- 1123 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SİDRE-TÜL MÜNTEHA
20 Eylül Pazartesi günü sabah erken kalkıp Eskişehir’e gidecek motorlu tirene yetişmek için koşarken bir kahvehaneden “Isparta’ya gece uçak düştü” haberleri okunuyordu. Durup dinleyemezdim. Bugün akşam Eskişehir İktisadi Ticari İlimler Akademisinde imtihanım vardı. Geç kalamazdım. Isparta’dan hareket eden 07:40 motorlu treni, 14:00 civarında Eskişehir’de oluyordu. Eskişehir’deki on beş günlük eylül imtihan sürecimi tamamladıktan sonra Isparta’ya döndüğümde, uçağın düştüğü Karatepe çıkmayı düşünüyordum. Çocukluktan itibaren Isparta’nın etrafındaki dağları beraber gezdiğimiz Mustafa Ali Kovada Hidro Elektrik santralinde çalışıyordu. Onunla hafta içi telefonla görüşürken, tatile çıkacağını, tatilde Isparta’da olacağını söyleyince, hemen kara tepeye çıkma düşüncemden söz ettim. Verdiği “iyi olur, hem eski günleri anarız” cevabı beni sevindirmişti. İşte bugün Pazar, Mustafa Ali ile bir araya gelip kara tepeye çıkacağız.
Mustafa Ali kuru yağız, tek gözü bebekken kör olmuş, arkadaşlığı ile her zaman dikkat çeken biriydi. Çok fazla konuşmazdı. Birlikte bulunduğumuz ortamlarda en çok ben konuşurdum. Birlikte gezmeyi severdik. Onunla aramızda çok önemli farklar vardı. Okumayı fazla sevmezdi. Bense hemen her gün kitap okurdum. Her türden kitap okumak benim için önemliydi. Pek siyasetle ilgilenmezdi. Ben siyasetin içindeydim. Toplumsal, fikri, siyasi, ideolojik hareketler içine katılmazdı. Ben toplumsal, fikri, siyasi, ideolojik hareketlerle içli dışlıydım. Birlikte olduğumuz zamanlar genelde susardı. Konuşmalara katılmazdı. Ancak her zaman benim görüşlerimi desteklediğini bilirim.
Ben ona göre daha zayıftım. Delikanlılık çağıma girdiğimden beri kilom elli kilo civarında seyrediyordu. Mustafa Ali ise altmış kiloya yakındı. İkimizin de kilosuz oluşu, çocukluktan beri Isparta’nın etrafında dolaşmamız, bizi zinde tutuyordu. İşin doğrusu o benden daha atletik, daha gözü pek, daha cesurdu. Özellikle dağları gezerken, tehlikeli yerlerde öncülük eder, zorlandığım yerlerde bana yardım ederdi. Gözünü budaktan esirgemezdi. Bense biraz geri duran, fazla atak olmayandım. Aramızdaki uyum farklılıklarımızı etkilemiyordu.
Kahvaltıdan sonra buluşacaktık. Tatil için birlikte büyüdüğümüz mahalledeki annesinin evine gelmişti. Annesinin evi bizim sokağın altındaydı. Evlerimizin yakınlığı sayesinde hemen buluşmamız mümkündü. Benden önce evlenmiş, iki çocuğu vardı. Bense hala bekârdım. Yıllık izinlerimi genelde imtihanlarda geçirdiğim için, bazen cumartesi günleri Kovada’ya yanına gider, hafta sonu tatilini birlikte geçirirdik. Onlar santralde sürekli nöbet tuttukları için düzenli tatilleri olmazdı. Ben yanlarına gelince arkadaşlarıyla nöbetleri değiştirir, Pazar gününü boşaltırdı. Çalıştığı santral, Isparta’nın Eğirdir kazasının güneyinden Akdenize doğru akan çayın üzerinde bulunan Kovada gölünün yanında kurulmuştu. Kovada gölüne baktığınızda gerçekten yandan kovaya benziyordu. Sanki göldeki suyun görünüşü kovadaki su gibiydi.
Evimizin önünde boşluk, boşluğun sokak yönünde ise insan boyunu aşan duvarlarımız vardı. Sokak duvarlarında iki kanatlı, büyük ağaç kapımız vardı. Kanadının birisi sürekli kapalı tutulur, ihtiyaç olunca açılırdı. Sokak kapısından avlu dediğimiz büyük bir alana girilirdi. Pislik olmasın diye boşluğu betonla kaplamıştık. Sabahları gölgelik olurdu. Onun için dışarıda kahvaltı etmek her zaman zevkliydi. Avluda kahvaltımı ederken, Mustafa Ali geldi. “Hala bitirmedin mi kahvaltıyı? Haydi, bitir kahvaltıyı çıkalım” “Acelen ne? Nasılsa başka işimiz yok. Rahat kahvaltımı edeyim. Akşama kadar vaktimiz bol” “Olsun, sabahın serinliğinde Sidrede olmamız gerekir. Değilse sıcaklarda yol alamayız” “Ne o yaşlandın mı? Eskiden sıcakları düşünmezdin” “eskiden çocuktuk” “Onu bunu boş ver. Kovada’daki arkadaşlar nasıl? Yeğenler nasıl? İyiler mi?” Gülerek, “Hepsi canavar gibi. Hele ufaklıklar beter. İnsanı hiç rahat bırakmıyorlar” “Olsun, özledim kerataları. Dönüşte size uğrayayım. Onları bolca seveyim”
