- 1642 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Alın yazısı...
-Rıza bu aldıklarımızı ne yapacağız?
-Nasıl ne yapacağız tatlım.Oturup yiyeceğiz işte.
-İyi de aşkım.Ne gerek vardı? Bliyorsun ben diyetteyim.
-Senin diyete ihtiyacın yok aşkım. Bu halinle iyisin.Hem bilirsin.Ben balık etli kadınlardan hoşlanırım..
-Off hiç anlamıyorsun beni.
-Bir dakika Serap. Sende duyuyor musun sesi?
-Ne sesi sevgilim.Ben ses filan duymuyorum...
Rıza elindeki torbalarla beraber bahçe kapısını ayağıyla itip açtı. Sesin geldiği tarafa doğru yürüdü... Kömürlüğün orada bir karartı ve ses vardı. Torbaları yan tarafa bırakıp telefonunun fenerini açtı. Yerde duran sopayı eline alıp, kömürlüğün açık kalmış kapısından içeriye girdi.Telefonun fenerini seslerin geldiği köşeye doğru tuttu...
Birbirine sarılmış bir kadın ve bir kız vardı.
Serap da gelmiş ne yapacağını bilememişti. Yavaşça yanlarına sokulup:
"Bizden korkmayın. Size yardım etmek isteriz. Haydi eve gidelim." Diyerek anne ile kızı kömürlüğün kapkara gölgesinin içinden çıkarıp hep beraber eve doğru yürüdüler .
Ellerinde ki poşetleri mutfağa bırakan Rıza ile Serap salona buyur ettikleri yabancı misafirleriyle sohbet etmek istediler…
Misafir kadın da biliyordu, kendilerine el uzatan kişilere bir şeyler anlatması gerektiğini, ama nereden başlayacağını bilmiyordu...
***
Adım Iraz.
Soğanlı büyükbaşı köyündenim. Anam babamın ikinci eşi. Beş, ilk karısından, altı benim anamdan on bir kardeş bir evde, üvey kuma, üvey kardeşler ile beraber itelene- kakalana büyüdük….
Fakirlik desen başa bela.Aklı yeten ağabeylerim gurbete gittiler.İlk kumadan olma iki kız evli, biri bekardı.Bizde Kezban ablam ile beraber oturur iş görür küçük kız kardeşim Zeliha ile de koyun otlatırdık.
Kezban ablamın bu zulme daha fazla dayanamayıp kaçmasından sonra üvey anam beni hiç bilmediğim bir köyden birine başlık parası karşılığında sattı.Tıpkı pazarda hayvan satar gibi.Babam olacak hiçbir şey demedi.Diyemedi .Çünkü üvey analığımın sözü geçerdi evde.
İstemeye gelmelerinin haftasında, beni apar topar gelin ettiler. Yaşım on dört.Daha iki kez adet görmüşüm.Kadınlığın ne olduğunu bırak, kendimde olan, biten hiçbir şeyin farkında değilim.
Gerdek odası denen yere koydular beni. İçerde bir leğen, bir ibrik vardı. “ Abdest al kız, iki rekatta namaz kıl, dua et hayırlı bir evlilik ve hayırlı çocuklar için” dedi.Ağzı yaşmaklı, kalın sesli, erkek kaşlı o iri yarı kadın…
…
Odaya baktım.Burası benim odammış.Niye ki ben evde Zeliha’yla yatıyordum ne güzel.Bu evi hiç bilmiyorum. Tanımıyorum.
Duvarda boydan boya bir kilim asılmış. Birkaç oyalı çember. Oymalı bir sandık üzerinde birkaç renk entarilik basma. Anamın basma etekliği vardı. Birini ona benzettim.O saat gözümden yaş boşandı.Tutamadım kendimi. Ne bileyim.
Hele akşamki kına gecesinde, anamın bana sarılarak uyuması “yavrum, yavrum” diye saçlarımı okşayarak sevmesinin hayali hepten kavurup bitirdi beni…
Sesinin titreyerek ara ara kesilmesi ve boğazında yutması zor bir yumrunun gelip kursağına dayanması, çene kemiklerinin birbirine vururken dişlerin takırdamasından sonra Serap bir bardak suyu uzattı.
