BİR RÜYA BİN DÜNYA-IV
.........................
*
Yusuf İzzettin Efendi hemen her gittiği yere Yusuf Çavuş’u da götürür.Yusuf İzzettin Efendi çoğu kez, gittiği yerlere asker kıyafetiyle gider. Bilhassa askerin işlerine pek karışır. Çanakkale ve l.Cihan Harbi sıralarında göstermiş olduğu gayretler, kendisine ‘mareşal’ ünvanı verilmesine neden olmuştur. Babası Sultan Abdülaziz Hazretleri onu bir asker gibi yetiştirmiştir. Üstelik bu hususta eğitim aldırtmıştır. Sık sık Avrupa’ya göndermiş ve kendisi de her gittiğinde çoğu kez yanında götürmüştür. Bu nedenlerle hemen herkes, Yusuf İzzettin Eefendi’ye gelecekte babasının yerine geçecek gözüyle bakarlar.
1.Cihan Harbi en sert biçimde eleştirilmeye başlanır. Yusuf İzzettin Efendi ve Enver Paşa bu yüzden askerin önünde tartışırlar. Enver Paşa, ordunun her türlü sevk ve idaresinden sorumlu bir komutan olarak, Yusuf İzzettin Efendi de hem mareşal ünvanı almış hem de bir veliaht olarak, karşı karşıya gelirler. Yusuf İzzettin Efendi, yapılan harpte Türk askerinin, yanlış sevk ve idâresi yüzünden harcandığını iddia eder. Bunu reddeden Enver Paşa’yı subayların önünde azarlar. Bunun üzerine Enver Paşa, çok kin besler.
İstanbul kazan gibi kaynamaktadır. Hemen her köşe bucakta ecnebîlere rastlanır. Osmanlı’nın payıtahtında daha sıkça yabancı askerlere rastlanır. Belli ki payitaht işgalde. Artık tüm Osmanlı toprakları bir bir işgal edilmiş ve payitahtta yabancı askerler ve diplomatlar dolaşmaktadır. l.Cihan Harbi sona ermiş, Kırmızı bir resim gibi olan Çanakkale bayırları, yeni yeni gerçek rengine dönüşmeye başlamıştır. Saray’da ve diğer kurumlarda çok önemli değişiklikler olmuştur. Sadrazamdan kâtiplere, Paşalar’dan çavuş ve erlere kadar oldukça çok ve önemli değişiklikler... Enver Paşa, ordular başkumandanıdır. Enver Paşa, Saray’a girer girmez olanca gücüyle ilk icraatı asker ve bürokratları değiştirmek olur. Yanında yöresinde kim varsa hepsini kendi adamlarından ayarlar. İşi sağlama almıştır.
Ve en önemli ikinci icraatını uygulamaya koyulur. Yusuf İzzettin Efendi, bu icraatın hedefidir. Plân, en küçük ayrıntısına kadar hazırdır. Kusursuz bir plân... Pederi Sultan Abdülaziz, nasıl şek ve şüphesiz sonlandırıldıysa, Yusuf İzzettin Efendi de öyle olmalıydı. Plân uygulanır ve üstelik acele edilir. Çünkü, şu an tahtta çok dirayetli ve üstelik Yusuf İzzetin Efendi’yi de, babasını sevdiği gibi seven amca oğlu Sultan Abdülhamit Han vardır. Yusuf İzzettin Efendi’nin Sultan Abdülhamit Han tarafından da veliahtlığı bildirilmiştir. Yeni padişah tarafından da çok sevilmektedir. Yusuf İzzettin Efendi bu sıralarda Zincirlikuyu’daki Saray’da kalmaktadır.
Üsküdar’da bir büyük lokanta, önceden ayrılır. Enver Paşa, Saray’ın yeni Genelkurmayı olarak sık sık toplantılar yapar. Yaptığı toplantılara devlet ileri gelenleri ve bilhassa asker görevlileri çağırır. Bir Şubat günüdür; lokantada her şey bizzat Enver Paşa tarafından ayarlanmıştır. Yemekleri dağıtacak, servis yapacak her bir kişiye kadar...
Yusuf İzzettin Efendi, her zaman olduğu gibi yanında Yusuf Çavuş ile gelir. Bir akşam yemeğidir. İçeri girdiğinde bir subay, Yusuf İzzettin Efendi’ye yaklaşır ve eğilerek kulağına bir şeyler söyler. Bunun üzerine Yusuf İzzettin Efendi yaveri ve seyisi Yusuf Çavuş’u yanına çağırır. Yusuf Çavuş büyük adımlarla yanına gelir.
-Sen birliğine gidebilirsin!..
Yusuf Çavuş, bu emir üzerine birliğine gider. Sabah olduğunda Yusuf Çavuş için bir deprem olur. Birliğin içerisinde hemen herkes, aynı şeyi konuşmaktadır. Yusuf Çavuş o an bir rüyada gibi, gözlerini ve kulaklarını bir o yana, bir bu yana; bir ileriye, bir geriye çevirip durur. Konuşulanlar hep aynıdır:
“Yusuf İzzettin Efendi ölmüş.”
“Yusuf İzzettin’i öldürmüşler.”
“Şehzade Hazretlerine bu yapılır mı?”
“Yediği yemek zehirlemiş, diyorlar.”
“İntihar etmiş diyorlar...”
“İntihar mı? Yapma yahu! Nasıl yani?..”
“Bileklerini kesmiş, diyorlar!”
“İşte şimdi inanmam, arkadaş!..”
“Ne bilek gardaşım! Doğrusunu Allah bilir!”
“Allah bilir de, gula da göz vermiş, akıl vermiş...”
“Sen ne gördün, ne biliyon? Söyle de biz de annıyah, gardaşım!”
“Pederi Sultan Abdülaziz Hazretleri de aynı şekilde öldürülmedi mi? Aha şu anki padişahımız Abdülhamit Han Hazretleri mahkeme açtı da, suçluları bir bir yakalattırdı ve cezalandırdı, ya!”
“Desene, gölgesi böyük bir çınarı daha devirdiler!..”