Kahvaltı arkası birlikte birkaç bardak çay içtikten sonra, evden çıkıp Kara tepeye çıkacağımız mahalleye doğru yürümeye başladık. Dağın eteğindeki Emre Mahallesi, Selanik’ten gelen göçmenlerin yerleştirildiği bir alandı. İstiklal savaşından sonra Rumlarla değişim yapılmıştı. Selanik’ten gelenlerin Ispartalılardan farklı gelenekleri vardı. Farklı en önemli geleneklerinden birisi, gece vakti mahallelerine denetimsiz hiç kimse giremezdi. Mahallenin gençleri, sokaklarda gezinir, mahalleye giren yabancıların nereye gittiklerini sorarlardı. Eğer gelip geçen biriyseniz, mahalleden çıkıncaya kadar gözetlerlerdi. Mahallede oturan, macır (göçmen), macır olmayan kim varsa, gençler hemen hepsini evleriyle birlikte bilirlerdi. Mahallenin içinden dağın eteğine doğru giden ince bir yol var. Yol dağın eteğinde öküz battı dediğimiz yere çıkıyor. Öküz battı da, harika bir pınar, gölgeleri büyük yüksek ağaçlar vardı. Yaz günleri mesirelik olarak kullanılır. Hemen yanından patika bir yolla karate tepeye çıkılır. Dağın yarısını biraz geçince sidre dediğimiz, mesirelik alan bulunurdu. Mesirelik alanda yatır, mescit vardı. Sidre’de de yüksek ağaçlar, yine harika bir pınar vardı. Emre mahallesinin içinden geçerek öküz battıya vardık. Evden, ekmek, peynir, zeytin almıştık. Emre mahallesinin merkezindeki kahvenin yanında karpuz satan biri vardı. Ondan iki tane karpuz aldık. Yanındaki bakkaldan iki ekmek almayı unutmadık. Unutmadık diyorum, çünkü genelde unuturduk. Yükümüzü ağırlaştırarak yürüdüğümüz için öküz battıda dinlenmemiz gerekiyordu. Onbeş dakika dinlendikten sonra, dağa doğru çıkan patikadan yukarı yürümeye başladık. Y-okuş yol çok dikti. Bazı bölümleri bir arabanın geçebileceği kadar genişti ama asla hiçbir araba bu yokuşu çıkamazdı. Zaten çıksa nereye kadar çıkacaktı ki, yolun incelen yerleri çoktu. Bazı yerlerde ise, dikenli ağaçların arasındaki dar yerlerden geçerdik. Normal yürüyüşle Sidre’ye bir saatte çıkılırdı. Dağın tepesi ise Sidre’den sonraydı. Çocukken tepeye çok çıkmak istedik ama bir türlü fırsat bulamamıştık. Hâlbuki bu dağların tamamını karış karış gezmiştik.
Kara tepe Isparta’nın güneyindeydi. Hemen sağında daha büyük bir tepe vardı. Dağa devlet su işleri el koymuş, orman bakanlığı ile birlikte ağaçlandırmıştı. Dağın Isparta’ya bakan yönünde büyük bir yazı vardı. DSİ. Yazı Isparta’nın her tarafından görünürdü. Devlet su işleri yazısı taşlarla yazılmıştı. Beyaz kireç boyayla sürekli boyatıyordu. Mustafa Ali bensiz o dağa çıktığını, yazının olduğu yere vardığını, bekçilerin onu kovaladığını anlatmıştı. Bekçilerin kulübesi yazının güney tarafında iki yüz metre kadar uzaktaydı. Isparta’dan bakınca kulübe görünüyordu.
DSİ yazısının açılımı Devlet Su işleri olmasına rağmen, okuyanlar tarafından farklı şekillerde açılırdı. Hemen herkes kendi fikrine, siyasi görüşüne göre DSİ yazısına açılım yapardı. Kimi Isparta’dan çıkmış Başbakan Süleyman Demirel’i anımsatmak için, “Demirel’in sevdiği Ispartalılar” veya “Demirel’i seven Ispartalılar” diye DSİ harflerini açardı. Kimi de, “Demirel’in soyduğu Ispartalılar” veya “Demirel’in soyduğu insanlar” olarak açardı. Hatta bazıları “Demirel’e söven Ispartalılar” diye de açardı. Her neyse, ağza alınmayacak derecede DSİ yazısını açanlar olurdu. Ama böyle açmak bize yakışmazdı.
Yukarıya çıktıkça şehir yüksekten iyice görünmeye başladı. Şehrin yeni oluşan mahallelerinde evler, yollar görünürken, eski mahalleleri yeşiller içindeydi. Yeşillikler arasındaki yollar, evler bahçeler içinde seyrek yapılmış bağ evlerine benziyordu. Hâlbuki şehrin içine girince hiçte seyreklik yoktu. Eski insanlar ağaçları çok seviyorlardı. Hemen herkes evlerinin önüne meyve ağaçları dikerek yeşillendirirdi. Tabi maksat sadece yeşillik değildi. Dikilen meyve ağaçlarından mevsimine göre, tazesi yenir, bir kısmı pazarda satılır, kalanı ise kışlık için ayrılarak, kurutulur, reçeli yapılırdı. Ağaçlar, ailenin geçimine katkı sağlarken, aynı zamanda yeşilliğiyle yazları serinlik katar. Kuruyan, budanan dalları ise odun olarak kullanılırdı. Eskilerin evleri tüketen evler değildi. Aksine evlerin kendisi üretkendi.
Yeni kurulan mahalleler ise daha modernize yapılıyor. Apartmanlar yükseldikçe yeşillikler azalıyordu. Yol boyunca oradan buradan sohbet ederek ilerliyor. Kimi zaman eskileri anarak nostalji yapıyorduk. Mustafa Ali hala sigara içmiyordu. Bense sigara içmeye başlamıştım. Sigara içmeme rağmen nefesim hiç kesilmiyordu. Zira kuş gibi hafiftim. Elli kiloyu geçmeyen bir insandan ne beklenirdi ki? Çocukluktan beri yürümeyi, koşmayı seviyordum. Hele bu dağlarda neredeyse dolaşmadık yer bırakmamıştık. Ama her defasında çıkmaya niyet etmemize rağmen, dağın tepesine çıkmamıştık.
