Somun Kokusu
Toprağı tozutarak yamaçtan aşağı iniyordu köy minibüsü. Biz çocuklar yol boyunca sıralanmış, minibüsle gelecekleri bekliyorduk. Nihayet, birkaç kaybolup belirişten sonra köy meydanında durdu minibüs.
Güllü Teyze elinde büyük bir Pazar çantası ile indi. Onu diğer köylüler takip etti. Çamurlukları paslanmış, fırça ile gelişigüzel sarı ve yeşil renkte parlak bir boya ile boyanmış minibüsten sıcak somun kokusu yayılıverdi etrafa.
Yalnız biz değildik tavaf eder gibi minibüsün etrafında dönüp duran. Sahipsiz kedi ve köpekler de o güzel kokudan nasibini almak istiyordu. Arkadaşlarım birer birer anne-babalarının peşine takılıp ayrıldı, bense birkaç köpek ve kedi ile kalakaldım köy meydanında.
Çocuklar ayrılınca bende evin yolunu tuttum. Dedem bastonuna dayanmış sedirde oturuyor, yaşlı köpeğimiz de onun gölgesinde uyuyordu. Kerpiç evin dökülen çamur sıvaları duvarların dibinde yığılmış, karıncalar bu sıvaları öğüterek yuva yapmıştı. Izdırabımı belli etmeden hararetle çalışan karıncalarla oynamaya başladım. Her ne kadar saklasam da dedem biliyordu kalbimi kavuran acının nedenini.
Yaşadıklarımdan dolayı bütün suç kendisindeymiş gibi mahcuptu. Merhametine mukavemet eden yaşlı bedenindeki çaresizlik, yavaş yavaş söndürüyordu gözlerindeki ışığı.
Dedeme neden babam ve annem olmadığını soracak değildim. Onun bana türlü yalanlar söyleyeceğini, ızdıraba sebep olmamak için vakur bir ifadeyle dünyanın faniliğinden dem vuracağını ama içten içten bedenini kanatacağını biliyordum. Ne de olsa idrakim belirdi belireli, kâh arkadaşlarımdan kâh komşularımızdan annemin ve babamın ben henüz kundaktayken bir kaza sonucu öldüğünü duyuyordum.
Onlardan bahsetmek, içimdeki hicranı dışa vurmak, kahretmek, ağlamak, sızlanmak sadece tek hamim olan dedemin takatsiz bedenini biraz daha bitap düşürmekten başka bir işe yaramayacaktı. O yüzden özlemlerim, acılarım, yetimliğim, öksüzlüğüm gizli gizli dökülüyordu duvar köşelerine.
Yalnız tek istediğim, bir gün dedemin de şehre gidip elinde bir pazar çantası ile köy minibüsünden inmesiydi. Onu karşılamayı, elindeki çantanın bir köşesinden tutup somun kokusunu soluyarak seke seke eve gelmeyi, o çantayı itina ile açıp bir hazineye mazhar olmuş gibi içindekileri tarifsiz bir sevinçle çıkarmayı çok istiyordum. Belki aklım yetti yeteli bu hayalin bir gün gerçekleşmesini bekliyordum.
Son birkaç gündür dedem tarlaya da gitmez olmuştu. Oysa her sabah uyanır, önüme Güllü Teyze’nin yaptığı katmerden bir parça koyar sonra tarlaya gidip sebzelerle ilgilenirdi. Yüzünde adi bir tebessüm asılıydı. Gözlerine ise iç dünyasında yaşadıklarını açık eden bir buğu çökmüştü; bunu fark edebiliyordum.
Ertesi gün sabah erkenden Halil Amca geldi bize. Halil Amca komşumuzdu. Dedemi ambarın arkasına doğru götürdü. Bir şeyler konuştular. Kulak misafiri olmaya çalıştımsa da pek fazla bir şey duyamadım. Bir süre sonra dedem ve Halil Amca’da yüzlerinde durgun bir tebessümle döndüler.
O gün akşam Güllü Teyze yemek getirdi bize. Haşlanmış tavuk ve katmer... Dedemin pek iştahı yoktu ya da her zaman olduğu gibi benim yemem için iştahı yokmuş gibi davranıyordu. Sekiye oturup, başını hasır yastığa koydu.
-Yarın şehre gideceğim, dedi. Halil’de gelecek benimle. Sana da oyuncak alacağım. Ekinlerin parası gelmiş de...
Bu duyabileceğim en güzel şeydi belki. Sevincimi pek belli etmeden dışarı çıktım. Yerimde duramıyordum. Dedem elinde Pazar çantası ile dönecek, akranlarım gibi çantanın bir köşesinden tutup hiç olmadığım kadar mesut evime dönecektim. Hayali bile güzeldi. Sabaha kadar uyumadım.
Sabah erkenden Halil Amca geldi. Uyandığımda dedem hazırlanmıştı bile. Uyanır uyanmaz fırlayıp kalktım. Halil Amca saçlarımı okşadı. Alışılmadık bir şefkat vardı bu okşamada. Dedem yanıma bile yaklaşmadı. Sadece uzaktan;
-Sakın ambarın kapısını açma, dedi.
