaşılabilen mahrumiyetin başkentidir.
Ekonomik, sosyal, kültürel yoksulluğa bir de kafaların yeniliğe yabancılaşması (yenilikten kasıt modernizm değildir), hatta düşmanlığı eklenince yazın ve sanatla uğraşmanın güç koşullarda gerçekleştiğini görebilmek hiç de zor değildir. Sanatsal anlamda mahrumiyetin dil, din, ırk, mezhep, meslek, bölge, il, ilçe, kasaba, köy gibi kavramlardan ziyade bizzat insanın içselliğiyle ilgili olduğunu savunanlardanım. Bu bağlamda sanat, sanatçının kendisini en iyi şekilde ifade etme ihtiyacından ortaya çıkar ve diğer insanların teveccüh ve iltifatıyla kendisine bir yaşama alanı oluşturmaya çalışır. Yaşama alanı oluşturma faaliyetini taşra veya merkez gibi iki bilinenli bir denkleme indirgemekten ziyade bireyin ihtiyaçlarına indirmemiz daha sağlıklı olacaktır. Dolayısıyla taşra, olumluluk veya olumsuzluktan birini veya her ikisini birden ifade ediyor ise bile “Taşra içimizde” sözü bizi izah eden en güzel slogan olacaktır.
Vakti zamanında (bu milada yakın bir zamana tekabül eder ki; kâğıttan, balmumu levhalardan ve papirüsten de önceye ithafendir vakit vurgumuz), herhangi bir ülkede; çevresiyle uyumsuz, aklına düşeni yapmak için zaman kaybına tahammülü olmayan, okuma yazması düzgün kendi halinde bir mütefekkir yaşar imiş. İlim, irfanda kendisini hayli geliştirmiş olmalı ki “Vatana millete daha faydalı bir birey olabilmek için ne yapmalı?” sorusuyla çelik çomak oynar iken aniden aklına bir fikir gelir: Entelektüel bir toplum için neşriyat olmazsa olmazdır ve altışar aylık dönemler halinde süreli yayın işine girişecektir.
Bay mütefekkir, mahallenin gençleriyle muhtelif zamanlarda bir araya gelir; taşlara, çanak ve çömleklere yazılmış metinlerden dersler okur ve yapacağı neşriyat işiyle ilgili gerekli alt yapı oluşturmaya ve yetişmiş eleman ihtiyacını karşılamaya çalışır. Toplantılarda kimi zaman fikir teatisinde bulunulur, kimi zaman mevzu’un dışına çıkılır ve türlü türlü meseleler tartışılıp çözüme kavuşturulurdu. İnsan familyasına mensup bireylerin psikolojisinden, varlık ve yokluk kavramlarının felsefeyi sarsan yönlerine kadar; sanatın sınırlarından, sanatsal metinlerin sanat için mi toplum için mi sorunsalına karşı geliştirilen tezlere kadar insan temelli bütün düşünceler irdelenirdi. İnce eleyip sık dokumalar neticesinde makul olan bütün fikirler insanî ve saygıdeğer bulunurdu. Bu birikimlerini toplumla paylaşma vaktinin geldiğine inanan bir avuç entelektüel, çevrede ne kadar üzerine yazı yazılabilecek taş, kırık çanak, çömlek parçası var ise toplamaya koyulurlar. Her mahalleye bir adet süreli yayın düşmesi için gereken yüz doksan iki parça taş türünden materyalin on altı taşfasına öğretici ve sanatsal olmak üzere muhtelif yazılar yazıp tarihin ilk taş dergisinin temelini atmış olurlar.
Yazılar dönemin yazın hayatına göre gayet üst düzeymiş. Hatta yazıların değişik motiflerle süslenmesi (Süslemeler ileriki yıllarda taş oymacılığını özendirecek çalışmalara örnek teşkil etmiştir), bu işi ne kadar ciddiye aldıklarını gösteriyormuş. İşlerin bitimi açısından sona yaklaşılırken içlerinden biri, “ Sevgili kardeşlerim! Her şey çok güzel ama bizim bir eksiğimiz olduğu kanaatindeyim” diyerek orda bulunanların beyinlerinde kekremsi bir tat bırakmayı başarmıştır. Sözlerini “İnsanların öğrenmeye, bilmeye ve sanatsal zevkini geliştirmeye ne kadar ihtiyacı varsa gülmeye de o kadar ihtiyacı vardır kardeşlerim…” diye de devam ettirmiştir. Buna mukabil bir müddet topluluktan çıt çıkmaz. Neden sonra gözleri çekik mi çekik bir genç “ Bir de gülmece taşfası ekleyelim olsun bitsin muhterem” deyip sessizliğin rahatlamasına vesile olarak büyük bir sevaba girmiştir. Sabahlara kadar süren tartışmalardan sonra “gülmece” fikrinde mutabık kalınmış ve rey çokluğuyla da gülme amaçlı bir taşfa düzenlenmesine karar verilmiştir.