Bir saat yolculuktan sonra Sidre’deydik. Hayret Sidre’de birkaç aile vardı. Anlaşılan bizden önce davrananlar olmuştu. Mescidin hemen yanında yatır vardı. Yatırlara dua etmeyi pek sevmezdim. Nedense toplum gibi yatırlara inanmazdım. Özellikle Kuran-ı anlamıyla okuduktan sonra, yatır kültürünün eski Türklere ait olduğu hakkında bilgiler edinince, İslam dininde yatır kültürünün olmadığını öğrenince, dua etmeyi bırakmıştım. Anama göre ben çarpılacak biriydim. Halkın dininin genel geçer kutsalları yatırlardı. Yatırlar hakkındaki fantastik hikâyeler insanları derinden etkiliyordu. Hemen her birini kutsallaştırmak için doğru, yanlış, müthiş hikâyeler üretmişlerdi. Çarşıdan bizim mahalleye giden kesik baş yatırı vardı. Onun hakkında öyle hikâyeler anlatılırdı ki, savaşta adamın başı kesilmiş, adam başını eline almış, küffar (yani Müslümanlarla savaşan kâfirler) bitinceye kadar savaşmış, sonra şehit olmuştu.
Sidre’deki Mescidin önünde bir avlu var. Avluyu meydana getiren boşluğu oluşturmak için kalın bir duvar örülmüş. Duvardaki taş merdivenlerden avluya çıkılıyor. Duvarın dibinde pınar vardı. Eskiden musluğu yoktu. Sürekli akardı. Şimdi bir musluk takmışlar. Pınardan akan su buz gibiydi. Suyun aktığı yere “yalak” dediğimiz, suyun birikmesi için betondan dikdörtgen şeklinde bir suluk yapılmıştı. Mesire için gelen insanlar karpuzlarını soğuması için içinde biriken suya bırakırlardı. Bizde karpuzlarımızı suya bıraktık. Eşyalarımızı duvarın dibinde kuytu bir yere koyarak üzerini örttük. Amacımız uçağın düştüğü alanı gezmekti.
19 Eylül 1976 günü düşen uçakta yaklaşık 160 kişi hayatını kaybetmişti. Uçağın parçaları Sidre’nin üstündeki dağın yamacına dağılmıştı. Uçak düştükten sonra ölenlerin yakınları Isparta’ya gelip cenazelerini almışlar. Ben o dönemde okulda imtihanlardaydım. Uçağın parçaları hariç, insanlarla ilgili her şey dağın yamacından temizlenmişti. Onun için, herhangi bir koku yoktu. Yamaçta dolaştıkça değişik parçalara rastlıyor, sanki bir şey yapacakmış gibi merakla inceliyorduk. Kendimizi kaza alanını denetleyen uzmanmış gibi görmenin hazzını yaşıyorduk. Aslında hiçbir fikrimiz yoktu. Sadece merak gideriyorduk. Pilot nasıl oldu da koskoca dağı görmemişti. Babamın anlattığına göre, uçak tepelerinden duman çıkararak geçip dağa çarpmıştı. Yoksa arıza mı vardı? Her neyse her zaman olduğu gibi, yetkililer kara kutuyu inceleyip, hiçbir açıklama yapmamışlardı. Uçak düşüşlerinin ardından, medyada yazan dedikoduların dışında bir şey bilmek mümkün değildi. Yetkililer daima susan insanlardı.
Yamaçta bir saat dolaştıktan sonra Sidre’ye geri döndük. Amacımız getirdiklerimizden biraz yiyip dağın tepesine çıkmaktı. Bu defa ne olursan olsun çıkmaya kararlıydık. Karpuzlarımız soğumuştu. Birini kestik. Peynir, zeytin ve ekmekle yemeye başladık. Karpuzla peynir, zeytin çok iyi gider. Dağlarda dolaşırken karpuz çok iyi olur. Çünkü hem sulu, hem şekerlidir. Suyu susuzluğumuzu giderirken, şekeri bize enerji verir. Dağlarda dolaşırken Mustafa Ali ile ikimizin bir özelliği vardı. Asla suyu aramazdık. Eğer yanımıza yiyecek almamışsak, dağlarda bulduğumuz yenebilecek otlardan, dağ meyvelerinden yer, açlığımızı giderirdik. Yukarılar genelde serin olduğu için terlemezdik. Kendimizi terletmeyecek şekilde yürümeyi öğrenmiştik. Araya dinlenmeler koyarak, müthiş bir alanı dolaşabilirdik. Manzarası Isparta olan bir alanda yemeğimizi yerken, nereden geldiği belli olmayan biraz kuvvetli rüzgâr neredeyse üşütüyordu. Hâlbuki eylül ayındaydık. Henüz yaz tam bitmemişti. Tepemizde harika bir güneş vardı.