-Açmam, diye cevap verdim kafamı sallayarak.
Dedem ve Halil Amca ayrılır ayrılmaz, müthiş bir heyecanla Güllü Teyze’nin evine koştum. Cemil’i çağırdım. Maksadım onu da alıp susaya çıkmaktı. Minibüsün yolunu gözlemek... Fakat Cemil gelmedi. Tek başıma köy meydanına çıktım. Yoldan çok fazla araç geçmezdi. Arada bir uzaktan traktör sesi duyuluyor, bazen de gayri ihtiyari motor sesi geliyordu kulağıma. Ağustos sıcağının altında saatlerce bekledim. Her geçen dakika biraz umut biraz yeisti.
Vakit ikindiye yakındı. Diğer çocuklar da geldi yanıma. İlk kez onlar gibi mesut ayrılacaktım meydandan. Onlar gibi sevinçle, seke seke evimin yolunu tutacaktım. Başım dik, özgüvenim yerindeydi.
Nihayet köy minibüsü ufukta göründü. Bir süre sonra söğüt ağaçlarının arasında kayboldu. Gelin atını bekleyen damat gibi heyecanlıydım. Hiç kimseyi ne görüyor ne duyuyordum. Burnumda somut kokusu, gözümde dedemin minibüsten inişi... Evimiz ve saadet...
Minibüs meydanda durdu. Önden birkaç kişi indi. Ben heyecanla dedemi arıyordum minibüsün içinde. Nihayet Halil Amca da indi. Dedem hala görünürde yoktu. Minibüs gazlayıp devam etti yoluna. Çocuklar evlerine koştu her zamanki gibi. Halil Amca yetişti imdadıma.
Elimden tuttu;
-Deden biraz geç gelecekmiş, işleri bitmemiş, dedi.
-Gelemez ki dedim, minibüsün geçtiğini anlatmaya çalışarak.
-Gelir gelir, diye vurguladı Halil Amca. Bir taksi tutar gelir deden.
Bir taksi tutar gelir dedem... Hiç taksi geçmezdi oysa bizim köyümüzden. Bunu bilmeme rağmen, bir taksi tutan ve gelirdi dedem.
Yirmi Yıl Sonra-
Bu köye taksi de gelirmiş. Birkaç saat önce indim taksiden ve mezarlıktayım şimdi. Dedem için Fatiha okuyorum. Ah benim güzel dedem. Ah çilesini gözbebeklerimde saklayan dedem Allah nur içinde yatırsın seni.
Dedem o gün dönmemişti. Hatta günlerce dönmesini beklediğim halde dönmemişti. Halil Amca bir sabah dedeme götüreceğini vaat ederek elimden tuttu. Köy minibüsüne bindik ve şehrin yolunu tuttuk. Oradan –ismi önemli değil- başka bir şehre gittik. Bir yetiştirme yurduna.
Yıllar sonra öğrendim ki dedem bir darülacezeye yerleştirilmiş. Zavallı dedem orada kimsesiz yummuş hayata gözlerini.
Hala sıcak somun kokusunun hasreti içimde elimde somunlar var, sıcak... Senin için dedem.
YORUMLAR
Bugün ardarda güzel öyküler okuyorum. Sizinki de onlardan birisiydi. Köy ve yokluk öyküleri, anlatımı zor, okuması keyifli yazılardır. Tanışma fırsatı bulduğum ve tüm yazılarını adeta ezberlercesine okuduğum baba dostum Fakir Baykurt (babamın köy enstitüsünden dostu) bana köy öykülerini sevdirmiş ilk kişiydi. Sonra daha pek çok yazardan, pek çok köy öyküsü okudum. Sizi de sonuncu olarak belleğime yazdım. Öykünüzde, sıradan bir özlemin vurgulanarak anlatıldığı bölümler tadından yenmeyecek kadar tatlıydı. (Sizinkine benzemese de andıran bir öyküm var.) Sonrasında bir emrivakiyle götürülmüşcesine huzur evine götürülen dedenin, ona kolayca razı oluşu ve torununu kimsesiz bırakmış olması, insanda tam tersinin olması gerektiğini düşündürüyor; yani önce, bir şekilde torunun yetiştirme yurduna yerleştirilmesi gerektiğini ve onun güvenceye kavuştuğunu gördükten sonra da dedenin huzur evine götürülmeğe razı olması gerektiğini düşündürüyor... Tabii ki, kale mi tutan el ve onun yazdığı sonuç bölümü de size ait ve biz okuyarak keyfetmenin tadına vardık... Sizi de, her şeyden önce öykü yazarı olduğunuz için ve böylesine başarılı bir çalışma yaptığınız için ve de Türkçeye ve yazım kurallarına özen gösterdiğiniz için tebrik ediyorum ve hemen on puanı tıklıyorum. Selamlar