Bir eliyle de omzuna dokunarak:
-İstersen yorma kendini.Yarın anlatırsın.Ya da ne zaman kendini iyi hissedersen.
Suyu içerken gözlerinden dökülen sicim gibi yaşlara engel olamıyordu. Bir yudum su aldığı bardağı önündeki sehpanın kenarına titreyen elleriyle iliştirdi. Bir şeyler anlatmak istiyor fakat acıdan kavrulup kalınlaşmış dilini bir türlü döndüremiyordu. Başını ellerinin arasına alarak, hüngür hüngür ağlamaya başladı. İçindeki zehri akıtmaya çalışıyor ama nasıl bir ağlayış ile olduğunu bilmeden bazen ağıt yakıyor bazen dilini, avurtlarını ısırıp kanatarak sessizce ağlıyordu. Bir saate yakın bu ağlayış sürdü. Sonrasında ise tüm günün yorgunluğu ve korkuları onun koltuğun üzerinde sızıp uyuması için yetmiş ve hatta artmıştı bile…
**
Sabah, güneşin sıcak yüzü açık pencereden içeriye davetsizce girivermişti. Duvarda motif motif kesilmiş küçük ayna parçalarına yansıyor, sonrasında ise lale formunda ki avizenin taşlarına vurup, kese kağıdı rengi duvarlarda rengarenk oyunlarla coşuyordu.
Burası neresiydi? Ne zaman gelmişti?Neden burada yatıyordu? Hiçbir sabah güneş bu kadar aydınlık doğmamıştı. Yaşadığı hiçbir gün güneş bu kadar ısıtmamıştı içini. Oysa güneşin ilk önce doğduğu, sere serpe açıldığı yerde büyümüştü o…
Büyük büyük ağaçların, göğün dudaklarına uzanıp buseler aldığı. Uçsuz bucaksız bahçelerde salınan boy boy gelinciklerin, sarılı beyazlı papatyaların olduğu .Rüzgarın saçlarımı okşadıkça anam saçlarımı tarar gibi gelirdi bana. Suları gürül gürül akardı çeşmelerden.Yaz kış buz gibi olurdu da elimizi yüzümüzü suyla yuğsak ilk kez dünyaya gelmiş, ak- pak olmuşuz gibi gelirdi bize.Hele ki kana kana içerken o sıcak Ağustos vakti.İçin ferahlar sanki tüm sıkıntıların kirlerinden arınırsın…
Köyünümü özlemişti, yoksa?Yok hayır hiçbir zaman özlemeyecekti. Belki dağını, taşını seğirten karıncaları ya da uğur böceklerini özlerdi ama köyünü asla. İnsanlarını asla. Otuz beş yıllık hayatında hatırlayabileceği tek şey onlardı. İyi olan.Kendini yaralamayan.Ve asla ağlatmayan. Onlar dert ortağıydı. Yinede duyan olur, duymayan olur diye, içinden ağlar yine içine boşaltırdı yaşlarını…
-Oldu mu şimdi ama? Ağlarken bıraktık seni, yine ağlamaya başlamışsın. Hadi kalk elini yüzünü bir yıka açılırsın,dedi Serap. Sonra da gel kahvaltı yapalım. Bu arada Ayşe uyuyor hala.Bırakalım o uyusun. Uyanınca yapar o da kahvaltısını.
Rıza çay bardaklarına çayları doldurmaya başlamıştı. Deminin kokusu havaya karışıp her yana dağılmış, insanı ister istemez kendine çekmeye başlamıştı.