Yemek sırasında Isparta’yı seyrediyorduk. Isparta’nın merkezindeki Hükümet alanı dışındaki yeni mahalleler hariç her taraf yemyeşildi. Pazar yeri ağaçsız olarak göze çarpıyordu. Sağımızda Antalya yolu, Isparta’nın yüksek dağlarından biri olan doğudaki Davraz dağının eteklerinden kıvrılarak gidiyor. Dere boğazı dediğimiz yerde kayboluyordu. Kuzeyimizde Ankara yolu, küçük tepelerin arasından ince bir çizgi gibi görünüyor. Hemen kuzey doğusunda Eğirdir, Konya yolu var. Şehrin kuzey cephesinde yüksek dağlar yoktu. Küçük tepecikler vardı. Tepeciklerin arkasında geniş bir ovalık alan, alanın hemen ötesinde yüksek dağlar başlıyordu. Uzakta olsa, dağların yamaçlarındaki köyler, çardaklar görülebiliyordu. Kuzeydeki yüksek dağların sağ tarafında Isparta’ın en yüksek dağı Akdağ bulutlar arasındaydı. Ölçümlere göre Akdağ daha yüksekti ama nedense Ispartalılar Davraz dağının daha yüksek olduğunu düşünürlerdi. Davraz dağının tepesine çıkıldığında Akdeniz görülüyormuş. Biz henüz çıkmamıştık. Şehrin kuzeyindeki dağlar batıya doğru sıra dağlar oluştururdu. Batı yakamızda ise yanardağ lavlarından oluşmuş kayalığı az dağlar vardı. Dağların ortasında Gölcük ismindeki küçük krater gölümüz, yaz günleri insanları mesirelik ve yüzmek için kabul ederdi. Her ne kadar yılda birkaç kişi gölde boğulsa da, insanlar gölde yüzmekten çekinmezdi. Gölün etrafını çevreleyen, kuzeyinde, doğusunda, batısında plajlar vardı. Gölün tam orta yerinde suyun gittiği söylenen döner vardı. Mustafa Ali yüzme konusunda neredeyse uzmandı. Sırt üstü suyun üstünde yatarak, gölün bir ucundan diğer ucuna gider gelirdi. Tabi onun gitmesi gelmesi neredeyse üç saati bulurdu. Birkaç defa dönere yakalanmak üzereyken kurtulduğunu söylemişti. O dönerin nerede olduğunu çok iyi bilirdi. Ben onun gibi asla yüzemezdim. Benim yüzme alınım boyumu aşan yerlerde en fazla bir iki metre ileriye gitmekti. Göl kenarlarında yüzmeyi yeğlerdim. Mustafa Ali gibi sırt üstü yüzemezdim. Mustafa Ali ise sırt üstü yüzme konusunda uzmandı. Başının altına ellerini kenet yapar kor. Bir bacağını diğer bacağının üzerine atar. Sudaki ayağıyla kendini yavaş yavaş iterek sürekli geriye doğru yol alırdı. Onu gölün üstünde gören kesin uyuyordur diyebilirdi. Gölcüğün fazla suyu Isparta’ya açılan bir tünel aracılığıyla Isparta’ya akıtılarak, sulama suyu olarak kullanılırdı. Tünelin içinden tehlikeli olmasına rağmen gölcüğe çok gitmiştik. Tünelden gölcüğe gitmek tehlikeli olduğu için yasaktı. Ama biz nedense yasakları hiç dinlemezdik. Tünelden gitmez isek, tünel girişinden itibaren yüksek dağa çıkacak, sonra göle doğru inecektik. İniş ve çıkış için patika yol vardı. Tünelden göle gitmek daha kolaydı. Tünelin bazı yerleri karanlık olduğu için el fenerlerini kullanırdık. Saat tuttuğumuzda, tünelden göle gitmek ile dağı aşarak göle gitmek arasında bir saate yakın fark vardı.
Yeme içme faslından sonra eşyalarımızı yine duvar kenarına koyduk. Karpuzumuzun bir tanesi suyun içindeydi. Hiç kimse, sahibi başında olmasa da, suyun içindeki karpuza, duvar kenarındaki eşyalara dokunmazdı. Eskiden gelen bir gelenekle insanlar bu tür şeylere saygı gösterirlerdi. O nedenle aklımıza hiçbir şey gelmeden biz de eşyalarımızı bırakarak tepeye doğru harekete geçtik. Mustafa Ali “gel önce küllüğe gidip manzara seyredelim” dedi. Dağın tepesinden daha güzel manzara seyredeceğimizi bilmeme rağmen, eski anıları tazelemek adına itiraz etmeden küllüğe doğru yürümeye başladık. Küllük, Sidre’nin doğu tarafından uzanan bir küçük tepeciğin uç noktasıydı. Tepecik sanki bir damın sundurması gibi, incecik uzanır, sonra birden bire biterdi. Bittiği yerden aşağıya baktığımızda korkunç bir uçurumla karşılaşırdık. Tam uç noktasında üç metrekare kadar geniş bir alan vardı. Küllüğe gidinceye kadar küçük tepenin üstünde yer yer otuz santimetreye kadar incelen dar, patika yoldan geçerdik. Küllükle Sidre arasındaki mesafe iki yüz metre kadar. Yürümeyle beş on dakika sürerdi. Bizse genellikle koşturarak giderdik. Küllük dediğimiz yerde küller yoktu. Toprağının rengi kül rengiydi. Üç metrekarelik geniş boşluğa gelince yol bitiyor uçurum başlıyordu. Küllükten Isparta’yı seyretmek müthiş olurdu. Sidre’den şehrin batısı, kuzeyi iyice görülürken, doğusu fazla görünmezdi. Küllükten doğusu da müthiş görünürdü. Göremediğimiz sadece güney olurdu. Zira güneyimiz dağın yamacıydı. Küllükse dağın yamacından şehri seyretmemiz için sanki Allah tarafından şehre doğru uzanan seyretme kulesi gibiydi. Küllükte oturarak şehri seyretmeye başladık. Şehirde canlılık başlamış. Arabaların korna sesleri kulağımıza kadar geliyordu. Hele şehrin çıkış yollarındaki büyük kamyonların klakson sesleri dalgalanarak bize kadar ulaşıyordu. Küllük tepesinden güneye dönüp dağa doğru seslendiğimizde, sesimiz yankılanarak geri dönerdi. Islıklarımız, bağırmalarımız, yüksek konuşmalarınız bize dönerken manzara müthiş olurdu. Onun için denize taş atar gibi bizde küllükten dağlara ses atardık. Attığımız sesler taşın suda halkalar oluşturduğu gibi, dalgalanarak bize geri dönerken, susar sesin dalgalarını dinlerdik. Yankılar, yankılanan sesler, ruhumuzda müziksel ritimler oluşturur, ruhumuzu dinlendirirdi. Bu nedenle küllüğün değeri, çoğumuz için Sidre’den daha önemliydi. Eğer küçük bir alan olmasaydı. Üzerinde ağaç bitseydi. Müthiş bir mesirelik alan olurdu. Toprağının yapısı verimsizdi. Ağaç yetişmezdi. Çok nadir küçük otlar mevcuttu. Maki türü alçak ağaççıklar vardı. Sidre ile küllük arasında mesafe olmamasına rağmen, küllüğün büyülü gücü, Sidre’yi unuttururdu. Sidre, suyu, ağaçları, yatırı, camisi ile değerlenirken, küllük manzarası ile büyürdü.