“Bu kader mi şimdi, gardaş?”
“Beğensek de, beğenmesek de kader işte, gardaş! Kader...”
İşte, ‘yediği yemek zehirlemiş’ sözü Yusuf Çavuş’u hareketlendirir. Hiç durmaz orada. Atına bindiği gibi Eminönü’ne gider. Atıyla birlikte girer yalının avlusuna. Attan ok gibi iner. Etrafına bakmaz. Etraf çok sakindir; kimseler yoktur. Yusuf Çavuş bunu bile farketmez. Kafası, Yusuf İzzettin Efendi’dedir. Valide Sultan’ın haberi olup olmadığını anlamak için gelmiştir. İçeri hızlıca girer. Kapı kilitli değildir. Hizmetçi bile karşılamamıştır. Üst kata doğru merdivenleri sanki ikişer atlayarak çıkar. Tam üst kata çıkmıştır ki, aşağıdan bir ses gelir,
-Yusuf Çavuş, biz burdayız.
Yusuf Çavuş durur ve sese doğru bakar. Bu Hizmetçi kızın sesidir. Yanında da bir erkek vardır. Daha önce onu hiç görmemiştir. Hemen aşağı iner. Hizmetçi kızın gözleri yaşlıdır. Çok üzüntülü ve ağlamaktadır. Hıçkırarak tekrar konuşur;
-Sultan Validem, Zincirlikuyu’dalar. Senin gelmene müsaade ettiler. Bekliyorlar seni.
Yusuf Çavuş hem dinliyor hem de bu arada hizmetçi kızın yanındaki adama bakmaktadır. Hizmetçi kızın dikkatini çeker ve Yusuf Çavuş’a yanındaki adamı tanıtır.
-Bu, benim büyük ağam. Sultan Validemin haberleri var.
Yusuf Çavuş, elini uzatır ve yavaşça seslenir;
-Memnun oldum gardaşım. Buruya bi zamet goz gulah olun! Kimseyi içeri almayın. Ben müsaadenizle çıhıyom.
Yusuf Çavuş yalıdan çıktığı gibi atına biner, Zincirlikuyu’daki Saray’a varır. Geldiğinde gün öğleyi geçmiştir. Çoktan yalının etrafı bir manga askerle çevrilmiştir. Avlunun hemen dış kapısında iki asker nöbet tutmaktadır. Kendini tanıtır ama izin vermezler. Çok ısrar eder. Sonra içlerinden biri seslenir;
-Neredensin?
-Yozgatlı’yım.
Nedendir bilinmez, kısa bir süre düşünür soran asker. Sonra izin verir. Yusuf Çavuş içeri girdiğinde kocaman avluyu çok sessiz bulur. Yavaşça yalının iç kapısını vuracak olur. Kapı yarı aralıktır. Yavaşça iter ve girer.
Valide Sultan salonun orta yerinde bir iskemlede oturmuş, yavaş yavaş o nârin gövdesini sallamaktadır. Yusuf Çavuş’u görünce yavaşça doğrulur. Yüzü ıslak ve hep ağlamakta. Yusuf Çavuş hiçbir şey söyleyemez. Valide Sultan, oturduğu yerden konuşur;
-Öldürdüler... İzzettin’imi öldürdüler, Yusuf’um. ‘intihar etmiş’ diyorlar. Doktorları bile ayarlamışlar; ‘intihar’ diyorlar. Bilekleri kesik İzzettin’imin. Gece yarısı, gizlice getirip evine bırakmışlar İzzettin’imi. Aha, içerde İzzettin’im...
Yusuf Çavuş, Valide Sultan’a yavaşça seslenir;
-Validem! Paşamın zevceleri, çocukları...
-İşte, hepsi bir tuzakmış oğlum! Hepsi bir tuzak... Her şeyi bir bir ayarlamışlar. Gelinimi ve torunlarımı benim hasta olduğumu söyleyerek dışarı çıkartmışlar ve onlar da inanmışlar Eminönü’ne geldiler. Torunlarım küçük; gelinimi iknâ ettim, babasına gönderdim. Emniyette olsunlar diye... Öyle bir tuzak ki, her şey apaçık oğlum! Yemek vermişler, ta o zaman zehirlenmiş yavrum. Rahatsızlandı diye faytona bindirmişler ve yalıya getirmişler. Önceden gelinimi ve torunlarımı da çıkarttıklarından, yalnız başına eve bırakmışlar. Yattığı yerde kol bilekleri kesilmişti. Yatağın üzeri kandı öylece. Güya, Sultan Pederi gibi oğluma da intihar süsü verdiler, Yusuf oğlum!
Yusuf Çavuş, içinden karşılık verir Valide Sultan’a;
-“Yok Validem! Ben eyice biliyom her şeyi şimdi. Bu, düpedüz cinâyet!..”
Yusuf Çavuş, Yusuf İzzettin Efendi’nin yattığı odaya girer. Kapıyı açtığında üzeri kalın bir yorganla örtülmüş vaziyettedir. Binbir türlü duygu ve düşünceler içinde, ağır adımlarla ta yanına varır. Yüzüne ayrıca örtülmüş bir kırmızı renkli yemeniyi yavaşca kaldırır;
-“Asil Efendim! Nasıl kıydılar sana? Sen ki karıncayı incitmekten çekinen, yüreği sızlayan, iyilikten, doğruluktan başka bir şey düşünmeyen biriydin...”
Gözleri bulut bulut olur. Oracıkta akıtır göz yaşlarını. Dudakları titrer, elleri titrer, bütün vücudu titrer. Hele yüreği bir volkan olur Yusuf Çavuş’un. Patlar içten sessiz sessiz. Yavaşca geri örter yüzünü. Başı öne eğik, döner geriye.
Oda karanlıktır. Sadece ayın ışığı çok az aydınlatmakta... Sonra birden kol bileklerinin kesildiği aklına gelir. Tekrar geriye döner, varır yavaşça yorganı kaldırır. Kollarına birer birer bakar. İki bileği de aynı yerden sarılıdır. Öylece geri yerine bırakır kollarını. İnanır kesildiğine. Ancak, içinden asla Yusuf İzzettin Efendi’nin kendi kestiğine inanmaz. O karanlıkta başını yavaşça sallar durur;
-“Bileklerini de kesmişler. Güya intihar etmiş Paşam Hazretleri... Kim inanır buna?..”