İçinde çiftçi, doktor ve değirmenci olan bu gülmeceyi kurgulamak zor olmadı onlar için: Bir çiftçi ile bir değirmenci fazla kilolardan rahatsız olup civarda diyetisyenlik hususunda nam yapmış bilge bir tabibe giderler. Tabip bunlara farklı bitki köklerinden bir macun hazırlar ve ilacı nasıl kullanmaları gerektiğini de tarif ederek ücretini alıp bu ikiliyi evlerine gönderir. Değirmenci, macunu tabibin anlattığı gibi kullanmıştır. Kilo vermek şöyle dursun göbek bölgesinden kilo almaya da devam etmiştir. Çiftçi ise işlerin yoğunluğundan olsa gerek ilacı, ilk gün hariç, kullanmamıştır. Fakat gözle görülür bir şekilde kilo kaybına uğramıştır. Bu duruma anlam veremeyen iki arkadaş tabibin yanına gitmişler, durumu bir bir anlatmışlar. Tabip hiçbir harfi kaçırmadan anlatılanları sessizce dinlemiş ve “dünya üzerinde ne kadar tabip varsa düzenbaz, değirmenciler oburdur tamam. Ey çiftçi! Ya sen kara boğaza nasıl engel oldun? ” diyerek tarihe geçiveren bir laf etmiştir.
On iki elle yazılan süreli yayın bu ironik gülmecenin eklenmesiyle dağıtıma hazır hale getirilmiş ve her mahallenin okuma yazma bilen, önde gelen kişilerine teslim edilmiştir. İlk intibalar olumlu olmakla birlikte gülmece sayfasına bozulan doktorlar, değirmenciler ve çiftçilerin olduğu söylentisi kulaktan kulağa yayılmıştır. Hatta bir iki tabip, bir iki çiftçi ve tam üç tane değirmenci bilgenin yanına gelerek rahatsızlıklarını bildirmişler. Bilge, düşünmüş taşınmış ve ne şiş yansın ne kebap sözünü doğrular bir manevrayla taş derginin tamamının toplatılması gerektiğini genç arkadaşlarına gerekçeleriyle birlikte ifade etmiş. Beş tane süreli yayın hariç (ortadan kaybolma nedeninin ilim, irfanla uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığını düşünüyoruz) diğerlerine ulaşılmış ve gülmece taşfası sökülüp imha edilerek kalan kısım tekrar dağıtılmıştır. Bu geri adıma mukabil bu üç meslek gurubundan temsilciler, yanlarına kasaplardan bir temsilci de alarak mahallenin muhtarına taş derginin imhası hususunda baskı yapmışlardır. Muhtar bu durum karşısında ne yapacağını şaşırmış ise de sözü geçen dört meslek grubuna yaranmak için tebasını satışa getirmekten geri durmamıştır.
Muhtar gülmece taşfası çıkarılmış süreli yayın konusunda o kadar rahatsız olmuş numarası yapmış ki bir gece vakti gizlice ineklerin bulunduğu ahıra yakın bir bölgede balyoza benzer bir aletle toplattığı süreli yayınları kendi elleriyle bir bir imha etmiştir. Numaradan rahatsız olma durumuna ise herkesi inandırmayı başarmıştır.
Mahallenin bilgesi ve genç yol arkadaşları olanlar karşısında çok üzülmüşler. Üzülmek şöyle dursun kahrolmuşlar ama bu kahroluştan ne meslek guruplarının ne muhtarların ne de diğer eşref-i mahlûkatın haberi olmuş. Haberi olanların da bu durum umurlarında olmamış zaten.
İş bu hikâyede bahsi geçen durumun dünyanın bütün iklimlerinde mükerreren yaşanabileceğini varsayarsak taşranın içimizde olduğunu inkâr etmek de abesle iştigal olsa gerektir. Kitap okumayan kavimlerin sanata ve sanatçıya takındığı ilgisiz tavır ve görmezlikten gelme düz mantığına bir de yok etme ülküsünü ekler isek durumun vahametini daha net anlarız. İnsanın damarlarında dolaşan öfke, nefrete dönüşünce anlam kazanır hümanist felsefe. Kaş yapıp göz çıkarmalarımız irtifa kaybederse gönüllerde, işte o zaman hiçbir düşünce akımının arkamızda durası gelmez. İşte o zaman çekirgelerin fillere kafa atası tutabilir ve bu kaosun en mühim nedeni olarak tarihe geçebilir.