Küllükten ayrılarak Sidre’ye uğramadan dağın doğu cephesinden tepeye doğru tırmanmaya başladık. Orman bakanlığı dağın yamacına çamlar dikmişti. Ağaçlık alan başlarken tel çitlerle çevrilmişti. Maksat insanların girmemesi, çobanların hayvan otlatarak ağaçlara zarar vermemesiydi. Bizim yasakları delme huyumuzla hiç çekinmeden tel çitleri aşarak tepeye doğru çıkmaya başladık. Yeni dikilen çamların yükseklikleri otuz santimetreyi aşmıyordu. Henüz hepsi küçücüktü. Bazılarının dipleri nemliydi. Hayret, ağaçların altındaki bu nemlik, ya bekçiler tarafından sulanır olmasından, ya da her ağacın dibi çukurlaştırıldığı için geceleri yağan çiğlerin birikintisinden kaynaklanıyordu. Isparta’nın geceleri yaz dahi olsa serin olurdu. Zaman ise eylül, dağın tepesinde şehrin üzerinde biriken bulutçuklar geceleri küçük yağmurlar meydana getirebilirdi.
Yaklaşık kırk beş dakika sonra kara tepenin tepesindeydik. Tepede büyük bir kaya vardı. Kayanın büyüklüğü sanki on iki metrekarelik dikdörtgen salon gibiydi. Üçe dört gibi mesela… Kayasının yüksekliği iki metreyi aşkındı. Öyle ki tek başına bir kaya. Sanki özellikle tepenin en tepesini oluşturmak için tepeye özenle yerleştirilmişti. Kayanın etrafı boştu. Kuzeyi, güneyi, batısı, doğusu, bütün yönlerinde hiçbir şey yoktu. Üstü düz görünüyordu. Kayanın etrafını dolaşmaya başladık. Üzerine çıkmayı düşünüyorduk. Kayanın güney cephesinden Akdeniz’e doğru dalgalar halinde yükselen tepeler görünüyordu. Karşıdaki ilk tepeyle kara tepe arasında büyük bir derinlik vardı. Derinliğin dibinden çay akıyordu. Eskiden çayın girişinden epey yürümüştük. Ama kara tepenin hizasına hiç gelmemiştik. Kara tepeye önceden çıkmadığımız için dağın arkasındaki tepeleri hiç görmemiştik. Çünkü biz dağın kuzey cephesindeki Sidre’ye çıkıyor. Küllükte dolaşıyor ve iniyorduk. Hâlbuki en güzel manzara kara tepenin arkasındaymış. Kayanın etrafını dolaşırken, kuzey cephesinde, kaya ile toprak arasında içlere doğru giden kuytu bir yarık gördük. Geniş ve büyük olsaydı mağara olabilirdi. Ancak mağara değildi. Yarık kayanın dibinden altına doğru gidiyordu. Yarığın uzunluğu iki metreye yakın, genişliği ise on santimetreden otuz santimetreye kadar çıkan değişkenliklere sahipti. Eğilerek yarığa geniş yerlerinden bakmaya başladık. Bir de ne görelim. Kayanın dibinde kar vardı. Hayretle birbirimize baktık. Eylül ayı gelmesine rağmen burada kar vardı. Hala erimemişti. Bu kar belli ki Isparta’ya en son yağan kardan kalmaydı. Isparta’da ise nisanda karların yağması biterdi. Ancak böyle bir yerde karın birikmesi için yoğun kar yağmalıydı. Yoğun karlar ise mart ayında olurdu. Karın mart ayından kalma olduğu konusunda Mustafa Ali ile hem fikirdik.
Hemen her konuda Mustafa Ali benden atak davranırdı. Yine öyle yaparak elini karların olduğu yere uzattı. Bir avuç kar aldı. Kar karlıktan çıkmış, buzla kar arasına dönüşmüştü. Mustafa Ali’ye “yemeyeceksin değil mi?” “Niye yemeyeyim?” “Ya mikropluysa?” Gülerek “bütün yaz boyu erimeyen karda mikrop mu olur?” Gözlerimin içine bakarak afiyetle yedi. Bende alıp yemeye başladım. Gerçekten tadı çok güzeldi. Eylül ayı da olsa henüz yazdan günler yaşıyorduk. Eğer bu kar aşağıda olsaydı çok iyi olurdu. Ne de olsa burası hafiften serin esiyordu. Yediğimiz kar susuzluğumuzu da giderecekti. “Fazla yemeyelim. Kayanın üstüne çıkalım. Sonra tekrar yeriz” Mustafa Ali “tamam” diyerek ayağa kalktı. Kayanın tepesine çıkmak için yol ararken, güneyinde yukarıya doğru bir yarık bulduk. Yarığa şişman insan giremezdi. Bizse zayıftık. Yarığı bulmamız çok iyi olmuştu. Çünkü kayaya çıkarken düşsek, mutlaka paldır küldür dağdan aşağıya yuvarlanırdık. Zira etrafımızda tutulacak, bizi koruyacak hiçbir şey yoktu. Dağcılar gibi, kayalıklara tırmanacak aletlerimizde yoktu. Yarığın içine girdiğimizde, sorun sadece sıkışıp kalmaktı. Bizimse sıkışmamız mümkün değil görünüyordu.