Odanın içinde bir kedi göze çarpar. Yusuf Çavuş, sessizce köşede duran kediye doğru yaklaşır. Kedi de sürekli bu yalıda yaşayanlardandır. Kaçmaz; alışıktır hayvancık. Bilerek müsaade edilir yalıda olmasına. Ama Yusuf Çavuş, o an başka düşünür;
-“Ne de olsa bir hayvan. Ortada bir cenaze....Üstelik kedi bu; bir zarar verebilir!..”
İçerinin perdeleri örtülmüştür. Yusuf Çavuş, iki taraflı olan pencerelerin perdelerini yarı aralar. Odanın içi birazcık aydınlanıverir. Koyu loş bir aydınlıkta Yusuf Çavuş iki elini uzatır ve kediyi yerden alır. Birlikte dışarı çıkarlar. Valide Sultanın bulunduğu salona geldiğinde kedi hâlâ kucağındadır. Hiç konuşmadan dış kapıya doğru yürür. Kapıyı açar ve dışarı bırakır. Döner, Valide Sultanın yanına gelir. Yusuf Çavuş gelir gelmez Valide Sultan tekrar konuşur;
-Sen artık gitmelisin memleketine Yusuf oğlum. Bu gözü dönmüşlerin ne yapacağı belli olmaz; seni de öldürebilirler. Buralarda, hele benim yanımda görünme artık. Sana son kez söylüyorum: Üç gün sonra gizlice yanıma gel. Sana bir şey vereceğim. Eminönü’ne mutlaka gel. Tamam mı?
Yusuf Çavuş bir cansız eşya gibi... Başı öne eğik, öylece dinler. Çok üzgün bir vaziyette karşılık verir;
-Ben, sizi yalnız bırakmam Validem. Ölünceye kadar emrinizdeyim, hizmetinizdeyim. Kim yapmış bu cinayeti, Validem?
-Artık hiçbir şey önemli değil, Yusuf oğlum. Enver Paşa’nın yemeği verdiğini biliyorum. Sen, dediğim gibi yarın akşam üzeri gel.
Yusuf Çavuş ısrarla bir daha sorar;
-Validem! Kimse bir şey söylemedi mi size? Soylu Efendim, ne yapmış bunlara? Canından olacak ne yaptı birine? O, herkesi seven, sayan biriydi...
Valide Sultan, döker içini bir bir Yusuf Çavuş’a;
-Devleti yönetme sevdâsında olanlar, karşılarında yanlış da yapsalar, muhalif istemezler. Bilmez misin Yusuf oğlum, şimdi Osmanlı bu ikiliği günbegün yaşıyor. Enver, Saray’a girince, ‘hep benim dediğim, hep benim dediğim’ demiş bi daha dememiş. İzzetin’im gibi, birçokları buna karşı olmuşlar. Gücünün yettiklerini resmi yollardan dışarı attırmış, gücünün yetmediklerini de (eliyle Yusuf İzzettin Efendi’nin yattığı odayı gösterir) böyle bertaraf etme yoluna girişmiş Enver. Duymadın mı Yusuf’um? Saray’dan yetişme binlerce leventi, zabiti dışarı temelli attırmış, diyorlar. Bu bir oyunmuş, Yusuf oğlum. Tamamen kendisine bağlı yeni leventler ve zabitler alıyormuş Enver. Allah, bu millete ve Âliosman’a yardım etsin. Sen kendini kurtar ve git memleketine Yusuf’um. Sakın unutma bunları. Hadi, sen şimdi çık git; yarın dediğim zamanda gel. Tamam mı?
Yusuf Çavuş, yine sessiz bir şekilde dalar birden. Kısa bir an Yusuf İzzettin Efendi ile Enver Paşa arasında geçen ‘azarlama’ hadisesini hatırlayıverir;
-“Unutmamış demekki Enver! Paşam Hazretleri, leventlerin ve zabitlerin huzurunda azarlamıştı ya... Unutmamış bunu Enver, unutmamış!..”
Yusuf Çavuş, sonra kendini toparlar. Başı öne eğik vaziyette, yavaşça karşılık verir;
-Emriniz olur, Validem!..
*
Yusuf İzzettin Efendi’nin naaşı ertesi gün, önce Topkapı Sarayı’na oradan da Sultanahmet Câmii’ne götürülür. Burada kılınan cenaze namazından sonra babasının da içinde bulunduğu, dedesi Sultan Mahmut’un türbesine defnedilir.
Yusuf Çavuş, defin sırasında ta gerilerde durur. Yusuf İzzettin Efendi, gayet sessiz bir hâlde, sıradan biri gibi mezara indirilir. Yusuf Çavuş, birden düşüncelere dalar; Yusuf İzzettin Efendi ile karşılıklı konuştukları gözünün önüne gelir gider;
-“Sevdâ güzeldir. Sevdâ güzelin kendisidir. Emme gerçek kahramanların, yiğitlerin hayatında sevdâ yoktur. Onların sevdâsı, hürrriyet, bağımsızlık, devletin ve milletin refahı, bekâsıdır. Onlar, geleceğe hayatlarını köprü yaparlar. Onlar, aydınlığa götüren bir tüneldirler...”
Yusuf Çavuş, kısa süren cenaze töreninden sonra kendi başına döner gider. Hem yürür hem kendi kendine konuşur;
-“Evlenmek istemediğini şimdi eyi anlıyom Efendi Paşam! Demek onun için evlenmek istemiyodun ha! Doğru ya, şimdi evlendin, çocuhların da var... Öyle ya, n’olacak şimdi çocuhların halları?.. Hem çocuhlar hem Osmanlı... Hahlıymışsın Efendi Paşam, hahlıymışsın!.. “Ben huzurlu daalim, ben neşeli daalim. Aha pederim, aha gardaşlarım... Bahsana benzi soluh Validem Sultana! Hatta Validemden, pederimden, gardaşlarımdan ve canımdan daha gıymetli olan Osmanlı’ya bahsana!..Sevdâ, evlenmek neşe demek, gulmek demek elbet. Ancah, önce Âliosman gulmeli, önce Osmanlı’yı huzura gavuşturmalı. Gerçek aşk, gerçek sevgi bu...”
