ALA OD
Minnacık bir pencereden bakmak hayata… Sigaramın dumanını üfledim havaya doğru, bir yandan da penceremden sadece bir kısmı gözüken bahçeyi seyrettim. Bir an at gözlüğü takmışım gibi bir duyguya kapıldım ve bir elin boğazımı sıktığını hissettim. Bir sahne belirdi gözlerimin önünde. Şu anda uzaktan izlediğim ama bir o kadar tanıdık…
Ufacık bir odaydı… Kokusu; sigara ve parfüm… Hala burnumda. Sesler… Kahkahaları yanımda atılıyormuş gibi duyabiliyorum. Kız kalkar yatağın üzerinden ve gayri ihtiyari bir hareketle sigarasını yakar. Pencereye takılır gözü. Sadece bir kısmı gözüken sokağı izlemeye başlar. Başkahraman dolar kollarını kızın beline ve o bir kısmı görünen sokak manzarası olur gözlerinde bir deniz, bin bir deniz…
El hala boğazımdaydı sanki ve o kadar yavaş hareket ediyordu ki! Gözlerimi kapadım arkamdan o tanıdık kollar dolandı yine, boynumda dudaklarının sıcaklığı. O koku; parfüm ve sigara…
-Gevreeeeeek, simitçiiiiiiiiii!
Bu sesle gözlerim hemen bahçeye döndü. Boş, bomboş..
Olmayan deniz manzarasıyla kıkırdarken simit sesiyle acıktığını hissetti kız ve hemen simit, peynir, çay üçlüsü kuruldu sofraya. O hareket alanı olmayan odada mutluydu kız. İstiklal geldi aklına; o özgür ruhuyla, o herkesi kabul eden kahpeliğiyle. Burnunun direkleri sızladı özlemle, ama sevgilisine bir bakışıyla silindi aklından o cümbüş. İstanbul’u hiç görmemişti sevgilisi; hoşlanmıyordu da, kalabalık diyordu hep. Ama bilemezdi ki İstanbul’un havasını bir kere alan bir daha rahat nefes alamazdı O’nsuz. Anlattı kız; bıkmadan, usanmadan. Neydi amacı bilmiyordu ama anlattı işte. Sevdi mi çocuk bilmiyordu, hiç de öğrenemedi. Ama dinledi; ilgiyle, sevgiyle, sonuna kadar kesmeden dinledi. Sözü bitince sarıldı kız, sıkıca, İstanbul’a sarılır gibi. Şimdi deniz, parfüm ve sigara kokusu doldu burnuna. Dudaklarına uzandı çocuğun İstanbul’u öper gibi öptü: özlemle, hasretle, burnunun direkleri sızlayarak… Sarıldı, öptü. Öptü, sarıldı!
“Durup dururken içimde bir şeyler kopup tıkıyor boğazımı,
Durup dururken sıçrayıp kalkıyorum yarıda bırakıp yazımı,
Durup dururken rüya görüyorum bir otelde, holde, ayakta,
Durup dururken çarpıyor alnıma kaldırımdaki ağaç,
Durup dururken bir kurt uluyor aya karşı bahtsız, öfkeli, aç,
Durup dururken yıldızlar inip sallanıyor bir bahçede, salıncakta,
Durup dururken mezardaki halim geçiyor aklımdan,
Durup dururken kafamda bir güneşli duman,
Durup dururken hiç bitmeyecekmiş gibi bağlanıyorum başladığım güne
Ve her seferinde sen çıkıyorsun suyun yüzüne...” demişti Nazım. Merak etmeden duramıyorum aynı duyguları mı hissettik acaba; yıllar önce o, yıllar sonra ben.
Durup dururken girmemiş miydi zaten kızın hayatına? Ansızın, balıklama… Kız ne diyordu “Fazla melankolik!” Âşıktı çocuk başkasına ve dert ortağı yapmıştı kızı kendisine. Anlatıyordu pişmanlıklarını kıza, akıtıyordu gözyaşlarını kızın kalbine. Kız nereden bilecekti ki o gözyaşları bir derya olacak kalbinde, nereden bilecekti ki çocuğun pişmanlıkları kendi pişmanlıkları olacak. Hiç pişman olmadığı pişmanlıkları. Her defasında açtı omzunu çocuğa onunla ağladı, onun gülmesine vesile oldu yine her defasında. Dudaklarını, dudaklarına her değdirdiğinde akıttı içindeki neşeyi ona. Onun gözyaşları kızda bir derya olurken, kızın neşesi çocukta gökyüzünün sınırlarına ulaşıyordu.