Hep beraber oturdular masaya.Iraz hala nerede olduğunu, hayal mi yoksa gerçek arası bir çizgide mi yaşadığına anlam veremiyordu.” Hadi ye, çekinme.” Söylemlerinden sonra, çayına kattığı şekeri karıştırmaya başladı. Kaşık döndükçe çayın rengi daha bir koyulaşıyordu. Tıpkı o gün eline yakılan kına gibi…
“Aç kız avucunu aç. Kurtuldun artık fakirlikten. İyi diyorlar adama. Hali vakti iyiymiş.Hadi yine turnayı gözünden vurdunuz. Sizi gidinin kahpeleri…”
Naciye karısı iki kızını da muhtarın iki oğluyla evermişti. O kadar oyunbaz alavere dalavereden sonra kızlarını bal kaymakla beslenen bir yere yamamıştı ya. Ondan mutlusu yoktu. Eee kendide payına düşen payı yiyordu. Köydeki kızları baş göz etme işini o üstlenmişti. Karşı taraf dememiş miydi. “ Şöyle fakir olsun.Daha dünyaya gözünü açmamış olsun. Aklı az hatta kıt olsun, diye. Al işte Irazdan iyisini mi bulacaklardı? Üvey analık elinden az çekmemişti. Sırtından dayak, kulağından kem söz eksik olmamıştı. Ağzı var dili yok, eksik eteğin biriydi işte…Gitsin de koca evinde bari rahat etsindi…
Iraz; üzüm sarısı gözleri ürkeklikten içine kaçmış, kumral saçları iki örgü yapılıp çemberinden beline değin uzanan, çilleri elmacık kemiklerinin üzerine serpiştirilmiş kar taneleri gibi, açmamış gonca gül dudağı ile küçük çenesi ve sağ yanağında ki ben ile yaşına göre güzel bile sayılırdı…
+++
Elime buz gibi kınayı koydukları zaman ilk ürperişim başlamıştı. İçime soğuk soğuk buzdan dağlar konmuştu sanki…
Anamdan bacılarımdan ayıramadılar beni. Kopamadım bir türlü…
Sonra da çekiştire çekiştire, elimin içindeki kıpkızıl renk gibi kınalı bir ata bindirdiler beni. ..
Atın nal sesleri taşlara vurdukça içim acıyor, gözlerimden yaş oluk oluk yüreğimin içine doluyor; boğuyordu beni.
Ne kadar gittiğimizin farkında değilim. Temmuz sıcağında, öğlen vakti, tek katlı beyaz badanalı bir evin önünde durduk. Kalabalık hınca hınç dolmuştu. Yemek kazanları yan yana konulmuş, insanlar sinilerin başına oturmuş yemek yiyorlardı. Başımdan aşağıya bir şeyler savruldu. Büyüklü küçüklü çocuklar üşüştüler etrafıma… Renkli, parlak kağıtlarda şekerler savruldu sağa sola.Benim renklerim olmamıştı o zamana kadar. Bir tek, yağmurdan sonra görürdüm renkleri.Ebem kuşağının baştan aşağıya resmedilirken…o renkleri tutmak için koşarak bayırlardan iner, derelerden geçerdim de bir türlü tutamazdım…Ben gidene kadar kaybolurdu...
Biri geldi, koltuğumun altından tutup indirdi beni atın üzerinden. Arkamda olduğu için kim olduğunu göremedim. Kabaca bir eldi. Orta yere bir sandalye koyup üzerine oturttular beni.Gözümün yaşından neresi olduğunu anlayamadım.Boz bulanık insan suretleri gelip geçiyordu gözümün önünden. Tanıdık bir sima yok. Belli belirsiz bir renk. Tek renk o an kızıl bir alev topu içimde kaynayan.Başımda rüzgardan sağa sola dönen bir duvak.Ve belimi tüm kuvvetiyle sıkıp üç kere düğümlenmiş bir bekaret kurdelesi…
Kulağıma biri eğildi.
“Kalk.Oyna biraz da evin bereketlensin.”
Ayağa kalktım mı oynuyor muyum? Elim kolum nerede ? Davul zurna kulağımın dibinde avaz avaz bağırıyor da ben, her şeye ahraz kesilmişliğimle emredileni yapıyordum.
İçim anamı, kardeşlerimi özledim diye bağırıyor.Dışım zil çalıp köçek gibi oynuyordu.
