- 847 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
GÜMÜŞ TEPSİ
GÜMÜŞ TEPSİ
Arnavut kaldırımları olmayan, ama ince bir asfaltın döşenmiş olduğu, yer yer asfaltın kalktığı yerlerde küçük çukurlar oluşmuş, orta büyüklükte, dar sokakların kerpiç evli duvarlarla gelişi güzel sıralandığı, bir mahalleydi bizim oturduğumuz mahalle.
Her evin kendine göre küçük bir avlusu vardı.Ve o avluların olmazsa olamazlarıydı ıhlamur , kiraz ve dut ağaçları. Sonbahar geldiğinde, kuruyan yapraklar, rüzgarla birlikte caddelere rast gele savrulurdu.
Yağmur yağdığında sokaklar, caddeler yıkanır, asfaltların çukurları da yağmur sularıyla dolardı. Dikkatsiz yürüyorsanız kesin bir şekilde ayağınız batar, çoraplarınız ıslanırdı. Çok ıslattığımdan artık çukurların yerini ezberlemiştim.
Tabii yeni çukurlar benden habersiz açılmadıysa. Çukura girmekle iş bitse iyi, bir de eve gidince paçan batmış diye bir ton azar işitirdim. Sanki ayağımı bilerek ıslatmışım gibi… Bunun dışındaki nedenlerle çamura bulanmalarımda ise herkes haklıydı.
Top oynarken ya da kavga ederken de üstümüz başımız batardı. Kavgada beni bir güzel pataklayıp yerlerle sürükleyen rakiplerime, “aman durun, üstümü kirletmeyin,” diyemezdim ya! Hele maç yaparken topa vurmadan da oynayamazdık ya! Top ise genelde çamura bulaşmış oluyordu.
O çamurlu topa vurmadan da gol atılamıyordu! Genelde, takımda en çok golü ben atardım. Eve gelince ise, en çok gol bana atılırdı...
Öyle bir zamanın eşiğinde farkına varmadan büyüyorduk. Yine de çok şanslı bir insandım. Bu şans benim yanımdan hiçbir zaman ayrılmadı.
Okulda çok başarılıydım. Öğretmen sınavların sonuçlarını okumaya önce benden başlardı, çünkü huy edinmişti yüksek puan alandan başlayarak okumayı. Arkadaşım Ahmet, arada sırada düşük not alsa da, onu teselli eder, teneffüs aralarında çalıştırırdım.
Okulda milli bayramlarda atletizm yarışmaları yapılırdı. Bu seferde Ahmet birinci olur, ben sonlardan üçüncü beşinci olurdum. O zaman da o beni teselli etmeye çalışırdı. Birimiz birinci, diğerimiz sondan beşinci olsa da hiç mühim değildi.
Biz yinede onunla hayata dair her şeye ortak olurduk. Beslenme saatlerinde ekmeklerimizi, oyun zamanlarında misketlerimizi her zaman paylaşırdık. Bu hep böyle oldu. Okul bitip de biz büyüyene kadar...
O dönemlerden aklımda kalan şeylerden biri de her evin ortalama altı nüfusa sahip olduğuydu. O altı boğaz ya maaşla yada o dönemin asgari ücretiyle doyardı. Sofralarımızın olmazsa olmazlarının başında zeytin, peynir, yufka ekmeği, bulgur pilavı ve ayran gelirdi.
Bu menü sadece bizim değil tüm evlerin menüsündeydi. Ne bir eksik ne bir fazla. Tabi istisnai yemek menüleri olan tek tük sofralar da çıkardı. Biz, çok şanslı bir nesildik; çünkü, büyüklerimizin anlattığına göre eskiden her şey karneyle verilirmiş.