Mustafa Ali yarıktan yukarıya çıkmaya başladı. Aramızdaki anlaşmaya göre önce o çıkacak, sonra ben çıkacaktım. Bu konularda o benden daha atik, daha becerikliydi. Yukarıya çıkınca, “Mehmet burası çok esiyor. Rüzgâr burada çok fazla, çıkınca dikkat et. Alan dar düşmeyelim” dedi. “Tamam dikkat ederim” Bende çıkmaya başladım. Yukarıya yaklaşınca Mustafa Ali elini uzattı. Elini tutarak daha hızlı yukarıya çıktım. Gerçekten buradaki esinti fazlaydı. Üstelik serindi. Hâlbuki kayanın dibiyle burası arasında iki metre kadar fark vardı. Kayanın üstü düzdü. Artık bütün yönler açıktı. Her tarafı rahatça görebiliyorduk. Aşağıdan daha yukarı görünen DSİ yazan tepe şimdi karşımızdaydı ama sanki biraz daha bizden aşağıdaydı. Sanki biz o tepeden daha yüksekteydik.
Ağaçların sonuncusunu geçmiş, toprağın sonunu geçmiş, kayanın tepesine çıkmıştık. Artık bizden sonra yukarıda sadece gökyüzü vardı. Yeryüzü, toprak, ağaçlar, kayalar ayaklarımızın altındaydı. Biz her birinin sonunu geçmiştik. Burası Sidre-tül müntehaydı. Yeryüzüne ait şeylerin en yükseği…
İkimiz kayanın tepesinde sırt üstü uzanarak gökyüzünü seyretmeye başladık. Uzanınca rüzgâr daha az etkiliyordu. Vakit öğleden ikindiye doğru devrilirken, güneş batıya yönelmiş tepemizde bize gülümsüyordu. Mustafa Ali’ye “Vakit öğle vaktine girdi. Burada iki rekât namaz kılmak istiyorum” dedim. Bana bakarak “Abdest?” “Aşağıdaki karla alırız.” “Ben hemen biraz kar alıp geleyim” dedi. Hızla aşağıya indi. Kendisi aşağıda abdest aldı. Benim abdest almam için cebinden çıkardığı poşetle kar getirdi. Mustafa Ali nedense her şeye karşı hazırlıklıydı. Gezilerde başımıza gelecekleri düşünerek tedbirler almasını bilirdi. Cebime bir poşet almak benim aklıma gelmezken, o almıştı. Öyle ya dağlarda her zaman toplanıp poşete konulabilecek şeyler olabilirdi. Otlar, meyveler, her yerde olmayan taşlar. Karları parçalara bölerek abdest aldım. İçimizi yakan huzurla iki rekât namaz kıldık. Namazım o kadar farklıydı ki anlatmak mümkün değil. Konumlara göre, farklı yerler, farklı duygular, insanı derinden etkiliyordu. Bütün yeryüzü ayaklarının altındayken namaz kılmak ayrı bir duyguydu. Namazdan sonra biraz daha sırt üstü yatarak, gökyüzünü seyretmeye başladık. Pek konuşmuyorduk. Manzaranın güzelliği, gökyüzünün berraklığı altında düşüncelere dalmıştık. Çoğu insan Allah’ı gökte arıyor. Hâlbuki Müslümanların inançlarında Allah her yerdedir. Ne yerdedir, ne göktedir. İnsanların inançlarındaki çelişkiler, bilgisizliklerini, bilinçsizliklerini ortaya çıkarıyordu. İbrahim’in karşısında Nemrut, yüksek kule yaparak gökyüzüne ok atmış, ok kanlı geri dönünce İbrahim’e, “Tanrını vurdum” diyerek kibir gösterisinde bulunmuştu. Yüksek yerlerde insanın kendisini tanrısına yakın görmesinin altında yatan derin düşünceleri kavramak istiyordum. Tanrıyı daima yükseklerde görmek duygusu muydu? Yoksa bir cehalet miydi? Müslümanlar Allah’ın, ne yerde, ne gökte, Allah her yerdedir inancı, davranışlarına yansımıyordu. Dua ederken, ellerini göğe açıyor. Resullerini miraca gönderdiklerinde göğe çıkarıyorlardı. Hâlbuki her yerde olan Allah’a miraç için niye göğe çıkılsın ki? Yerin dibine de inilebilirdi. Yeryüzünün ufuklarına da gidilebilirdi. Veya olduğu yerde hiç kıpırdamadan durur, her yerde olan Allah’la buluşulabilirdi. İllaki bir yere gitmek ihtiyacı bilgisizliğin, bilinçsizliğin uzantısı olsa gerekti. Diğer taraftan Allah’a ulaşmak için miraç yolculuğu yapmak, Allah’a mekân izafe etmek değil miydi? Hâlbuki Müslümanlar Allah’ın mekanı olmadığına, O’nun her yerde olduğuna dair inançları vardı. Peki, Müslümanların bu inançları nereye gitmişti? Nereye gitmişti de, Allah’ı gökyüzünde tasavvur ediyorlardı. Nereye gitmişti de, Allah’a ulaşmak için yolculuk yapıyorlardı?