Hayatında hiç patates görmeyen biri patatesin yenebilecek bir besin olduğunu tahmin edemezken geri kalmış bir bireyin de bağnazlığın bağnazlık olduğunu bilmemesi gayet doğaldır. “İnsan bilmediğine düşmandır” fikrinin rüzgârına kaptırıp kendimizi, taşranın serin taşlarına dost olmak uğraşıyla meşgul olalım bir vakit daha. İçimizdeki şehirli duyguların kırsala galebe çalmasıyla ortaya çıkan boşluktan hiçbir toplu fikir akımı sorumlu tutulamaz. Sorumluluk duygusunu üzerinde taşımaya görevli olan bizzat ferdin kendisidir. Kendi olamayan bireylerin en temel sorunu sürü olmayı gayet iyi beceriyor olmasıdır.
İlericilik ve gericilik kavramlarını tartışmaya açıp taşları ait oldukları yerlere koyduktan sonra gericiliğin temelinde yatan psikolojik sebepleri, gerekirse hipnoz gibi sürrealist unsurlarla da güçlendirerek ortaya çıkarmakta büyük fayda vardır. Çünkü gericiliği salt kültürel unsurlara bağlamak yanlıştır. Öyle olsa dahi merkezin salt kültür unsurlarını muhafaza etmediklerine yakinen şahit olmaktayız. Çünkü İ. ve A. diye adlandırdığımız büyük şehirler en nihayetinde taşranın kente taşınmış halidir. Memleketinde gericiliği meslek edinmiş bir bireyin de göç sonucu gittiği yerde aniden keskin ilerici sınıfa dahil olmasındaki mantıksal hatayı dillendirmeye gerek görmüyorum.
Taşrada sanat yapmakla ilgili türlü teorilerin varlığını ve bu teorilerin kuramsallaşmadan şifa niyetine muhtelif işkencelerden geçirilip muvazenesiz türlü denemelere tabi tutulduğunu akl-ı selim her kişi bilir. Zihnî durumumuzu sorgulamadan “yeni şeyler söylemek” ilmini başarabilmemiz mümkün değildir, şayet derdimiz bu ise. Böyle bir derdimiz yok ise zaten yuvarlanıp gidiyoruz kör kuyulara. Sanatçıya “öz” eşinin bile vebalı bir deli gibi bakması, hatta görmesi ikinci bir tufanı çağrıştırır mı bilmiyorum. Bildiğim ise yeniliklere kapalı beyinlerin “Koca koca adamların uğraştığı işlere bak” sözüyle belli yaşlardaki insanların yapacağı işleri kategorize etmekte bir sakınca görmemeleridir. Bu tür beyinlere göre 0-2 yaş grubu yürümekle, 3-11 yaş grubu konuşmakla, 12- 39 yaş grubu takım tutmakla, 40-66 yaş grubu kategorize etmekle, 66’dan sonrası ise ölmekle meşgul olmalıdır ve bu görevler standarttır. Bunların dışına çıkılmaz, çıkanlara da “bundan bir cacık olmaz” anlamında “bundan adam olmaz” denilerek garabet yaftası yapıştırılır. Ortak yaşam alanlarının paylaşımında fiktif problemler ortaya çıkabilir. Hatta alnına “sanat adamı” mührü vurularak gülünüp geçilebilir. İşte bu ahval ve şerait içinde kendine yabancılaşan, iç seslerinden habersiz tüm bireyler için yas tutmak mı lazımdır yoksa süreli yayın işine mi girmek lazımdır bilemiyorum.
- Biz yine ikincisini tercih edenlerdeniz galiba.
İkinciyi tercih etmek sistematik bir ölümdür aslında ve ölüm tüm yaşayanlar için gereklidir. Hem sistematik ölümler ani ölümlerden daha az acıtır. Tersi olsa dahi “Acı duymak ruhun fiyakasıdır” tesellisiyle en kibar ifade biçimine çark etme derdindeyiz. Taşra içimizde, taşra içimizde…
YORUMLAR
Taşrada entellektüel olmak.
''Dar alanda kısa paslaşmalar'' cümlesi için biçilmiş kaftandır belki.
Belki de sosyal yaşamaya muhtaç insan trajedisinin biricik örneğidir taşrada adam olmak.
Diğer yandan bulunduğu kısıtlayıcı ortamıi terketmedendünyanın hiç bir yerini gezmeden
ayrıksı düştüğü bu mecraya rağmen düşünce ve hayal deviniminin renkliliği sayesinde
nice eserler üretebilir insan.
Zaman, mekan ve kahramanın bizzat kendisi, çarpıştığı her duruma yeni yahut kısır(!) akisler
sunabilir fakat; bu etki tepki sürekliliği merkez kişilere has olan yayınevidir vesselam :)
.