Bunu ilk duyduğumda bahsettikleri karnenin okul karnesi olduğunu sanmıştım da, “her şey için karneye ne gerek varmış ki,” diye düşünmüştüm. Sonradan Rıza Abim bahsedilen karnenin ne olduğunu açıklamıştı da, öğrenebilmiştim. Fırınlarda ekmek, bakkalda yağ, çay, şeker sıraları olurmuş. Rıza abimden bunları da öğrenmiştim.
Biz okul sıralarında sol elde soğan, sağ elde sarımsakla sağımızı solumuzu öğrenirken, Rıza Abim solu, sağı bizden çok önce öğrenmişti ve solculuk, sağcılık dedikleri siyasi olaylara karışarak hapislerde yatmıştı.
O sıralarda bizim için moda olan siyah önlük, beyaz yakalıktı, ama Rıza abimin nesli için moda hapishaneye konulmaktı. Ben solculuk, sağcılık nedir, hiç bilmezdim; tek bilebildiğim şey hapse atılmanın çok kötü bir şey olduğuydu.
Hala da hiç bilmem. Bildiğim evimizin sol yanında Sebahat Teyzelerin, sağında ise dar bir sokağın bulunduğudur.
Hayat hep bana gümüş tepsiyle bir şeyler sunmuştu. Bu yüzden en başından beri hep şanslıydım. Hangi işe el attıysam hep başarmıştım. Şansım, tamam, benden bu kadar diyene kadar…
Dünya’da ve özellikle Avrupa Topluluğu içinde, ülkemizi de derinden etkileyen bir kriz dalgası çıkmıştı. Bunun üzerine ülkemizde bir iktidar değişikliği olmuş, yeni hükümetin kadın başbakanı, beş nisan kararları ile dövizde büyük bir revizyon uygulamıştı.
Hem benim babam, hem de Ahmet’in babası Rıfat amca, ülkedeki bu ekonomik krizden kendine düşen payı almışlardı. Dövizle borçlanarak iş yapanlar iflas etmişti. Fakat Rıfat Amca şanslıydı. Elindeki dövizler para etmiş ve işleri büyütmüştü. Benim babam ise iflas edenler arasındaydı.
Bunun üzerine zorunlu olarak okulu bırakıp çalışmaya başladığımda, çoktan çocuk olmaktan da vazgeçmiştim. Sanayide bir kaportacının yanına çırak verilmiştim. Önceleri getir götür işi yapmaya başlamıştım.
Ya ustaya kapıp bir çay getirirdim ya tutup bir çekiç götürürdüm. İlk zamanlar kollarıma ağır gelse de çekiçler zamanla alıştım. Kışın çok iş çıkardı. Sabahtan akşama kadar arabaların ezilmiş kaportalarına çekiç sallamaktan çoğu zaman eve yorgun argın giderdim. Pazarın gelmesini iple çekerdim.
Pazar günleri değmeyin keyfime. Üç beş kuruşluk paramı koyduğum gibi Ahmet’le doğru sinemaya. Sinemanın afişlerinde ; Cüneyt Arkın, Türkan Şoray, Erol Taş, Belgin Doruk, Ayhan IŞIK hiç eksik olmazdı. Sinema çıkışı diğer arkadaşlarla buluşur, iki laflar, sonrasında izlediğimiz filmi onlara anlatırdık ikimiz birden.
Sonrasında sokağın iki başına taştan kaleler kurulurdu. O gün evlerin camını kırmadan oyunu bitirmişsek hepimiz şanslı sayılırdık. Bir de oyundaki bağrışmalarımızdan rahatsız olan Sebahat Teyzenin kocası topumuzu yakalayıp, kesmeyi başaramamışsa, kendimizi çok şanslı sayardık.
Zaman su gibi akarken arka sokaklarımızdan, çok çabuk büyümüştük. Artık, üç günde bir tıraş olan, bıyık bırakmış bir kalfa olmuştum. Ahmet okulu doğrudan, ben de dışarıdan bitirmiştim. Ben sanayide çalıştığım dört yıl içinde açık öğretimi, Ahmet ise Ankara’da bir üniversiteyi bitirmiştik.