Sırt üstü yatmayı bırakarak doğruldum. Güney tarafına doğru oturarak manzarayı seyretmeye başladım. Her tepenin bulunduğu yerlerin dibinde yaşayan çok insan vardı. Tepeleri oluşturan dağlarda yüzlerce hayvanları otlatan çobanlar vardı. Onları görmesem de insanların yaşadığını biliyordum. Farklı yaşamların, ideallerin, hülyaların, rüyaların yaşandığını biliyordum. Belki yeni doğanlar vardı. Belki hayatını bitirip ölenler vardı. Tepeden seyredilen yaşam insana daha farklı algılar yaşatıyordu. Her ne olursa olsun, tepelerden aşağıları seyretmek insanda hâkimiyet duygusunu canlandırıyordu. Ben onların arasında değilim. Uçakla Almanya’ya giderken de aynı duyguları, uçaktan yeryüzünü seyrederken yaşamıştım. Yükseklerin insanlarda uyandırdığı hisler, yükseklerde yaşayan insanların niye özgür ruha sahip olduğunun açıklamasıydı. Ovalarda yaşayan insanlar daha çok kendi hallerinde, işle güçle yoğrulmuş, etrafında yükselen dağların, tepelerin heybeti altında ezilmiş gibiydiler. Eski toplumların yaşam alanları seçerken yüksek yerleri seçmiş olmalarını, yükseklikteki özgürlük duygusuna bağladım. Yüksekliğin kaynağı özgürlüktü. Özgürlüğün kaynağı egemenlikti. Egemenliğin kaynağı güvendi. Güvenin kaynağı inançtı.
Güney cephesinden kalkıp kuzey cephesine oturdum. Isparta önümde, aşağılarda duruyordu. Ben Sidre-tül müntehadan Isparta’yı seyrediyordum. Oradan buraya gelmiş biri olarak, orayı biliyordum. İnsanların neler yaptığını biliyordum. Yaşamları, düşünceleri, fikirleri, çatışmaları, meşgaleleri, dinlenceleri, mesirelik yerlerde olanları, işinde gücünde olanların durumlarını biliyordum. Bütün yaşamın, yaşamların tepesinden onlara bakmak… Yaşamı yükseklerden değerlendirmek çok farklıydı. Yeryüzündeki gibi, düşüncelerine anında karşılık verecekler yoktu. Uzaktan, tepeden bütün yaşamları değerlendirirken yaşamlara karşı özgürdün. Sanki her şey gözümün önündeydi. Sanki her şeyin tarif edicisi, yorumlayıcısı bendim. Gülümsedim. Hayat ne garip? Hayatı dışından yorumlamakla, içinden yorumlamak arasında büyük fark var.
Mustafa Ali de uzandığı yerden kalkmış benim gibi Isparta’yı seyrediyordu. Ona “yukarıdan aşağıları seyretmek ne kadar farklı değil mi?” “Evet” “İnsana çok değişik duygular veriyor. İnsanın hayatıyla ilgili düşüncelerini değiştirecek ufuklar yaratıyor” “Evet. Gerçekten çok etkili”
Musa’nın Tur’a çıkma isteği, İbrahim’in geceleri gökyüzünü seyrederek fikirler geliştirme duygusu, Muhammed’in Mekke’nin yakınlarındaki Hıra mağarasına giderek inzivaya çekilişi. Hıradan Mekke’yi, insanları, insanlığı, yaşamı düşünüşü… Anlamsız şeyler değildi.
Dün yüksek tepelere yapılan kaleler, şatolar, tapınaklar… Bugün ovalara yapılan yüksek gökdelenler… Sanki hemen her birinin yeryüzüne üstünlük, hükümranlık duygularını yansıtıyordu. Özellikle günümüzde katlarının sayısı gittikçe artan göğe tırmanmış yapılar, üstünlüğün, kibrin, zenginliğin yansımalarıydı. Herhalde oralarda yaşayanlar yeryüzüne baktıklarında, yeryüzündeki yaşayanları böcek gibi görüyorlardı. Çıkarcı kapitalizm gücünü artırdıkça insan gökyüzüne doğru yol alıyor. Dünyadan kendini soyutluyor. Dünya üzerindeki egemenliğini hissettiriyordu. Geçmişte yunan tanrısı Zeus ve ailesinin Olympos’a yerleştirilmesi… Her türlü inanç sahibinin Tanrısının mekânını gökyüzünde hissetmesi belki yükseklik duygusunun insandaki uzantılarının bir sonucuydu. İlkel toplulukların, erişemedikleri, ayı, güneşi, yıldızları tanrılaştırılması, aşağıdan yukarıya bakan insanların ezikliğini anlatıyordu. Hâlbuki düşünmüyorlardı, bilmiyorlardı ki, güneşte, ayda, yıldızlarda, dünyaya baktıklarında, dünyayı tepelerinde görüyorlardı.
Olaylardan uzaklaşarak olayları değerlendirmek… Hele olayların tepesine çıkarak, onların içinde olmayarak, yukarıdan bağımsız, özgür değerlendirmek farklı algılar yaratıyordu. Isparta’nın kuzey ufkundaki dağlarda, ovalarda binlerce hayat vardı. İnsan ya onların arasındaydı. Ya da onları uzaktan, tepeden izleyen, yorumlayan, yorumlarından hayat hakkında yeni ufuklar edinendi. Münteha son, sona ulaşmak… Yolların sonuna eriştikten sonra yolda geçenleri değerlendirmek… Aşağılardan yukarılara çıkıp aşağıdakileri değerlendirmek… Fakirlikten zenginliğe ulaşanların geçmiş anılarına dönüp fakirlikleri değerlendirmek… Kölelikten özgürlüğe ulaşıp, kölelikleri değerlendirmek… Ömrün sonuna geldiğini hissederek hayatı değerlendirmek çok farklıydı. Kısaca Sidre-tül müntehadan varlığı, yaşamı yorumlamak çok farklıydı.
