- 1260 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
SÜPHAN'da YÜZMEK
SÜPHAN’da YÜZMEK
Şu memleketimin ne güzellikleri, ne çirkin yüzleri vardır da, düşünürseniz güzelliklerin yaratandan bir lütuf, çirkinliklerin de benim, senin, bizim yüzümüzden olduğunu hemen anlarsınız.
1978 yılının Temmuz sonuna doğru, henüz 28 yaşında, hayatımın en diri günlerindeyim. İnsan gözlük takar mı? Diş ağrısı mı dediniz, o da ne demek?.. Yorulmak mı? Neden yorulayım ki, neden göbeğim olsun? Her gün beş kilometre koşup, her hafta kırk kilometre, arazi yürüyüşü yaparsanız yağlanmak, yorulmak gibi bir durumla karşılaşabilir misiniz?
Erkek gücünü en yüksek performansta hissettiğim en cesur, en korkusuz ve en zirvede olduğum yıllar... O sene yüzbaşı olacağım. Emrimdeki sırım gibi iki yüz komando Mehmetçik’le birlikte dağlarda, tepelerde, çatakta, batakta cirit atıyoruz. Bu, Süphan Dağı’na ikinci tırmanışım olacak. Ama bu sefer erlerim yok yanımda. Hanımlar var.
Üç gün süren ve iki ölü, kırk yaralıya mal olan, zorlukla zapt edebildiğimiz aşiret kavgasından yeni dönmüş, erlerimin topluca hamama girmesini sağlamaya çalışıyorum. Sıcak su sorunu var; becerebilen soğuk suda yıkanıyor .Üç günlük açık arazi jandarma takviye görevinden döneli yarım saat ancak olmuş. Bir yandan kaybolan teçhizatlar, tüketilen demirbaş kumanyanın tespiti, elini yılan ısırdığı için önden revire yolladığım erimin durumu, hamama girdiğinde üzerinden kene çıkan dört er nedeniyle, hepsinin yıkandıktan sonra kene ve bit kontrolü... Bitmeyen,rutin işler.
Bir yandan da ısıtıcıları yaktırıp erlerin üç gündür üzerinden çıkmamış olan çamaşırları kaynatıp, yeni çamaşırlar dağıtıyoruz. Ayaklarında pişik olan erlerimin parmak aralarına tentürdiyot sürdürüyorum. Banyodan titreyerek çıkanlar, kendilerini güneşli çayırlara atıp dinlenmek istiyor. Peki, bu silahların bakım ve temizliğini kim yapacak? Teğmen’in sesi duyuluyor,
“Birinci takım, silah bakımı için toplannn!”
Henüz banyo yapamadığım için, üzerimdeki elbise pislik içinde. Hele ayak parmaklarım cılk yara. Tentürdiyot sürerek pansuman yaparken, içeriye tabur komutanım Yüzbaşı Ömer Kocabıyık giriyor. Yüzünde hin bir gülümseme var.
“Hoş geldin ve güle güle...” Neredeyse yere yapışıp, “Artık ben bu oyunda yokum. Annem eve çağırıyor. Bana ne oynamayacağım, bana ne!” diye bağıracağım bacaklarım havada, yerleri yumruklayarak.
Çıplak ayaklarımla ayağa kalkıp, esas duruşa geçiyorum. Kocabıyık’ı çok severdim, şimdi rahmetli oldu. Yiğit, mert bir subaydı.
“Komutan seni çağırıyor. İki Alman kadın Savunma Bakanlığı’ndan tırmanış için müsaade almış. Onları ,Süphan Dağı’na çıkartacaksın.”
Yahu, komandoyuz diye hava filan atıyoruz ama sonuçta biz de etten kemikten yaratılmışız. Top çeken Amerikan kadanaları bile zor dayanır bunca yüke.
”Komutanım, inanın düşmek üzereyim.”
“İtiraz etmen gereksiz. Dağı bilen bir tek sen varsın. Üstelik, tek bekar da sensin. Hani ne oldu, senin komandoluğuna?”