Rıfat amca mezuniyet ödülü olarak Ahmet’ e beyazından bir araba bile almıştı. Bunlar olurken ben sanayide elinde açık öğretim fakültesi diploması olan bir usta olmuştum. Ahmet’le sinema keyfimizin yerini araba gezileri almıştı.
Artık film sohbetlerimizin yerini kızlar almıştı. O mahalleye yeni taşınan Ayşe’ye, bense nasıl olduğunu anlamadan Sebahat Teyzenin kızı Neslihan’a aşık olmuştum. Hatta nişanlanmıştım. Her şey çok çabuk gelişmişti.
Bir taraftan evlilik planları, bir taraftan askerliği yapma telaşlarına düşmüştüm. Bir an önce vatan borcumu ödeyip, hemen Neslihan’la evlenmeli, çocuk büyütmeliydim. Ahmet ise benden iki ay sonra, Ayşe ile değil, ama ailesinin bulduğu varlıklı güzel bir kızla nişanlanmıştı.
Aylar ırmak olup ayaklarımızın altından akıp geçip gitmişti.Ahmet’le o gün buluştuğumuzda, bana askere gitmeyeceğini söylediğinde kısa süren bir şaşkınlıktan sonra anladım ne demek istediğini.
Ahmet vatan borcunu,para ödeyerek yapacaktı.O sırlar çıkan bedelli askerlik yasasından faydalandı.Ben ise bir hafta sonra İstanbul Tuzla piyade okuluna gideceğimi, bir hafta sonra öğrendim.
Son üç gün sanayideki kaporta işini bıraktım.O son üç günün çoğunu Ahmetlerin dükkanında doya doya muhabbetle ve gezerek geçirdim.Tabi en çokta Nermin’le kaçamak buluşma planlarıyla.
Çok şanslıydım.Sebahat Teyze anlayışlıydı, benim askere gideceğimi bildiğinden, kaçamak buluşmalarımıza göz yumdu. O üç gün üst üste Nermin’le kaçamak buluşmayı başarmıştım.O üç gün su gibi geçmişti.
Ahmet’in beyaz arabasının üzerine büyükçe bir bayrak bağlayıp,kornalar eşliğinde terminale gelmiştik.
Otobüse içinden Ahmet’e bakarken, onun gözlerini sildiğini gördüm.Sonra bende sildim.Ne de olsa uzun süre sohbet edemeyecek, gezemeyecektik. Otobüs terminalden çıkıp şehirden uzaklaşmaya başladığı anda cüzdanımdan Nermin’in resmini çıkarıp uzun uzun baktım.
Yol boyunca bunu ne kadar çok yaptım bilmiyorum işte.Sonunda yol bitmiş, İstanbul’a gelmiş, Tuzla Piyade Okulundaki birliğime teslim olmuştum.
……
Dağıtım iznime gelip kısa bir süre memlekette kalıp, kuramın çıktığı ……daki birliğime katıldım. Çetin geçen kışların bu kadar karlı geçtiğini orada gördüm.Bahara doğru operasyonlar başlamıştı.
Şehir yüzünü neredeyse hiç görmüyorduk.Haftalarca mevzilerde bekliyor yada tim yürüyüşleri yapıyorduk saatlerce.Emrimde bulunan timdeki tüm askerler komutandan çok abi gibi seviyorlardı beni.
Tecil yaptırdığım için hepsinden üç dört yaş büyükte olsam.Onlar sevdiklerinden dolayı abi gözüyle görüyordu. Hatta içlerinden Malatyalı Veysel, tim yürüyüşü sonrası yanıma sokulur,Malatya’daki ailesinden bahsederdi.