Beyaz badanalı evin içinde bir odaya koydular beni. Duvağımı kaldırıp bakmaya cesaret edemiyordum. Kaç kişi var bu odada? Kaç göz geziniyor üzerimde. Her yer karanlık. Bir gaz lambası, fitilin ucunda ki aleviyle yanıp duruyor.Ara ara salınarak öpüyordu camdan kafesini…
Tanımadığım bir el sarıldı bana… Gecenin karanlığına doğru; upuzun gölgesiyle düşürdü ağına…
Yeni bir haya, yeni bir gün ışığı odamın penceresinden sızıyordu. Yanımdaki yastıkta uyuyan yabancının ilk kez yüzünü görüyordum. Yaşına göre seyrelmiş siyah saçları, sağ tarafına doğru yastığın üzerine dökülmüştü. Kemerli burnu bana, köyümüzdeki eski değirmenin oradaki köhnemiş bir tarafı suya dalmış köprüyü yıkık köprüyü anımsatmıştı. İnce dudaklarını ilk önce algılayamadım. Kalın bıyığının altından pek seçilmiyordu. Akşam güneşinin batarken, arasından geçen ufuk çizgisini hatırlatıyordu…
Kapıyı tıkladı bir el. “Tık tık…”
Hemen yataktan kalkıp usulca” kim o” dedim. “Yemek hazır.Çağır kocanı da gelin haydi” dedi bir ses. Biraz sert, biraz tok.
Adını bile bilmiyordum. Kimdi sahi bu adam? Ne diye çağıracaktım. Anam, babamı “ Mahmut Efendi” diye çağırırdı.Bazen de "herif" derdi. Daha adını bile bilmediğim bu adama ben ne diyecektim? Omzundan tutup salladım. Homurdanarak döndü yönünü bana. Göz kapaklarımın içine bir anda gizlediğim gözlerim ile başımı eğdim göğsüme değin...
“Ananlar yemeğe çağırıyor….”
Günler bu şekilde geçip gidiyordu. Kocam olacak adamın adı Resulmüş. Öyle kendi halinde sessiz sedasız biriydi. Çok fazla konuşmazdı. İnşaatlarda amelelik yapardı. Kaynatam kendi halinde sabahtan kahveye gider akşama gelirdi. Kaynanam da sessiz sakin biriydi. Bana kızı gibi davranıyor, ev gezmelerine yanı sıra götürüp, getiriyor evde yalnız kalmamı istemiyordu…
Kaynatamın ağır bir hastalık geçirip evde kaldığı günlerden bir gündü. Dışarısı baharın en güzel renklerine bürünmüş.Bahçede ki meyve ağaçları gelin gibi olmuş adeta süzülüyordu. O gün kaynanam ile karşı köye hısımımız olan Çobangillere kızlarını verdikleri için hayırlı olsuna gidecektik. Kayın babam “ beni evde tek bırakıp gidiyor musunuz? Su istesem, çorba istesem verecek kimse yok.Ölsün diye mi bekliyorsun?" diye bir çıkıştı ki kaynanama. O güne kadar kaynatamı hiç öyle görmemiştim.
Kaynanam “ o halde başka zaman gideriz bey acelesi yok,” dese de.”Sen git gelin bana hizmet etsin” diye kestirip attı. Kaynanam çıkıp gitti. Ben odamda, üzerimdeki yeni entarimi çıkarıp, günlük entarimi giymek üzereyken, arkamdan sinsice yaklaşan birinin, güçlü kolları arasında, ne kadar çırpınsam da kurtulamadım…
O ana kadar yaşadığım her ne var ise, bir kez daha, bin kez daha yerle yeksan oldu. Kaynatam" kızım kızım "diye severken biraz ileriye gitmiş ve kaynanama ortak etmişti beni. Yüzümü kapkara bir boya sürülmüş, ak alnım yerlere düştü. Işık girmez ettim kendime.Gün yüzüne çıkamaz oldum.Ne kaynanamın, ne kocamın yüzüne bakamaz oldum. Her gün bir bahaneyle eve geliyor, kaynanamı ya tarlaya ya komşuya yollayarak bana saldırıyordu. Kimseye bir şey söyleyemiyordum. Suçlu olan ben, kabahatli olan ben mişim gibi.Sadece bana yapılan ve hiç hak etmediğim bir durum karşısında ne yapacağımı, kime dert yanacağımı bilmiyordum.