İşe bak, Kocabıyık, beni hem komandoculuktan, hem de herkesi rahatsız eden bekarlığımdan vuruyor.
Botlarımı ve temiz çoraplarımı aceleyle giyip önce tuvalete, sonra da koşarak komutanın odasına gidiyorum. Çalışma masasının önündeki kanepede ikisi de bir birinden güzel, sarı saçları ve göğüs dekolteli giysilerle güler yüzlü iki afet oturuyor. Çoktandır kadın görmemişim, gerçek olup olmadıklarını düşünüyorum.
“Nerede kaldın? Bu gün Süphan’a çıkmaları gerekiyor. Bu asteğmen Ankara’dan izin belgeleriyle geldi. Kendisi hakimdir. İyi derecede Almanca biliyor. Eğridir’de dağcılık eğitimi de almış. O da sizinle gelecek. Saat dokuza geliyor, acele et biraz.”
Ah ulan askerlik, emir demiri keser,ne yapabilirim ki! Haydi oğlum, bir gayret daha. Ver son emirlerini biraz daha gücü kalmış kaslarına.
Şoförüm İlyas’la birlikte apar topar bir hazırlıktan on beş dakika sonra, hanımları almak üzere hazırız. Üstü açık cipe beş kişi binerek, Malazgirt yoluna çıkıyoruz. Adilcevaz , yani güney tarafından ,gerçekleşecek tırmanış. Süphan, bölgede Ağrı Dağı’ndan sonra Temmuz ayı boyunca ve Ağustos ayının15’ine kadar biraz daha tırmanmaya müsait. Diğer günlerde oluşan buzullarla tehlike yaratan Türkiye’nin en yüksek üçüncü dağı.
Dağ tırmanış malzemelerimiz araçta hazır. Hakim ve kadınlarınkiler de,sırt çantalarında. Tek olumsuzluk İlyas’la benim aşırı yorgunluğumuz. İlyas’ta ve bende G3 piyade tüfekleri var.
Araçla bozuk yolları zıplaya zıplaya alıyoruz. Daha dağa gelmeden içimiz dışımıza çıkıyor. Hakim, benim yaşlarımda, çok iyi bir insan . Onunla dostluğumuz hala devam ediyor. Ne de olsa, bir dağ masalı yaşadık birlikte.
Yolu olmayan en son dağ köyüne (Süphan Yaylası köyü), bir başka söyleyişle At Yayla’sına cipi götürmek istiyorum. İlk gelişimde öyle söz vermiştim, köylülere. Dik yamaçlardan inip, bize yardıma gelen çocuklarla aracı itiyoruz. Hayatında hiç motorlu araç görmemiş kadınlar var köyde. Hani anne olacak, çocuk yetiştirecek, vatanıma hayırlı evlatlar verecek o kadınlar. On iki yaşında evlendirilip on üç yaşında doğuran, soğuk karlı kış günlerinin canlı sobası, bilmeyen, görmeyen , tanımayan ,okulsuz, eğitimsiz yaban kızları... İşte, onlar görsün diye aracı köye götürmeye çalışıyorum. Tüm azmimize rağmen, benim kedi gibi tırmanma kabiliyeti olan cipim köye iki yüz metre kala pes ediyor. Aracı İlyas’la bırakıp yürüyerek ( pardon tırmanarak), köye çıkıyoruz. Arazi aracının bile tırmanamadığı ama insanın yaşayabildiği garip bir köy. Böylesi yüzlerce belki de.
Çok sıcak bir hava var. Köy küçük ve az sayıda yerleşimi olan bir yer. Türkiye’nin en yüksek üçüncü dağına tırmanmak için ne kadar hazırlıksızım aslında. Uyku gözümden akıyor. Doğru dürüst yiyecek de alamadım. Almanlar’ın çantası yiyecek dolu ama dağda kimse kimseye zırnık bile vermez. Bir benzerini Davras Dağı’na tırmanırken yaşamıştım. Koyun eti yerine çiğdem çiçeklerinin köklerini, kuzu kulağı otlarını yediğimi unutmuş değilim . Bu dağ ıçkın denilen ve çok lezzetli bir dikenle dolu. Hele çökelek ve lavaş ekmeğiyle dürüm yapılarak çok güzel yenilebiliyor.