Veysel’i erken evlendirmişlerdi. İki çocuğu varmış. Durmadan hep onları anlatırdı.Bazen parmağımdaki nişan yüzüğüme bakar,
“Komutanım, nişanlınızı siz de çok özlüyor musunuz ? Askerden sonra hemen düğün yapacak mısın ? Bak askerden sonra beni de çağırmayı unutmayın komutanım.”
Bunları söylerken aslında onun karısını ne kadar çok özlediğini anlayabiliyordum.Çünkü en az onun karısını özlediği kadar bende Nermin’i çok özlüyordum. Şanslıydık. Teskeremize iki ay kalmıştı.
Operasyon sonrasında şehre geldiğimde hemen Nermin’i telefonla arar uzun uzun konuşurdum.Ardından Ahmet’i arar burada yaşadıklarımızı anlatırken, oda memlekette olan bitenleri anlatırdı.
O gün gelen bir emir üzerine tim yürüyüşümüze çıktık. Dik yokuşların, keçi yolunda, sırtımızda çantalar bir an önce belirtilen noktaya varmak için yürüyorduk. O gün en son hatırladığım yüksek sesli bir patlama sesiydi.Ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu.Ta ki askeri hastanede gözümü açıncaya kadar.
Sol yanımda bir eksiklik hissettiğim anda doktor kopan kolumun dikilemeyecek durumda olduğunu söylemişti.Artık sol kolum benden önce toprak olmuştu.Yinede çok şanslıydım en azından sağ kolum ve diğer uzuvlarım yerinde duruyordu.
Bir yanımla yarım kalmıştı. O sıra aklıma hep Nermin gelirdi.Şimdi beni yine eskisi yarım kalan bir yanımla sever mi ? diye düşünceler geçirirdim.Kısa bir tedavinin ardından erken terhis edilmiştim. Korkuyla evimizin kapısını çaldığımda, annem, babam ve diğer kardeşlerim sanki ben ölmüşüm gibi iki göz iki çeşme sarılıp bana ağladılar.
Gülümseyip onların hüznünü geçirecek sözler söyledim.Bir süre sonra eksik koluma alışmış bir halde normal konuşmalara başlamışlardı. Evin içi sakinleştiğinde kapımız hızlı hızlı çalınıyordu. Gelen Nermin’di. O an da neye uğradığımı şaşırdım.Kavuşmanın ve özlemin bir arada olduğu bir cesaretle ilk kez herkesin önünde koşarak bana sarıldı.
O an ilk kez ona bir kolla sımsıkı sarıldım.O an sol kolumun da Nermin’i sarmasını ne çok istemiştim.O sırada ben mutluluktan, o,kavuşmanın sevincinden ağlıyordu. Mutluydum çünkü onu şimdi daha çok seviyordum.Beni bu yarım halime rağmen sevdiği için.
Evde biraz soluklanıp hemen kendimi dışarı atıp doğru Ahmet’in mağazalarının yolunu tuttum. Mağazanın kapısından içeri girdiğimde Ahmet beni gördüğü halde masasından kalkmaması bir an moralimi altüst etti.
Çok bozuldum hem de çok. Onca çok şey paylaşmışken şimdi istifini bozmaması beni çok bozdu.Sanki birbirini tanımayan iki insan gibiydik.Mağazanın içerisinden ağır adımlarla ilerledim.Şaşkındım, bu tepkisizliğe.
Bir an sırtımı dönüp, mağazayı terk etmek geçse de yapamadım. Ahmet’in masasına yaklaştığımda o an fark edebildim gözlerini.Tıpkı beni askere gönderirken terminaldeki gibi ıslaktı gözleri.
O an, onun gözlerinden uzaklaştırdığımda, gözlerimi üstünde oturduğu tekerlekli sandalyesini fark etmem bir olmuştu.Masanın etrafından dolaşıp onun gövdesine sımsıkı sarıldım.Tıpkı o eski çocukluk günlerimizdeki gibi.