Yusuf Çavuş, birden durur. Sanki çok yorulmuş gibi derin bir nefes alır. Sonra yarı yıkık bir duvarın üstüne oturur. Hem dinlenir hem kendisiyle konuşmaya devam eder;
-“Sen benim gozümde gerçek gahramansın Efendi Paşam! Zaten senin gibiler olmasaydı Osmanlı bu gadar da yaşıyamazdı. Bunu şimdi eyi annıyom. Önce devlet, önce millet... Evlenmek sona gelirmiş!..”
Bu düşünceler Yusuf Çavuş’u çok yorar. Yormaktan öte tüm vücudu kılıç yemiş gibi acı çeker. Hatta giderek Yusuf İzzettin Efendi’nin düşünceleri Yusuf Çavuş içinde ilke, fikir oluverir. Yusuf Çavuş, zaten aklında bile olmayan evlenmeyi o andan itibaren kafasından tamamen söküp atar;
-“Doğru ya! Ülke, dört bir yandan sarsılırken, ecnebiler aha İstanbul’da gezerken, benim de evlenmem olur mu, canım! Bu, ahıl işi daal! Böyük adamlar, memleket zor durumdayken evlenmeyi heç düşünmemişler, ben niye düşünüyüm?..
Yusuf Çavuş, sadece kendisiyle konuşmaz, kendini adeta sorgular. Ve kendine emir verir;
-“Sular durulancaya kadar askersin Yusuf Çavuş!”
*
Yusuf Çavuş, denilen zamanda Valide Sultanın yanına gelir. Valide Sultan, Yusuf Çavuş’un oturmasını ister. Yusuf Çavuş otururken o, hemen kalkar bir odaya gider. Sonra elinde bir bohçayla gelir. Açar, içinden yine bir kemer çıkarır. Arkasından kalınca ve sarı yapraklı bir kâğıt... Kemeri bir kenara kor ve kâğıdı eline alarak konuşur;
-Bak, Yusuf’um! Allah’a kurban olayım! Bu, senin kısmetin. Bu senin. (Eliyle yalıyı gösterir) Burası senin...
Valide Sultan, ‘burası senin’ derken eliyle, içinde bulunduğu yalıyı işaret etmiştir. Bir elinde de kâğıt vardır. Elindeki kâğıdı Yusuf Çavuş’a uzatır. Yusuf Çavuş hiçbir şey anlamaz. Ama yine de elini uzatır ve alır kâğıdı.
-Bu nedir, Validem?
-Bu, şu içinde bulunduğumuz yalının sana ait olduğunu belirten akittir, Yusuf’um.
-Validem! Ben, bunu ne yaparım?..
-Bu yalı, bundan böyle senindir, Yusuf oğlum. Sana bağışladım. İzzettin’im de böyle düşünmüştü. Senin üzerindedir artık bu yalı. Al, senindir artık. Benim zaten ihtiyacım yok gayrı. Sen de benim bir oğlumsun. Senin, üzerimizde çok hakkın oldu. Hakkını helâl et! Şu kemeri de al, beline kuşan. İçinde biraz kırmızı lira var.
Yusuf Çavuş, yutkunur birden. Bir şeyler söyleyecek olur, söyleyemez. Sözcükler ağzına kadar gelir ama bir türlü dışarı çıkmaz. Düğümleniverir gırtlağında sanki. Hatta ağlamak ister; kendini zor tutar. Başı hep yere eğilmiş vaziyettedir. Valide Sultan, sanki Yusuf Çavuş’u anlamış, ısrar eder. Yusuf Çavuş hiç reddemez. Valide Sultanın ısrarı ağır basar ve sonunda alır. Elleri titrer alırken. Yusuf Çavuş, bir volkan gibi dolmuştur. Dayanamaz ve oracıkta ağlayıverir. Valide Sultan varır, Yusuf Çavuş’u teselli eder. Son olarak istekte bulunur; son emrini verir Valide Sultan;
-Bugün son görüşmemizdir, Yusuf’um. Şu anahtarı da al; yalıya aittir. Bundan sonra, geldiğinde beni bulamayabilirsin. Zaten aramayacaksın da. Yalıya senden başka kimse giremez. Sakın İstanbul’da kalma. Uzun bir müddet memleketine git, sonra gel. Bizleri unutma! Güle güle git!..
Yusuf Çavuş son kez eline varır ve öper. Ağlayarak ayrılır Valide Sultanın yanından.
Birliğinde bir gün kalır sadece. Duramaz, ertesi gün akşama doğru Eminönü’ne gider. Doğruca yalıya varır. Yalının avlu kapısını açar, içeri girer. Taş basamaklı merdiveni ağır adımlarla çıkar. Eliyle kapıya yavaşça vurur. Arkasından aralıklı üç kez daha vurur. Kimse açmaz. Sonra Valide Sultanın söyledikleri aklına gelir. Kendi kendine söylenir;
-“Allah Allah! Doğru mudur Valide’min yaptıkları?.. Kimse yok mudur yalıda?.. Hayırdır inşallah!..”
Hem söylenir, hem de cebinden Valide Sultan’ın verdiği anahtarı çıkarır yavaşça. Valide Sultanın dediği gibi anahtarla kapıyı açar. Yalı, ilk kez Yusuf Çavuş tarafından açılmıştır. Cebinde de yalının bir çeşit tapusu sayılan senet vardır. ‘İnanılır gibi değil’ diye düşünür. Ama gerçektir. Yusuf Çavuş, tek başına yalıdadır. Oturur bir müddet içerde. Sadece salonda oturur öylece. Sonra kendi kendine; ‘Nerededir? Nasıldır? Ne yapmaktadır?..’ gibi sorularla Valide Sultanı düşünüp durur; merak eder hep. Ama Valide Sultan, kesin emir vermişti; ‘Beni sakın arama!’ demişti. Aklına gelir sözleri; üzülür, çok üzülür. Kendi kendine; ‘keşke yanında kalmama izin verseydi’ der.
