- 606 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SONSUZLUĞUN DERVİŞİNE VEDA
Nasıl bilebilirdim; herşeyin sözle başladığı savının gerçek olduğunu ve gelip beni bulacağını. Hava soğuktu, ama içim kadar soğuk değildi. Beynimin çeperinde dans eden bir yığın karamsarlığın tamda ortasına duru bir güneşin doğacağını bilmeden gecenin koynunda kendimi sustururken, lafazanın heybesinin boş olduğunu gören gezgin bir derviş kesti yolumu. Önce sordu hangi kabileden olduğumu, sonra yargılamadan kendinden bildi beni. Suya aç bir toprağa akmak isteyen, taşkın bir nehirdi o. Daha sonra anlayacaktım o’nun önüne hiçbir setin çekilemeyeceğini. Korktum ondan, çekindim ve sustum karşısında ilk zamanlar. Tutuk halimi görüp, titreyen ellrime baktı uzun uzun. Yol verdi dilimin lal haline. Zincirlerinden boşanmış vahşi bir hayvan gibi her yöne sıçrayıp durdu içimdeki kimsesizlik. Ağır ağır yaklaşıp kimsesizliğime dokundu ürkütmeden. Kaygılanmamamı söyledi uzun uzun susarak. Yavaş yavaş gece şafağa süzülürken, tanıdık hiçbir ateşin olmayan bir harı bıraktı ellerime. Yanmaktan korkma dedi, ateş ateşe ne yapabilirki birbirini büyütmekten başka. İçimdeki bütün otoriteler gezgin dervişin emanetinde eriyip kül olmuştu. Günler onun emanetinde korlaşıp şekilleniyordu, elimden birşey gelmeden peşine takılıp, gah Acemeli’ni gah Anadolu bozkırlarını gah kayıp medeniyetleri dolaşıyordum. Sımsıkı sarılmıştım, bırakmıyordum elini kaybolmaktan korkan bir çocuktum. Kafasını çevirip bakmıyordu, biliyordu peşinden ayrılmayacağımı. Neden sonra bir tek elle kaldım elimde derviş makamı sırra ermişti. Yelkeni yırtık bir bir gemiydim okyanuslar ortasında. Dervişin mahlası kalmıştı bende kendisi kayıp, ucarsız bir gidişti bu, yönü ve zamanı bilinmeyen. Abartısız kaç yüzyıl geçti aradan bilmiyorum. Her yerde onu aradım günde, gecede, mevsimlerde, yosunlu duvarların gölgesinde, virane ahşab evlerin koyu gözlerinde, akrsuların kurumuş yataklarında, ağlayan ve gülen çocuk yüzlerinde, sabah ezanlarının ölüm kokusunda, nasırlı işçi ellerinde, sonbaharda yaprağını kovan ağaç dallarında, güneşin içimi ısıtmayan yalancı sarılığında, rıhtımda kendini zorla dinleten martı çığlıklarında, seyyar satıcıların zabıta korkularında, işe yetişmek isteyen insan telaşlarında, akreple yelkovanın kovalamaca oyununda, eski kiatapların yaşanmışlık izlerinde, dükkanların indirim pankartlarında, büyük ozanların yol tariflerinde , kemanın ağlayan sesinde, ihtiyarların yüzündeki yıllanmış haritalarda, genç kızların gözlerindeki pusulalarda, doğum sancılarının güftelerinde, yenilmişliğin sıkılı yumruklarında, burjuva basının boyalı aldatmacalrında, renklerin soluklaşan intiharlarında, kapı gıcırtılarında, bozuk musluk damlalarının tıpırtısında, silinmeyen kurşun kalem koyuluğunda, kapanmamış kar izlerinde, suskun çığlıklarda, abartılmış neşeli yalnızlıklarda, istenmyen misafire gösterilen sahte nezakatlerde beni gören herşeyde aradım onu ama yoktu. Neden sonra çıkageldi bahrın aymazlığı cebinde. Dilinde birikmiş balözünü bulaştırıp gözlerime, geçip oturdu tam karşıma: Ben geldim. İyi ya neden geldin.Ben yokluğunda bulmuştum seni, tekrar herşeyi yoketmek ve yeniden varetmek ne güç bilir misin bu. Yeniden inanamam tanrıya, yokluğunun tanrısıyla dostum. Varlığına alışamam artık. Bu yüzden ey derviş; sensizliğe dokunma ve bırak git. Sana son sözüm hoşçakal.
ALİ RIFAT ARKU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.