Hem de çok sarıldım.Çaylarımızı içerken; o, beyaz arabasıyla geçirdiği trafik kazası sonucu kesilen bacağını, bense kesilen kolumu anlatırken,buruktu hep sözlerimiz. O, bana askere senle gitseydim, belki kaza geçirmeyecek ve ayaklarım bende kalacaktı, gibisinden sözler söylerken, ben düşüncelere dalmıştım.
İkimizde çok şanslıydık.Hem de çok şanslıydık.En çokta ben, en çokta o. Hayat gümüş tepsiyle az yada çok bir şeyler sunarken bizlere, küçük şeylerin içinde büyük şanslar da veriyordu.
Malatyalı er Veysel bizim kadar şanslı değildi mesela. Benim bir önümde yürürken mayına basarken o gümüş tepsiden ölümü almıştı.Geride bir dul, iki yetim bırakmıştı. Biz şanslıydık.Nişanlıydık ve hayattaydık en önemlisi, nefes alıp verebiliyorduk.Yaşarken gümüş tepsinin içindeki şanslardan nasiplenmiştik…
"ilk kez klavye yormadı.Bu öykü, bu sitede bana okumayı ve yazdırmayı sevdiren kalemlerden biri olan -kemnur- rumuzlu Kemal Paraciklioğlu’ aylar önce verdiğim söz üzerine yazdım. Bu öykü ona,
ve
ayrıca bu topraklar için şehit düşenlerin ve gazilerin anısına itaf ediyorum...
YORUMLAR
Sevgili Dilek Yıldızı, bu duygu yüklü öykünü bana ithaf etmenden büyük onur duydum, çok teşekkür ederim...
Öykünü net 37 + brüt (62-37) kişi okumuş; yani tahminen toplam 50 kişi okumuş... Elli kişi... Ve sen bu rakamı sırf yorum yazmadılar diye haşlıyorsun... Ama bu haksızlık değil mi? Senin bir yazın altına, yorum yazmayış nedenlerimle ve yorum yazmayı sevmeyiş nedenlerimle ilgili bir yorum yazmıştım, hangi yazındı hatırlamıyorum, ama şu son zamanlardaki bir yazın oksa gerek. İnsanlar okuyup geçiyor, yorum yazmıyor, ol nedenlerle...Bu sitede okuduğum yazıların yarısına yorum yazmıyorum ben de, okuyup geçiyorum. Sadece yorum yazmamın gerekli olduğuna inandığım yazılara yazıyorum ki, onda bile zorlamayla...Selam ve saygılar
.
.
kemnur tarafından 7/29/2012 5:58:28 AM zamanında düzenlenmiştir.
DİLEK YILDIZI
İlk kez bir öykünün üzerinde çalışarak yazdım.O gün baktığımda sadece 17 civarında okunduğunu görünce.Biraz hayal kırıklığı biraz duygusallık. O an başta kendim için yazıyor olduğum gerçeğindende uzaklaştım sanırım. Bugün sadece dost sohbeti sırasında sitemkar davrandım.
Severek yazdığım yazıyı haşlamam asla. Yorum konusuna gelince;
henüz cümlelerim yeni yeni oturur gibi.Ama yinede yalpalayarak yazıyorum.Bu yüzden ne derece başarılıyım yada nerelerde eksiğim yada fazlam var onları bilmek açısından bana faydalı olacak.Yoksa iş olsun diye güzel olmuş yada alkışlanmak için değil.
Tekrardan ilgin ve desteğin için teşekkür ederim...
Abim en derin saygılarımla esen kal....
Kemnur
DİLEK YILDIZI
Buraya üye oluncaya kadar interneti sadece haber falan okumak için kullanırdım.