Kaynatamı üvey analığım gibi görüyordum. Onun gibi zulmediyordu. Onun gibi ağır lafları ve pis kokan nefesi vardı. Onun gibi herkese her şeye hükmetmeye çalışıyordu.
Zalimdi. Başka türlü nasıl anlatılırdı. Böyle bir şey ne görülmüş ne duyulmuştu.
Kaynanamın yine bahçeye gittiği bir gün bir şey unutmuş ve eve geri gelmiş ve tabiî ki sesleri duyup odaya hücum etmişti.Beni çekip almak için çok çabaladı ama körolasıca kaynatam bir yumrukta serdi onu yere…
Artık bana yapılanı bir ben bilmiyordum. Kaynanam da biliyor ve oda çaresiz kalıyordu. Adam iyice zalimleşmiş gündüzler yetmezmiş gibi geceleri de beraber olmak istiyordu.
Bu acı ve iğrenç tablonun en sonunda içime bir köz düşürmesi başıma gelecek en kötü şeydi ve olan oldu.Gebeydim.Kaynatamın çocuğuna hem de. Bunu bir süre gizledik kaynanamla. Düşürmek için her çareye başvurduk. İçmediğim yemediğim hiçbir ot kalmadı.En son düşürsün diye ebe Naciye’ye gittik. “Vakit geç bu saatten sonra düşük olursa gelinin de yaşamaz” deyince.Elimiz kolumuz bağlı o önde ben arkada iki gözümüz iki çeşme ağlayarak eve geldik… Kaynatam gebe olduğumu anlayınca bıyığını burup koca göbeğini okşayarak bahçede ki sedire daha bir yayıldı.
Başının ortasına kadar dökülmüş kel yerine, güneş asma ağaçlarının arasından vurdukça parlıyor benim midem daha bir bulanıyordu.
İçim bulana, başım kendimde olmayarak nihayet doğurdum kızımı. Bir zaman bakmadım. Bir zaman duymadım sesini.Sanki bir yabancının çocuğu ağlıyordu. Sanki uzaklardan bir kuzu melemesi geliyordu. Bir yaprak çıtırtısı.Bir kasırga.Koca koca ağaçları kökünden söken bir sel uğuldayıp duruyordu kulağımda…Bir rüzgar lanetler yağdırarak bana, yüzüme tükürüyordu yağmur. Ben bunları hak edecek ne yapmıştım?
Bu zulüm, bu rezillik, bu kara talih nasıl gelip de beni bulmuştu? Doğumun dördüncü günü kaynanam artık dayanamadı.”Çatladı çocuk artık emzir. Onun suçu günahı ne?” Benim suçum günahım neydi? der gibi baktım yüzüne. Bende en az onun kadar küçüktüm.Bu kadar eziyet bana reva mıydı? Daha anamın karnındayken, analığımın dolduruluşa getirilen babam tarafından az tekmelenmemiş miydim?. Keşke o zaman ölseymişim de; bu hayatta böylesi rezil bir halde nefes almasaydım…
Kocam, hiçbir şeyin farkında bile değildi.Sabahın kör karanlığında evden çıkar, yatsı namazından sonra gelir yattığı gibi de uyurdu…"Kızım" diye severdi babasının çocuğunu. Kendi kardeşini…
Söylemeye çok çalıştıysak da her defasında vazgeçtik kaynanamla. Ne diyecektik?
"Baban beni anana ortak etti mi? Bu senin kızın değil babanın kızı mı? "Elini kana bular da cümle aleme rezil rüsva oluruz diye ses etmedik…
Kocam zaman zaman gurbete çıkıyordu.Bu da kayınpederin işine geliyordu. Anamlara bile gidemiyordum. Kardeşlerime babama söyleyecek olsamda hep vaz geçtim. Analığımın “ kuyruk sallamasan böyle olmazdı” söylemleri aklımı perişan etti durdu…
Yıllar bu şekilde sürdü. Kaynatamdan üç kızım oldu. Kocam durumu anlamaya başlamıştı. Çünkü o gurbette iki yıl kalıyordu.Ve geldiğinde yeni doğum yapmış oluyordum.