Bizi karşılayan muhtar kırk beş yaşlarında, sürekli gülümseyerek altın dişlerini göstermekten hoşlanan biri. Kadınları görünce ağzı kulaklarına varıyor. Bizi, evinin önüne, ağaçtan yaptıkları masa ve sıralara oturtup ayran ve otlu peynirli gözleme ikram ediyor. Kurt gibi açım. Yiyecekleri soluk alamadan ağzıma tıkarken, bize yumurta da kaynatmalarını istiyorum. Böylece şehirdekinden daha fazla para ödeyip yolluk olarak yanımıza yumurta, yufka ve kuru soğan alıyoruz.
Genç kadınlar aralarında Kürtçe konuşarak Alman’ların saçlarına dokunup dokunup kaçıyor. Muhtar da kızları elindeki sopa ile kovalayıp, kan ter içinde tekrar yanımıza oturuyor. Neden yanımıza gelip oturmadıklarını, ne yapmaya çalıştıklarını soruyorum. Köylü kadınlar Türkçe bilmezmiş. Kendileri esmer olduklarından, Alman kadınların saçlarının nasıl böyle sarı olduğunu merak ediyorlarmış. Muhtar da onlar gibi düşünüyor olacak , “Karı saçı sarı olur mu, hiç komutan?” diye soruyor.
Ey benim sevgili vatanım, ey benim zavallı vatandaşlarım, ey benim topraksız, yersiz yurtsuz ,eğitimsiz halkım. Elektrik yok, su yok, yol yok.Tarım yapılacak toprak, besiye alınacak hayvan, onu besleyecek otlak yok. Ağa’lığın, şeyhliğin zalim pençesi her yerde. Bilinmeyen dinimin hurafeleri her dilde. Her şey günah,her şey suç. Bir kenara atılmışlık, dışlanmışlık, ebesiz doktorsuz hastalıklar içinde garip dağ köylüleri...
Arkadaşlarım hala hiç bir şey değişmediğinde ısrar ediyor. İlla bir doğru tanım peşindeysek bu insanlara ‘Yılkı atı’ demek doğru olur, belki de. Kurda kuşa yem olmak üzere Süphan’ın zalim buzullarına itilmiş, kadın saçının sarısını hiç görmemiş, dişsiz yaşlıların, gençlerin ve dahi çocukların sümük, saçkıran ve iltihaplı göz hastalıklarıyla mücadele ettiği canım halkım benim ( Bu köye yirmi gün sonra benimle gelerek , onları canı gönülden muayene eden doktor Ercan’a ve bir çocuktan canının yandığı gerekçesiyle midesine yumruk yiyip, on dakika kıvrandığı halde, yılmayarak yine de o dişi çeken diş doktoru Koray’a candan teşekkür ederim.).
Bu köyler ne işe yarar ,bilir misiniz? Oy deposudur, oy. Diğer köylerin de sahibi olan ağa ve şıhlar hangi partiye derse, ona oy verirler. Karşılığında erzak, basma kumaş, biraz tohum, damızlık koç, traktör ve bol palavra alırlar. Gece, en geç yatsı namazı saatinde başlar, sabah ise güneşin doğumunda .Dağ köylüleri oldukça saf ve temizdir. Çetin insanlardır da. İçlerinde kötülük göremezsiniz. Askerlik yaptıkları halde Cumhurbaşkanı’nı hala padişah Abdülhamit sananlar da çıkar içlerinden. Bunları öğretmemiş olmak aydınların, yöneticilerin affedilmez vicdan suçudur.