Oldukça karmaşık, oldukça yoğun duygular ve düşünceler altında, gözleri nemli dışarı çıkar. Kapıyı kilitler ve birliğine doğru gider.
İki gün sonra birliğinden bir yazı gelir. Yazıda, bundan böyle Ankara’ya sevkedildiği bildirilmektedir. Yusuf Çavuş, hemen birliğinde, kendisine her zamam yakın ve sıcak davranan binbaşının yanına gider. Binbaşıyla kısa bir görüşme yapar. Yusuf Çavuş, bir türlü derdini anlatamaz. Çok üzügndür. Binbaşı, Yusuf Çavuş’u dinledikten sonra durumu anlar ve gülümseyerek karşılık verir;
-“İstersen sürekli burada kalma şansın da var Yusuf Çavuş.”
Binbaşının bu sözü üzerine Yusuf Çavuş kendine gelir.
-Yazı da çıkmışken en iyisi ben gidiyim, komutanım. Şey komutanım!..
-“Söyle Çavuş!.. Dinliyorum seni.”
-Buradan ilişiğimi kesmeden önce, bi on gün izin verebilir misiniz, komutanım?
-“Nedendir o, Çavuş?”
-Dost ve ahbaplarımı ziyaret etmek için komutanım.
-“Peki, olur! İstersen yirmi gün vereyim Yusuf Çavuş! Git, katibe yazdırt, getir.”
-........................!
Yusuf Çavuş, karşılık vermez. Hazır ol vaziyette, başını hafifce önüne bükmüş, dinler sadece. Binbaşı gülümseyerek devam eder;
-“Tamam, Yusuf Çavuş! Git, ne kadar istersen yazdırt.”
-Sağ olun, komutanım!
Yusuf Çavuş, uzun bir süreden sonra ilk defa yüzü güler sanki. Birazcık olsun moral bulur, binbaşının bu yakınlığından. Yusuf Çavuş’un eşi, dostu, ahbabı Valide Sultan ve ailesidir. Birliğin katibinin yanına geldiğinde kendini tanıtır. Katip, Yusuf Çavuş’u tanımaktadır.
-“Binbaşı, herkese böyle davranmaz Çavuş. Belli ki seni çok seviyor. Sen, dediği gibi yirmi gün izin al. Hatta ben üç gün de yol katıyım içine.”
Yusuf Çavuş, o an çok kararsızdır. Yerde midir, gökte midir belli değil. Bir an geliyor konuşuyor, bir an geliyor öylece susuyor. Sanki onun yerine başkaları karar vermektedir. Burda da öyle olur; kâtip, sükût eden Yusuf Çavuş’un yerine, yirmi üç günlük izin yazıverir.
Hem memlekette, hem İstanbul’da, hem de Valide Sultanın başına gelenlerden sonra Yusuf Çavuş, kesinlikle kalmak istemez artık. Birliğinden ayrıldıktan sonra bir müddet İstanbul’da kalmayı düşünür. Kafasında, Valide Sultanı bulmak vardır.
Askerlik bitmemiştir ama birliğinden yirmi üç gün izinlidir. Yusuf Çavuş, Ankara’ya gönderilmiştir. Yirmi üç günden sonra askerliğine Ankara’da devam edecektir. Yusuf Çavuş beş gündür yalıdadır. Beş gündür geceli gündüzlü yalnızca arar durur Valide Sultanı. Ama bir türlü bulamaz. Her geçen gün, umutları iyice tükenir. Ve her geçen gün, Ankara’ya gitmek düşüncesi gittikçe artar.
*
Bir sabah vaktidir. Yalıdadır Yusuf Çavuş. Yeni kalkmıştır. Her zaman olduğu gibi dışarı çıkmak üzeredir. Birden kapı vurulur. Ağırdan aldırır önce. Sonra bir daha vurulur. Üst kattadır, iner ve kapıya varır. Ağaçtan ve kalınca bir kapı... Kapının tam orta yerinde küçük bir delik vardır; yanaşır, bakmaya çalışır. Sonra açar. Karşısında bir sivil genç ve yanında da bir kadın...
-Komutanım benim!
-Sen de kimsin?!..
-Adana’lı İbrahim. Senin yanındaki seyis yardımcısı İbrahim, komutanım!
Yusuf Çavuş tanır genci. Kapıyı açar ve karşılık verir;
-Tanıdım. Tanıdım da, hayırdır... Sen, bu saatte... İstanbul’da...
-Sorma komutanım! Çok dardayım. Önce Allah’a, sona sana sığındım. Müsaade et de anlatayım, çavuşum.
Yusuf Çavuş, kapıyı iyice aralar, kenara çekilir;
-Hele geçin şöyle. İçerde anlat bahıyım!
İçeri geçerler. Hemen girişteki salonda otururlar. Yusuf Çavuş, iyi hatırlar İbrahim’i. İbrahim başlar anlatmaya:
-Yusuf Komutanım! Sen benim ağam, gardaşım, emmim, dayımsın. Senden bugüne kadar hep eyilik gordüm. Bi sevdadır başıma geldi. Peşime düştüler. Öldürmeye kastettiler. Ahlıma sen geldin; ‘Beni sahlarsa Yusuf gomutanım sahlar; verirse en güzel ahlı o verir’ dedim. Birliğe gettim; birisi, senin yalıya gedip geldiğini söyledi. Buraya geldim... İşte böyle, Yusuf gomutanım.
Yusuf Çavuş, sessizce dinledikten sonra, bir an düşünür. Sonra yavaşça ayağa kalkar; Valide Sultanın yaptığı gibi, o da aynı hareketi yapar. Cebinden anahtarı çıkarır ve konuşur;
-Aha anahtar... Ben, bugünden tezi yoh buradan ayrılıyom. Valide Sultan bana vermişti. Ben de size bırahıyom. Artıh ben de memlekete gediyom. Gelmeye gelmem; gelirsem de misafiriniz olurum. Siz, gule gule oturun.