Üye olunca, çok bocaladım.Çünkü sanal oratam işte.Çok garibime gidiyor.Çünkü haşır neşir olan bir insan değilim ben.Neyse ilk okuduğum insanlardan biri sen oldun tesadüfen sonrasında Aynur ENGİNDENİZ.Bu süreye kadarda tüm yazılarınızı kaçırmadan okumaya çalıştım.İki farklı anlatım stili.Ve okurken ikinizin kalemini yeni yeni şeyler öğrenir gibi oldum.
Çoğu defa yazarken kendi eksikliğimi görmüyorum.Ve yazdıkça düzelirim desemde bazen düzgün oldumu diye kendime soruyorum. Mesala bu öykü için acaba çok mu ayrıntıya girdim yada uzun değilde kısamı yazmalıydım, yada yazıda kelime tekrarı çok mu yapıyorum vs.. gibi sorular. Yazıları burada paylaşmamın sebeblerininden biride bu eksik ve hataların dönütlerini yorumlarla almak için. Şaşalanmak adına değil uygun dille ve yapıcı eleştiriler almak için demiştim.
Yoksa tabiki en güzel doğruyu insanın kendisi bulmalı.Bu sözüne kesinlikle katılıyorum.....
Hikayeniz su gibi aktı, içimi doldurdu sayın yazar. Ama ağlatmadı malesef :)
Bir şu son kıta, hayatta kalmak onlar için bir şansmıydı? Yoksa kaçırdıkları bir şansın tesellisimiydi? tartışılır.. Hayatta ne tam olarak şanstır bilinmez, şans son zamanlarda düşündüğüm ve çözemediğim bir ikilem oldu benim için..
Yine de, güzel, akıcı, ve ilk kez dramatik bir hikayen olmuş tebrik ediyorum (:
DİLEK YILDIZI
Ağlatma kısmı sadece düşüncemdi :-)
Cinelp, okuman bile benim için büyük bir onur bilesin.
Bu yazıyı bilerek uzunca attım.:-) yoksa bölümlere ayırırdım, uzun yazıları ben bile okumam çoğu zaman. :-)
Ve senin sorun benim amacımı, başardığımı gösteriyor ki bu benim ikinci amacımdı bu yazıda.
Kısa yazabilmek adına bazı yerleri pas geçtim yazamayacağımdan değildi.
Teselliden uzak ne kadar şanslı olduğunu kendine sorduğunda sen kendine cevap verceksin ne kadar şanslıyım diye :-)
Okuyup emek verdiğin için çok ama çok teşekkür ederim....
kasım yağmuru
DİLEK YILDIZI
bu son biten öykümdü. ilk kez bir öyküyü itinayla yazmaya çalıştım...
çok zamanda düşündüm kurgu etkili olsun diye...okumayı sevenler nerdeler...gördüğüm ve gördüğün gibi tek yorum senin ki.Bilerek attım bu yüzden uzunca.
İşte o yüzden elveda öyküler....Artık televiyon izleyecem yada film...en azından klavye kadar yorucu olmayacak izlemek:-) Bu öyküm onure edilmeliydi...en azında yorumla....tabi yalandan değil layıkıyla...ve bu konuda kendimce hakkım var....
Yinede okuduğun için sağol....
kasım yağmuru
Nasrettin hocanın "ya tutarsa" hikayesine dönsede bu, düşünsene bir gölün yoğurt olduğunu, ya tutarsa :D
DİLEK YILDIZI
Bu arada senin grap yazın harikaydı.Okuduğum güzel öykülerden biriydi.
Yav yemek tarif deyip iştahımı kabarttın bak şimdi :-)))))
Göl kenarı yoğurt ohhh be. Salatalık sarımsak her gün cacık :-))
İyide o zaman balıklara yazık olmayacak mı :-)))
Çok teşekkür ederim ilgin için...en derin saygılarımlasın her zaman ....
kasım yağmuru
Bak şimdi hocanın düşüncesindeki, maksadın ne olduğuna dair şüphelerim oluştu :D
DİLEK YILDIZI
Böylece balıklarda telef olmazdı :-)))