Ne demişti çocuk “Hayat verdin bana, yaşam kaynağımsın!” Bilmiyordu ki o hayata döndükçe kızdan bir şeyler kopuyordu, akıp gidiyordu zaman kavramında. Yanındaydı ya yetiyordu kıza, yüreğini vermişti ona, yüreğindeki odaların her kapısını açarak. El eleydi sevdiğiyle kız, sıcaktı hava ama umurunda değildi yine. Ta ki… Karşıdan göründü kız, güzeldi hakkını yememek lazım. Sevdiğinin sevdiği, bunu çocuğun gözlerinden anladı. Kaldırım sallandı altında ama fark etmedi çocuk. Kız yine baktı o çok sevdiği bal elası gözlere, bal gözlere… Akmayan gözyaşları duruyordu orada, içine akıtıyordu besbelli. Yine kucak açtı kız sevdiğine, yine sarıldı, öptü onu.
Pencerede ikinci sigaramı yakmışım, dumanın içinden anılarım göz kırpıyor. O en acı anı… Sevdiğimin gözlerinde sevdiğini görmek ve ona yine kucak açmak… Şimdi olsa yine sarılır mıydım ona, öper miydim? El sıkmaya devam ediyor olanca şiddetiyle!
Gelmişti işte sevdiğinin doğum günü. Şatafata gerek var mıydı ki? Bir şişe şarap en kırmızısı kızın aşkı gibi kıpkırmızı, iki kadeh sevgisi gibi şeffaf… Bu sürprize bile ağladı çocuk. İlk defa mutluluktan yine kızın omzunda… İlk defa sevgilisinin farkına vardı belki de, çünkü kız ilk defa kendini gördü çocuğun gözlerinde. Bir âşık olarak değil belki, ama değerli. Ve yine ilk defa kız o kan kırmızısı şarabın tadına sevdiğinin dudaklarında baktı, yine İstanbul’u öper gibi içi sızlayarak! Yıllar sonra anlayacaktı ne kadar önemliymiş çocuk için; yıllar sonra hala o şarabı anlattığında çocuk, anlayacaktı kız, yıllar sonra…
Hiçbir zaman pişman olmadım ki yaptıklarımdan şimdi niye bu üzüntü, niye çağırıyorum sigara dumanlarımın içinden anılarımı ve o el niye sıkıyor hala boğazımı? Kaç yıl geçti? Onu tanıyalı 7 yıl, onu kaybedeli 3 yıl belki de 4 hatırlamıyorum. Âşık mıyım hala? Cevabım kesin: Hayır! O zaman niye bir daha öyle olmadı hiç kimse, o özelliğe niye ulaştırmadım kimseyi? Niye o bal gözlerden sonra kapadım yüreğimin odalarını?
Hayalperestti çocuk. Ne demişti? “Gidelim buralardan! Benimle gel!” Kız gerçekçiydi, güldü geçti sadece, kalbinde çocuğun gözyaşları. Kendi gözyaşlarını akıtmaya daha zaman vardı, bekliyordu. O gün kahvaltıda hediyesi Bülent Ortaçgil olmuştu çocuğun: Bu sabah yalnız uyandım sensiz olmaz, sensiz olmaz… İşte orada ağladı kız, ilk defa döktü çocuktan emanet aldığı gözyaşlarını. Bu sefer çocuk sarıldı ona, açtı kucağını, öptü: Uzun, yavaş, şefkatle… Hangi şehir gibi? Bilemedi kız, hiç öğrenemedi.
Yeter! Attım üçüncü kez yaktığım sigaramı elimden, son dumanın içindeki anılarıma bir öpücük gönderdim, kavradım boğazımdaki elin bileğini, çektim çıkardım boğazımdan! Pişmanlık yok, aşk yok içimde. Yıllar sonra ilk defa bu kadar yoğun anılar. Ama yeter! Yıllar önce sana veda etmiştim, şimdi anılarıma elveda! Yok, ne derdik biz? Hoşçakal…
HİLAL BAYRAM
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.