*
Yusuf Çavuş hemen o gün İstanbul’dan ayrılır. Ancak daha önünde on yedi günü vardır. ‘Hele bir köye varıyım. Ağamı, anamı bir görüyüm...’ der, içinden. Yalnız başına bir haftada Yozgat’a gelir. Geldiğinde öğle üzeridir. İlkindi üzeri atıyla Kabak Tepe üstünden Bayraktar Köyü’ne doğru gider. Üzerinde zabit elbisesi vardır. Bayraktar’ı çıktığında akşam olur. Karanlık her tarafı örtmüştür. Bir yaz günüdür ama gene de bulutlar vardır gök yüzünde. Bayraktar Deresi’ni geçtiğinde Bişek Köyü’nün arazisine girer. Bambaşka duygular, içini kaplayıverir. Karanlıkta gülümser kendi kendine;
-“Şimdi ben Bişek Koyü’ndeyim ha! ‘İnsanoğlu bi guş gibi’ dedikleri, buymuş meğer... İstanbul nire, Bişek nire? Hey gozünü sevdiğimin gaderi...”
Çerkez Harmanı’na geldiğinde yavaşlatır atını. Etrafı iyice süzer. Ağır ağır ilerler Büyük Öz’e doğru. Düşünceleri ve duyguları bir süre mola verir sanki. Karanlıkta kocaman iri gözlerini açar. Köyü iyice görmek ister hemen. Atın üstünde bile daha yukarıya kalkmaya çalışır. Belli ki çok özlemiştir köyünü. Su, yeterince çoktur özde. At, ilk ayağını suya atmak üzereyken pıskırırarak durur bir an. İşte, bu sırada arkadan da bir ses duyuluverir. At durmuşken dönüp bakar sesin geldiği tarafa doğru. Bu, bir oğlak sesidir.
Gökyüzünde ay nazlana nazlana kendini göstermektedir. Bir Haziran günü olmasına rağmen ay ile bulutlar sanki oyun oynamaktadırlar. Bir çıkıyor, bir saklanıyor. Bulutlar ile ay, sanki saklambaç oynuyorlar. O her çıktığında etraf yeteri kadar görünebiliyor. Yusuf Çavuş da bu esnada oğlağı iyice görür. Arnavutköy’de bir akşam vakti mezarlıkta kurtardığı ve bu vesileyle hem Yusuf İzzettin Efendi’nin hem de Valide Sultanın takdirini alması aklına gelir. Yine tereddütsüz aynı kararı verir. Kendi kendine de söylenir;
-“Dışarda kalmış hayvan. Şunu alıyım da bizimkelere veriyim. Sabah olunca kiminse verirler...”
Bu düşünce ile atı hemen geriye döndürür ve sesin geldiği yere doğru gider. Az ilerde bir duvar vardır. Oğlak, duvarın üzerinde durmaktadır. Yusuf Çavuş, oğlağın yanına kadar varır. Atı duvara iyice yanaştırır, eğilip alır kucağına. Tekrar öze doğru sürer atı. Suyun tam orta yerine girmiştir ki, birden aklına; ‘dişi mi, erkek mi’ olduğu gelir. Sesli bir şekilde söyler bunu. Oğlak, kucağında iken birden karşılık verir;
-“Merak etme... Erkek, erkek!”
Yusuf Çavuş, oğlağın konuştuğunu anlar anlamaz kucağından geriye doğru fırlatıp atar. Arkasından atını hızlıca sürer. Sudan çıktığında yine merak eder ve durup geriye bakar. Oğlak dediği mahluk, Çerkez Harmanı tarafında dikilip durmaktadır. Yine konuşur üstelik;
-“Ben sudan geçemedim. Hadi git asker, anan seni Cumâ günü doğurmuş!..”
Yusuf Çavuş, köye girer girmez sanki bir görünmez sınavdan geçiverir.
YUSUF ÇAVUŞ EVLENİYOR
Yusuf Çavuş otuz üç yaşındadır. Hâlâ askerdir. Yedi gün izin almıştır. Yeni birliği Ankara’dadır. Tam on iki sene İstanbul’da askerlik yapmıştır. Köye geldiği ilk günün sabahında etrafına toplanır bütün köylü. Gelir gelmez belinden kuşağı çıkarır, içinden altınları yere boşaltır. Anası Elife Hatuna gelir gelmez sarılır. Birbirlerine sarılmış vaziyetteyken bile Yusuf Çavuş anasına sorar;
-Ekmek var mı, ana?
Anası, eliyle kapalı bir bezi göstererek karşılık verir;
-İşte bu, oğlum!
Yusuf Çavuş, ertesi gün atına bindiği gibi Sungurlu’nun yolunu tutar. Arkasından develer ve atlarla yüklü olarak yiyecek gelir köye. Bütün köylü yer, içer bunlarla.
Yusuf Çavuş’un henüz izni dolmamıştır; ancak canı sıkılır. Gitmek ister Ankara’ya. Geleli iki gün olmuştur; gideceğini söyler anasına. Anası birkaç gün daha kalmasını ister. Yusuf Çavuş gitmekte ısrar eder. Bunun üzerine Elife Hatun içindekini söyleyiverir.
-Artık yeter oğlum! Everecam ben seni.
Yusuf Çavuş, gayet soğukkanlı bir biçimde gülümseyerek karşılık verir;
-Ne o ana? Ben askerim, biliyosun. Hele bitsin şu askerlik, düşünürük... İşte Hüseyin, işte Seyfullah! Onları ever sen... Ben sıramı veriyom.
-Eyi, gozel dersin de... Onlar da senin evlenmeni istiyolar, oğlum. ‘Yusuf ağam evlenmeden biz de evlenmek’ diyolar.
Yusuf Çavuş, soğukkanlılığını muhafaza ederek rahat bir şekilde konuşmasına devam eder.