Almanlar, benim bu garip insanlarımı durmadan kameraya alınca dayanamıyor ve dağın güzelliklerini çekmelerini rica ediyorum. Onlar için nasıl bir görünümdür kim bilir, şu burnundan bir buçuk santim dışarıya aktığı halde ağzına girmek üzere olan sümüğünün üzerinde aynı anda beş kara sinek de bulunan, gözleri çapak içindeki ,kafasına tas konularak tıraş edilmiş, ayakları çıplak beş yaşlarındaki oğlan çocuğu. Her şeye rağmen tertemiz beyaz baş örtülü, yüzünü yabancı görünce hemen örtünün ucuyla kapatan güzel gözlü gelinler de var.
Köyden, kırk beş dakika sonra ayrılıp, tırmanışa başlıyoruz. Sırtımda elli metrelik dağ halatı, dağ çekici, emniyet halkaları, dağ çivileri, oturma ipi... Elimde G3 piyade tüfeği. Beni doğuran anama içimden küfürler ederek en önden yürüyorum. İlyas, köyde aracın başında bekleyecek.
Önce, tatlı bir yamaç geçiyoruz. Hakim, o güzel Almancasıyla kadınları eğlendiriyor. Birden, buzullu kesim başlıyor. Hemen birbirimize bağlanıp, çivili buz pençesi altlıkları takıyoruz. Güneyden girdiğimiz için, kristalleşmiş buzun bazen hiç de emniyetli olmadığını dağa ilk çıkışımda bir astsubayın kayarak yaklaşık iki yüz metre sürüklendiğini, jilet keskinliğindeki buzların bacak,el ve kalçasını parçaladığını biliyorum. Kadınlar iyi birer dağcı ama en iyiler bile kurban olabilir buzula.
Buzul, tatlı bir yamaçta üç yüz metreye uzanıyor. Biz en üst noktasından geçmek zorundayız. Çünkü, düze yakın tek yeri orası. Çok dikkatliyim. Van Gölü tablo gibi ayaklarımızın altında uzanıyor .Kaymayı önlemek için sapından bileğime meşin tutacağını sardığım tırmanma kazmasını sıkı sıkı tutuyorum.
Ve nihayet, tam arkamdaki kadın çivili ayakkabılarına rağmen, otuz derecelik buzul yamacından, “Help, help” çığlıklarıyla kayıyor. Adeta bir saniyede olanca gücümle yere yatarak çekici buzula saplıyorum. Belimden beni çeken kadını da durdurmuş oluyorum böylece. Onun bir arkasındaki kadın da dayanamayıp kayıyor. Çekici çivili ayakkabılarımla desteklediğim için korkmuyor, onlara da cesaret veriyorum. Hakim de çekicin saplamış, Almanca bir şeyler söylüyor. Sizi bırakırsam ne olur, falan diyerek bazı ince yatırımlar yaptığını anlıyorum.
Oh, nihayet karsız, patika gibi yemyeşil bir alanda yürüyoruz. Az ileride yürüyüşümüzü engelleyen iki metre yüksekliğinde bir kaya var. Onun tam önündeyken kayanın üzerinde yatan dişleri dışarıya fırlamış, iri fakat zayıf bir kurt ayağa kalkıyor. Elimde çapraz tutuşla taşıdığım ateşe hazır bir tüfeğim var. Kurt istese üzerime hemen atlayabilir. O da bizden korkmuş olacak ki, bir iki hırlamadan sonra kaçıp gidiyor.
Bu zayıf kurttan korktuğum için kendimden utanıyorum. Tüfek yerine buz kazmasını kaldırdığımı söylüyor hakim. Kadınlar da çok korkmuş. Ama şimdi mutlu kahkahalarla kanımızı donduran kurtla alay ediyorlar. Hayvan şöyle bir geri dönse,ne yaparlar bilmem. Bu pozisyonun fotoğrafını çeken ikinci kadının cesaretine hayran kaldım. Arkasında karlı yamaçların fon oluşturduğu yerde ayağa kalkmış, hırlayan bir kurt ve onun önünde kıpırdamadan duran mavi bereli bir Türk subayı. Yüzüm görülmediği için resme bakanlar; ne cesur adam, kurt bile onu korkutmuyor diyebilir.