Büyük kızım yetişip serpilmeye başlayınca, kucağına oturtuyor saçlarını okşuyor durmadan öpüyordu.
Kaynanamla korktuğumuz başımıza geldi bir gün. Kendi gelinine bunu yapan adam öz be öz kızına da yapacak kadar şerefsiz mi olurdu? Ne yana gideceğimizi kime sığınacağımızı şaşırdık.
Bir gün kızım okuldayken ders de durup duruken ağlamış.Öğretmeni çekmiş kenara. "Ne oluyor anlat benim güzel kızım diye.Benim kız da anlatmış… Öğretmen bizi çağırttı veryansın etti." Bu zamanda nasıl böyle bir şey olur? Buna nasıl göz yumarsınız? Hemen Jandarmaya gidiyoruz. Korkmayın ve çekinmeyin elbet suçlu olan cezasını çekecektir. Diğer kızlarına da sana yaptığını yapmasını mı istiyorsun?
Bana yapılan hiç kimseye yapılmasın. Böyle bir işkenceye, zulme hiç kimse hiç bir insanın başına gelmesin. Eve gittik hep beraber. Öğretmen yanımızda. Bacaklarımızın bağı çözüldü çözülecek. Kayın peder evdeymiş . Kaynanam durdurdu öğretmeni. Ama öğretmen hanım kaynanamı dinlemedi. Odanın kapısını açtı. Arkasından biz girdik. Köşede ki sedirde oturan kayın pederimin üzerine öyle bir hışımla yürüdü ki sanırsınız; kasırga koptu.
Ama kayın peder durur mu o öğretmeni boş verip bizim üzerimize yürüdü tekme tokat. Kızımı aldığım gibi kaçtım oradan düştüm yollara. Ne kadar yürüdüğümüzü bilmiyorum ama en son çare sizin kömürlüğü açık görünce oraya sığındık...
Anlatılanları içleri ürpererek dinleyen karı-koca birbirlerine bakarak:
Haydi hep beraber Karakola gidip o adamı şikayet edeceğiz. Bu herkese ibret olsun. Sakın sen utanma. Utanması gereken biri varsa o da o adamdır.
Şikayetimizi yaptıktan sonra apar topar evden alınıp köy meydanından geçirilirken daha köylünün saldırısına uğramış son anda linçten kurtulmuştu...
Aldığı ceza ve içeride kendine yapılan işkencelere dayanamadan bir ay sonra ölüm haberi geldi...
Şimdi düşünüyorum da; bana yapılanlara baştan boyun eğmeseydim, anama babama gidene kadar karakola gitseydim üç kızımın günahına girmeyecektim. Neyse ki en azından onlarda benim gibi o zalim adamın elinde maskara olmadılar.
Köye geri dönmemin imkanı yoktu. Kocamdan boşandım. O da zaten bir daha geri dönmedi köye. Geri dönse kimin yüzüne bakar ne derdi?
Kaynanamla beraber, ne var ne yok satıp şehre yerleştiler. En son duyduğuma göre evlenmiş. Bir oğlu olmuş. Allah mutlu etsin.
Bende kızlarımla beraber bize sahip çıkan bu ailenin yanında kalıyoruz. Kızlarım okuyor bende onların atölyesinde çalışıp hiç kimseye muhtaç olmadan yaşamaya devam ediyoruz...
...
...
YORUMLAR
Ensest, bazı yörelerde sütü bozukların sebep olduğu vahşet.
Okurken ürperdim, iğrendim hissettiklerimi anlatmam çok zor.
Küçücük evlendirilen, itirazı bilmeyen ürkek yüreklerin dramı.
Etkili anlatımın, 'iyi ki bizim düzgün bir ailemiz var, Yarabbi böyle canavarlardan sana sığınırım' dedirtiyor insana.
Sultanım, içimizi yaraladı satırların.
Selam ve sevgilerimle...