-Tamam ana. Ben hele bi Angarıya gediyim. Yerimi yurdumu eyice bi oreniyim, tekrar geldiğimde gonuşuruh. Tamam mı?
-Sen gedince uzun gediyon, oğlum! Gor ki ne zamanlar gelin? Hem eyi de gız... Gorharım ele gider...
Elife Hatun birden söyleyiverir müstakbel gelinini. Ama adını söylemez. Yusuf Çavuş hemen sorar;
-Ne o, ana? Bahıyom da sen gızı da ayarlamışsın.
-Bah, Yusuf’um! Sen de seven, bizim Kâyanın Osman’ı. Yeni yetişik bir gızı var. Çoh gozel, ahıllı, işçimen, hanım mı hanım... Dünür olmah istiyenler var emme cesaret edemiyolar. Duyduğum gadarıyla Sarıgilin Üssük dünür oluyomuş. Osman Kâ vermemiş. ‘Benim gızım hem guccük, hem de ben size gız mız vermem’ demiş.
-Şu bizim Pehlivan Üssük mü? Versinler ana. Sahi ana, dediğin gibi Osman Kâyanın yetişkin gızı olduğunu ben duymadım.
-Duyman tabi. Nerden duyacın? Etrafını gordüğün mü var? Sen, bırah onu bunu da ‘he’ diyek, ben hemen gediyim, söz alıyım ağızlarından. Sen de geldiğinde nişan yaparıh. Hemi Angaradan gelirken de hazırlıhlı gelesin...
Sanki haberleşmişler gibi, Osman Kâya dışardan giriverir. Hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranır, gülümser sadece. Osman Kâya içeri girince Yusuf Çavuş hemen susar; dönüp dışarı çıkmak ister. Elife Hatun fırsat vermez Yusuf Çavuş’a . Bir daha açar aynı konuyu;
-Aha bah, ağan da geldi... Biz çoh düşündük taşındık... Hayırlısıynan everek diyoh, oğlum. Ne var bunda?
-Ne ki hanım?.. Sıhıştırıyon mu Yusuf’u, yosam?
-O nasıl laf herif? Daha az önce beraber gonuşmadıh mı da şimdi böyle söylüyon?
-Yoh canım... Ben şey demek istedim...
-Öyle şey mey demekle olmaz bu işler. Aha yüzü oğluyun; söylesene gonuşduklarımızı!
-Tamam tamam! Annaşıldı. Sen söyliyecani söylemişsin, belli.
Yusuf Çavuş, babasıyla annesinin karşılıklı konuşmaları baktı ki sürüp gidecek hemen araya girer.
-Annaşıldı. İkinizde gararlısınız...
Yusuf Çavuş, kalktığı sedire varır, yeniden oturur. Bir kısa sükût olur odanın içinde. Osman Kâya ile Elife Hatun anlamsız birbirine bakışırlar. Yusuf Çavuş, hafifçe başını yukarı kaldırır ve gülümser;
-Şimdi beni kesin evermek istiyonuz, daal mi?
İkisi birden başlarını ‘evet’ der gibi sallarlar. Hayretle ve sessizce dururlar öylece. Yusuf Çavuş gülümseyerek devam eder;
-Ana! Ben şimdi gaç yaşındayım?
-Ne biliyim oğlum? Otuzunu çohtan geçtin.
-Böyük mü sanıyonuz otuz, otuz beş yaşı? Ben size annatmadım; Yusuf İzzettin Efendi’nin tam kırk dokuz yaşında evlendiğini. Hatta gene de evlenmiyodu da anasının ve çevresinin ısrarı üzerine evlendi. Gine de ‘acele ettim’ dedi, Yusuf izzettin Efendi...
Osman Kâya hemen araya girer;
-Bah oğlum! Senin dediklerin doğrudur. Emme, onların durumuyla senin durumun ve de bizim durumumuz aynı daal. Hem herkesin gaderi bile farklı farklı. Şimdi onlar öyle diye, sen de öyle olamazsın...
-He ya, Yusuf’um! Ağan doğru söylüyo. N’orek şimdi?.. Daha evlenmeyim mi diyon?.. Söyle, ahlından ne geçiyosa? Biz de ona gore hala yola goyah gendimizi.
Yusuf Çavuş, yavaşça ayağa kalkar. Onun, yavaşça ve sessizce ayağa kalkması bilhassa Elife Hatunu derinden endişelendirir. Elife Hatunun gözleri patlak patlak oluverir. İçinden, ‘acep evlenmeyi red mi edecek?’ diye düşünür. Sadece düşünmekle kalmaz, çok korkar. Bu sıcak düşünceler içerisinde kalan Elife Hatun, Yusuf Çavuş’un birdenbire seslenişiyle kendine gelir.
-Peki ana! Nasıl isterseniz öyle olsun!
Daha birkaç saniye öncesine kadar, bilhassa Elife Hatun neredeyse bir sabun gibi erimek üzereyken, Yusuf Çavuş onu tekrar kurtarıyor ve dünyalar onların oluyordu.
Yusuf Çavuş geldiğinin ikinci gününde evlenmek üzere sadece sözlenir. Bunu köylü bilmez bile. Çünkü Yusuf Çavuş askerdir. Düğün için özel izin alması gerekmektedir. Yusuf Çavuş o gün kalır. Ertesi gün köyde kalmaz; atına bindiği gibi Sungurlu üzerinden Ankara’ya gider.
Sadece üç ay geçer aradan. Elife Hatun ve Osman Kâya artık dayanamazlar. Kendi kendilerine ‘Ne olacaksa olsun artık’ derler. Necip Hoca ile dünürleri Osman Kâyayı Ankara’ya yollarlar. Necip Hoca ve Osman Kâya, Yusuf Çavuş’un yanına varırlar. Görüşüp konuşurlar. Yusuf Çavuş, hiçbir renk vermez. İzin konusunu mazeret olarak öne sürer. Bunun üzerine Osman Kâya hemen ileri çıkar;
-Kumandanına, gerekirse Paşaya gadar çıharıh oğlum!