Buzul gölü karşımızda. Ne manzara ama!.. Göle eğilip, buz gibi suyunu içiyorum. Saf ve tertemiz bir su bu. Kadınların çığlıkları onların çok mutlu olduklarını gösteriyor. Buzul gölü derin ve masmavi. Almanlar resim çekmeyi bırakıp, yankılanan çığlıklarına cevap veren kayalara yeni sesler yollayarak soyunmaya başlıyor. Hakim ve ben bir birimize bakıyoruz.
“Burada çıplak olmanın cezası var mıdır, hakim?”
“Ne cezası!.. Burada soyunmak, sevaptır be komutanım.”
Striptiz devam ediyor. Sutyenler de atıldı. Aaaaa, küçücük kilotlarını da çıkartıp bize doğru fırlatıyorlar. Hakimle ben, ağır teçhizat altında onların gölde balık misali yüzmelerini izliyoruz. Önce hemen ulaşabileceğim bir kayanın yanına tüfeği bırakıp koca halatı sırtımdan çıkartıyorum. Hakim’e bak, utanmadan donuyla kalmış bile.
“Dur hakim, beni bekle. Biz de yüzelim anasını satayım. Tanrının Süphan hediyesi mi bu acaba?”
İki adam göle adım atar atmaz, kadınlar aralarında fısıldaşıyor. Genç olmak ne güzel! Gelsin delilikler, gelsin maceralar. Canın bile bir gram değeri yok. İki güzel hanımı kırmak olur mu hiç? Hayatımda ilk defa suya çırılçıplak giriyorum. Ne buz gibi su bu. Hava çok sıcak ama göl çok soğuk. Eriyen buzların oluşturduğu bir göl burası.
Çok derin. Diklemesine bir dalış yapıyorum. Sanırım on metre gitmişimdir, donarak çıkıyorum. Bir buzul gölünde, Süphan ‘da yüzmek gerçekten ayrıcalık.
Biraz kıyıda su belimize geliyor.Ne sohbet ama, ben hakime söylüyorum, hakim kadınlara ve tekrar geriye dönen laf bana... Gülüşmeler, çığlıklar, naralar, mutluluklar var. Yorgunluk, uykusuzluk gitmiş. Şimdi o kurt çıka gelse tek elimle boğabilirim. Bir de en önemlisi, Süphan’ın Buzul Gölü’nde korumamız gereken Türklük ve erkeklik gururumuz var.
Sen öyle durup bakardın, seni etkilemezdi öyle mi?
Biraz bal ye, balık beyni de. İyi geliyormuş. Ya da bevliyeci Prof. Oğuz’a git. Önce prostat muayenesi ol makattan, sonra takviye haplar falan... Canın cehenneme,defol salak herif. Git kendini….
Hakim’ciğimin ,üç kızı oldu. Şimdi kızlar büyümüştür de. Ne yapsak hakimim. Gel istersen, bu bölümü es geçelim.
Dönüş yolunda, yolumuzda yatan bir buçuk metrelik Bozyürek yılanını elimle yakaladım. Onunla da resimler çektirdik. Sonra yerine bıraktığımızda son sürat kaçıp gitti. Yırtıcı kuş yuvaları gördük. Gökyüzünde çığlıklar atarak dönen Alaca Doğan’ların yuvalarına yaklaşmak mümkün değildi.
Köye hava kararmaya başlarken zor dönebildik. Üstü ve kenarları açık cipte uyuyup, düşmekten korkarak geldik. Süphan, şimdiler de kamp yapan turist ve dağcılara çok güzel hizmet veriyormuş. Umarım layık olduğu sıralamayı alır, cennetini tüm insanlara sunar.
Gazinoda bizi bekleyen komutana kadınları teslim ettim.Onların teşekkürlerini, samimiyetlerini gören babacan komutan sordu,
“Bir vukuat yok değil mi?” Kadınlar kıkırdadı:
“Good, very good!”
Sonraları altı kez daha Süphan’a çıktım. Her defasında buzul gölüne gider, kumanyamı orada yerim de, hiç biri o haşlanmış yumurtanın yanındaki kuru soğanla dürülmüş lavaş ekmeğine benzemez.