Her şeyin aşağıda kalması, özgürlüklerin yükselmesiyle eşlik kazanıyordu. Burada devlet yoktu. Polis yoktu. Mahkemeler yoktu. İnsanlar yoktu. Yeryüzü ile gökyüzü arasındaydım. Etrafımdaki yükseklikler benden aşağıda görünüyordu. Isparta’nın yüksek dağı Davraz bile benden aşağıda görünüyordu.
Oksijeni bol tertemiz hava ciğerlerimi temizlerken, sigara içmek hiç aklıma gelmiyordu. Sanki sigara içme isteğim bile yeryüzünde kalmıştı. İnsanların kendilerini kirlettiği yaşam biçimleri yeryüzünde kalmıştı. Burası paktı, temizdi. Kayanın dört cephesine oturdum. Her cepheden insanları, yaşamı düşündüm. Mustafa Ali’nin sessizliği sanki benzeri duyguları yaşadığını hissettiriyordu. Sanki burası konuşma yeri değildi. Burası, dünyayı, yaşamı, insanları değerlendirme yeriydi. Burası esen rüzgârla birlikte, içimizde kopan fırtınalarla kendimize yeni bir yol çizme yeriydi. Oksijeni bol havanın ciğerlerimizi temizlediği gibi, düşünceler, kendimize yönelik değerlendirmeler, aklımızı, fikrimizi, inançlarımızı temizliyordu. Yaşamımızda, duygularımızda, yeryüzünde var olan kölelik duygularımız özgürleşiyordu.
Dağlarda özgür yaşayanların gözünde devletin, yasaların, mahkemelerin, bankaların, ticaretin, paraların ne önemi vardı? Her biri yeryüzü çöplüğünde egemenlik mücadelesi veren zavallılar değil miydi?
Birçok insan zamanın durmadığından söz eder. Bense zamanın aynı yerde durduğunu, sadece yaşayan varlıkların hayatlarının devam ettiğine inanıyordum. İlerleyen zaman değildi. Hayat içinde ilerleyen, Allah’ın yarattıklarına verdiği yaşamlardı. Her varlığın ömrü vardı. Her varlık Allah’ın verdiği ömrün başlangıcından sonuna doğru ilerliyordu. Zamansa aynı yerde duruyordu. Zamanı bir yola benzetiyordum. Zamanı bir denize benzetiyordum. Zamanı gökyüzüne, yeryüzüne benzetiyordum. Zamanı, dağlara tepelere benzetiyordum. Onlar her zaman yerlerinde duruyor, ömürleri olanlarsa yanlarından geçip gidiyorlardı. Zaman ev sahibiydi. Bizler zaman içinde misafirlerdik. Ömürlerimiz misafirliğin sınırlarını çiziyordu. Değişen, ilerleyen, sona ulaşan ömürlerdi.
Kayanın üstündeki iki saati geçkin eğlenmiştik. Güneş ikindiye doğru yaklaşıyordu. Kayadan inerek toprağa bastık. Yarıktaki kardan yiyerek su ihtiyacımızı aldık. Mustafa Ali, naylon poşetine bir miktar kar koydu. “Eriyinceye kadar götüreceğim” dedi. “İyi fikir, bakalım nereye kadar götüreceğiz”
Sidre’ye indik. Karpuzumuz iyice soğumuştu. Eşyalarımız aynı şekilde duruyordu. İnsanlar kalabalıklaşmışlardı. Çeşmeden doldurduğumuz suyun içine getirdiğimiz karlardan koyduk. Karı gören insanlar şaşırmıştı. Bazıları merakla sordular “nereden buldunuz karı?” İşaret ederek “tepeden” dedik. Şaşırmışlardı. İçlerinden bazıları bizde gidelim oraya derken, işin mi yok diye itiraz edenler vardı.
Yemeğimizi yedikten sonra dağdan aşağıya inmeye başladık. Kafamızda bin türlü düşünce, mutluluk, bilinç vardı. Ayrılırken bugün için birbirimize teşekkür ettik.
Hayatın içinden hayatı yorumlamakla, hayatın dışına çıkarak hayatı yorumlamak arasında büyük farklar vardı.
Sidre-tül münteha, hayatın dışına çıkarak hayatı yorumlamaktı…
Hayatlarımızın her zaman Sidre-tül müntehalara ihtiyacı vardı.
Yeryüzüne inip, kayaya baktığımızda, düşüncelerimizin artık eskisi gibi olmadığımızı biliyorduk.
YORUMLAR
sidret-ül münteha ile öykünün genelini pek bağdaştıramadım...sizin dediğiniz manada algılarsak, zirveye yaptığınız geziyle günlük yaşamın dışından yaşamı yorumlamış olduğunuz kabul edilebilir, ama Hz. Peygamberin Miraç'ı ile alakalı olarak yorumlamaya alışık olduğumuz deyim, onun ulaştığı en uzak yerdeki yapraklarının her biri fil kulağı gibi olan dev ağacı (sedr, trabzon kirazı, vs diyenler var) anlattığını biliyor olmamızdan dolayı, sizin yüklediğiniz bu manayı bilmeme cahilliğimi yüzüme vurdu... sayenizde bu anlamını da öğrenmiş olduğum için mutluyum... öykü, çok güzel bir hatırayla birlikte, adeta kendimiz gezmişcesine güney Isparta'yı öğrenmemizi sağladı; oysa biz Antalya gezilerimizde içinden geçtiğimiz o şehri, düpdüz bir ovadaki betlon yığını olarak algılıyorduk... DEĞERLİ PAYLAŞIMINIZ İÇİN ÇOK TEŞEKKÜRLER HOCAM SAYGIMLA
MEHMET ÇOBAN
Ne yazık ki müslümanlar da, Muhammed'i kutsallaştırmak için birbirinden etkili hikayeler uydurmuşlardır. Miraç'ta bunlardan biridir.