Arkasından Necip Hoca destek verir;
-He ya! Buruya gadar bunun için geldik. Allah böyüktür... Bi boyumuzu sınarıh!..
Yusuf Çavuş, şöyle bir düşünür gibi yapar, sonra karşılık verir;
-Siz şurada ecik oturun. Ben bir daha varıyım, bölük zabitinin yanına.
Aradan yarım saat kadar geçer. Yusuf Çavuş gelir. Gelir gelmez Necip Hoca merakla sorar;
-N’oldu Yusuf Çavuş?
Yusuf Çavuş tatlı bir gülümseyişle cevap verir;
-Tamam Necip Hocam! Üç ay izin verdiler.
Necip Hoca ile Osman Kâya çocuklar gibi sevinirler. Aynı gün hiç durmadan Yozgat’a doğru yola koyuldular.
Yusuf Çavuş, aslında düğünü düşünmemişti, aklına bile getirmemişti. İş ciddiye binince izni alıverdi.
İki yılın sonunda ancak üç ay kadar izin alır. O sırada Yusuf Çavuş’un Mahi ile düğünleri yapılır. Yusuf Çavuş otuz beş, Mahi Gelin yirmi yaşlarındır.
Ağaçlar çiçek açmaya başlamış, koyunlar kuzulamış, kuşlar cıvıl cıvıl, her taraf capcanlı... Hele gökyüzünde bulutlar; sırasıyla nöbet tutuyorlar sanki. İçlerinde ne var, ne yok yeryüzüne boşaltmaya hazırlar gibi.
Yüzler gülmeye başlamış, umutlar yeşermiş, bütün sesler akort edilmiş sazlar gibi... işte bu günlerde Yusuf Çavuş ile Mahi Gelinin düğünleri olur.
Gelinle damatın babalarının adları da Osman’dır. Osman Kâyaların düğünleri... Osman Kâyalar, şu an köyün en variyetli iki ailesidir. Çok görkemli olmasa da düğün, tüm kural ve gelenekleriyle yerine getirilir. Yemekler yenir, içilir; oyunlar oynanır, güreşler tutulur. Tam dokuz gün sürer düğünleri. Bilhassa güreşlerde, başta pehlivanlar olmak üzere hemen herkes bol bol yedirilir, içirilir. Zaten bu sıralarda en büyük mükafat yemek, içmektir. Ayrıca kazanan pehlivanlara tuttukları güreşe göre çeşitli hayvanlar ödül olarak verilir. Yusuf Çavuş’un şanına yakışır olsun diye babası Kafa Osman ilk başa bir düve koyar. Ondan sonra sırasıyla bir koç, bir koyun, bir keçi koyar. Bilhassa güreşler, içinde bir de böyle ödül olunca daha başka güzel ve daha heyecanlı olmaktadır.
Yusuf Çavuş, üç aylık iznini son güne kadar kullanır. Son günün sabahında atına bindiği gibi doğru Ankara’ya yol alır.
Aradan sadece on gün geçmiştir. İki Osmanlar, bir araya gelip konuşurlar. Yusuf Çavuş’u görmeyi dilerler. Nasıl ve kimlerle gidileceğine karar verirler. Kafa Osman; dünürü Osman Kâyayı, Bölük Emin’i, Pırçabıyık’ı iknâ eder. Artık Yusuf Çavuş’u görmeye kesin gidilecektir. Ankara’ya Yusuf Çavuş’un yanına gidileceği duyulur duyulmaz Culuh Omar, Boz Etem ve Cicinin İsmail de gitmek isterler. Kafa Osman memnuniyetle karşılar. Bu durum, köyde sevinçle karşılanır. Herkes birbirine bu haberi müjdeler. Çünkü gidecek kişiler, sadece boylarını alıp gitmeyeceklerdir, kağnılarla gideceklerdir. Kağnılarla buğday, arpa, yulaf gibi tahıllar götüreceklerdir.
Köyde olduğu gibi tüm ülkede kıtlık, darlık hâlâ sürmektedir. Kimsede yiyecek yoktur. Kimsede para yoktur. Ekini olan şehre gitmekte, ihtiyacını görmeye çalışmaktadır. Ancak çoğu zaman köylü zaruri ihtiyacını karşılayamamaktadır. Şehirde ihtiyacını almak için para istenmektedir. Çoğu kez götürdüğü ekini bile paraya çevrilememektedir. Bu olanlar, köylüyü çok güç durumlara sokmaktadır.
Onlarca kağnılar koşulur. En iyi hayvanlar seçilir; öküzler, mandalar... Kağnının birinde sadece azık vardır. Günlerce yiyebilecekleri buğday, arpa ve hatta yulaf karışımı undan yapılmış kalınca çörekler... Yolda giderken bir çeşmenin başında suyla yemek için... Sadece adamlar değil, hayvanlar da kendi yiyeceklerini yine kendileri taşırlar. Böylece giderler Ankara’ya.
Bişekliler’in, uzakta da olsa bir umutları vardır. Ekinlerini satabilecek, paraya çevirebilecek, istediklerini alabilecek şansları doğmuştur. Bu umutlarını gerçekleştirebilecek kişi ise Yusuf Çavuş’tur. Yusuf Çavuş köydeyken herkese, ‘Ankara’ya gelirlerse yardımcı olabileceğini’ söylemiştir. Yusuf Çavuş’un bu sözünü bir umut olarak kabul ederler ve kağnılara ekinleri yükleyerek Ankara’ya doğru yola koyulurlar. Günler süren yolculuklardan sonra Ankara’ya varırlar.
Yusuf Çavuş, bizzat başlarında bulunarak zahirecilik yapan kişileri bulur ve sıkı pazarlıklar yaparak köylülerin ekinlerini satar. Ayrıca Ankara’nın içinden almak istedikleri diğer eşyaları, yiyecekleri de alır ve onları tekrar yolcu edene kadar başlarından ayrılmaz.
Yusuf Çavuş, düğün olduktan sonra altı yıl kadar da Ankara’da askerlik yapar. Bu süre içerisinde köylüler yanına gelip giderler.
____ romanın devamı var ____ EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.