Zaten, bir daha göle girmek de gelmedi içimden . Şu güzel anlar da olmasa, yaşlılıkta ne hayal edecektik ki?
Keşke Tanrı yılda bir gün de olsa, o güzel günlere gidip gelmemize müsaade etse.
Vallahi, Süphan’da saklanmayacağım.
Vallahi, o Alman’la orada kalmayacağım.
Geri dönmeye mecburum. Kaç fişek kaldı ki, şunun şurasında
E. Yaşar Ovalı 17.07.2012
YORUMLAR
okuduk, gittik-gördük-yaşadık olduk... varsa yoksa akdeniz sahilleri... mi? Bu yaz iki tane 7 yıldızlı otelde, bir tane üç yıldızlı otelde,bir tane köyde, köy otelinde, bir tane de pansiyonda kaldım (üçer, beşer gün) ve bu kaldığım yerlerin tamamında dikkatimi çeken neydi biliyor musunuz? Türklerin yabancılara oranla azlığı idi... Antalya serik'teki yedi yıldızlı SİAM otelde ve Fethiye ölüdenizde yediyıldızlı Lykia'da iki türk tatilci varsa sekiz yabancı tatilci vardı.Ve bu oran diğer yerlerde dahi 6 ya 4 'tü. Hatta pansiyonculukta da yabancılar vardı...Demek istediğim o ki, varsa yoksa Antalya sahillerinde de bu halk tatil yapabiliyor değil...Yapabilenler azınlık bir kesim.(Benim o kesime dahil olduğumu düşünmeyin sakın, bu yılki tatil gezim oğlumun bir hediyesiydi) bir şey daha dikkatimi çekti bu gezide yazayım ki, bilmeyen öğrensin: 7 yıldızlı otellerde üçer gün kaldık ve ödediğimiz ücret Siam'da 560.-tl, Lykia da 525.- tl.(açık büfeyle beraber), üç yıldızlı ve köydeki otelde ise adam başı gecelik konaklama 100.-tl idi ve ilaveten yiyecekler ceptendi...:)SAYGILAR
kemnur tarafından 9/5/2012 3:43:15 AM zamanında düzenlenmiştir.
Uzun bir yazı olmasına rağmen büyük bir zevkle okudum.
İşin acı tarafı elin Almanı taa nereden gelip o güzellikleri görüyor da bizler ''Allahın sittir ettiği yerde ne işim var '' diyerek kıçımızı bile kıırdatmıyoruz. Varsa yoksa Akdeniz sahilleri...Başka bir halt bildiğimiz yok...Oysa bu yurdun ne güzellikleri var.
Okurken ''Ah ulan orada olmak varmış '' dedirten güzel bir yazıydı. Ellerine sağlık değerli dost.
Selam ve sevgilerimle.
kukurikuu
Çok güzel bir noktaya değinmişsiniz.Evet elin oğlu taa Alamanyadan kalkar gelir ,o güzellikleri içine sindirir de biz sıf yurdumun o insanlarını görmemek için böyle yerlerde dolaşmak bile istemeyiz.
Ah Hocam,Devletin el uzatması gereken o kadar yer var ki,bir aydır muntazaman, yep yeni kaldırım taşlarını söküp güya yenileyen , ama oralardaki köylüme hiç bir hizmet götürmeyen tüm sorumlulara , sürekli küfür ediyorum. Kıçını İtalyan tuvalet taşına koymaktan, jakuzisiz yıkanamayan sonradan görmelere de.
İşte bu kafalar yüzünden bir gün Süphan'a ,Almanlar gibi izin kağıdı ile çıkarsak , ben mezarımda bile olsam hortlarım Hocam.
Teşekkür ve saygılarımla.
kukurikuu
Ne güzel bir ülkenin çocuklarıyız.
Bir de bunu anlayabilsek.
Saygılarımla.
AYSE 09
iyi geceler saygılarımlasınız herdaim