- 1057 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Biz Bize Benzeriz
Servis otobüsüyle iş bitimi eve dönüş her zaman işe gelişlerden daha neşeli olurdu. Herkes, biraz sonra evde olmanın ve dinlenmenin hayalini kurardı. Az öncesine kadar dev makinelerin başında sırtlarından ter akıta, akıta çalıştıklarını, yorgunluktan bitkin düşüp neredeyse düşüp bayılacaklarını ve de müdür yalakası şefin sürekli gözetimi altında olduklarını unutmuş gibilerdi. Ama yine de her birinin bitkinliği gözlerinden okunuyordu. Kimisi bu kısa yolculuğu bile fırsat bilip uyumaya, dinlenmeye çalışıyordu.
Kırk İki kişilik otobüste her defasında birisi mutlaka ayakta kalırdı. Dökümhanede çalışan Süleyman şişman gövdesiyle her zaman oturduğunda iki koltuğu birden kaplıyordu. Otobüse en son binip ayakta kalan kişi istese de Süleyman’ın oturduğu koltuklara yerleşemezdi, çünkü yer kalmazdı onun şişman gövdesinden. Bu kez ayakta kalan Kocagür köylülerinden Mestan’dı. Tam giyinip çıkacakken çişi gelmişti. Tuvalete koşturayım derken geç kalmıştı. Söylenip durdu seslice.
“Arkadaş bu adamın koca götünden dolayı ayakta kalıyoruz. Bunun gibi iki tane daha olsa fabrikada tümden boku yeriz,” dedi.
Diğerleri güldü, Mestan’ın söylediklerine.
Kalite Kontrolcü Seyit oturduğu yerden kalkıp Mestan’a yer vermek istedi.
“Yok Seyit kardeş,” dedi Mestan. “Sen rahatsız olma. Ben idare ederim ilk durağa kadar.”
“İlk durak dediğin nedir ki Mestan kardeşim? Köyün girişi zaten. Ondan sonra otursan da oturmasan da fark etmez,” dedi Seyit.
“Olsun olsun, sen rahatını bozma.”
“Gel o zaman gel. Şöyle yanıma gel. Otur şu koridora.”
Yanına çağırdığına göre mutlaka kendisiyle sohbet edecektir, diye düşündü Mestan.
Artık, herkes alışıktı Kalite Kontrolcü Seyit’in servis otobüsünde, yemek, çay paydoslarında mutlaka birileriyle sohbet etmesine. Üniversite’den terk etmişti okulunu. Babası daha fazla okutamamıştı diye söylense de, Seyit siyasi görüşlerinden ve karıştığı olaylardan dolayı atılmıştı okuldan.
Fabrikada işe alınmasının nedeni, yıllardır bu fabrikada çalışan emekliliği dolduğu halde patron tarafından ısrarla işte tutulmaya devam eden ustabaşı Hasan’dı. Seyitle akrabalardı.
Patronun eli kolu uzundu. İşe girecek her kişiyi yarım saat içerisinde kim olduğunu, ne olduğunu, neci olduğunu buldurur ortaya çıkartırdı. Seyit için de iyi şeyler duymamıştı. Bu yüzden işe almak istemediyse de hatırını kıramayacağı ustabaşı Hasan yüzünden evet demişti. Bunun için de bir şart koymuştu.
“Bak Hasan usta!” demişti. “Bu çocuk yarın öbürgün üniversitede yediği haltları benim fabrikamda da yemeye kalkarsa, çalışanlarımın aklını bulandırırsa; sorumlu seni bilirim. Anlaştık mı?” dedi.
Tam bir yıl geçmişti aradan. Patron, Genel Müdürü ve diğer müdürleri vasıtasıyla Seyit’in işini kusursuz yaptığını duyuyor ama kendisine bunu belli etmiyordu. Ayrıca yemek, çay molalarında, servis otobüsünde işçilerle neler konuştuğunun raporunu kendine yakın adamları vasıtasıyla düzenli olarak alıyordu.
Şimdilik çok aşırı davranışları ve yaklaşımları olmasa da yine de bundan hoşnut değildi patron. Konuştukları insan yaşamıyla, doğrudan hayatın kendisiyle ilgili doğru şeylerdi. Kimseyi kışkırtmak, örgütlemek gibi bir niyette değildi. İstediği, emeklerinden başka hiçbir şeyleri olmayan, okula gitme olanakları olmamış, hep eziklik duyarak yaşamış, bir türlü iki yakası bir araya gelmeyen bu insanlara, her şeye karşın umut vermek, yaşama daha güzel gözle bakmalarını sağlamaktı.
Kötü niyeti olmayan sohbetler gibi görünse de, patronu rahatsız ediyordu bu sohbetler. Üstelik fabrikada çalışan yüzlerce işçinin birkaç tanesi hariç hepsi de seviyordu Seyit’i. Patronu en rahatsız eden şey de buydu işte. Seyit’i herkes seviyordu.
Diğer yandan işini kusursuz yapması da fabrikası için bir kazançtı. Seyit bu işe başlamadan önce fabrikada her gün onlarca kusurlu mal üretiliyor ve kimse bunun farkına varmıyordu. Kusurlu mallar yeniden fabrikaya geri gelirken hem zaman kaybına hem de ekonomik kayba neden oluyor, fabrikanın da itibarını müşterilerine karşı zedeliyordu. Seyit’in işini dikkatli ve özenle yapması sayesinde bu kayıplar hemen, hemen sıfır noktasına inmiş ve kâr oranları yükselmişti.
Seyit, koca fabrikada işini yaparken, kimin yanına gitse, hangi bölüme gitse, hangi malın kontrolünü yapsa yüzünden gülümsemeyi asla eksiltmiyordu. Kusurlu malı üreten işçiye daha dikkatli olmasını söylerken bile gülümseyip sırtını sıvazlıyordu. Sohbet ederken de, merhabalaşırken de karşısındakine dokunmaya özen gösterirdi. Dokunmanın aradaki mesafeyi de resmiyeti de yabancı oluşu da ortadan kaldırdığına inanırdı.
Koca götlü Süleyman yüzünden ayakta kalan Mestan, Seyit’in oturduğu koltuğun yanına ilişiverdi.
“Yahu Seyit ben bu koca götlüyü anlamıyorum. Bizim kadar o da çalışıyor, o da terliyor, o da yoruluyor. Üstelik dökümhanedeki işi bizimkinden kat be kat zor. Yine de adamdaki yağlı göbeğe bak, şu cüsseye bak” dedi.
Seyit, otobüsün uğultusundan sesini duyurabilmek için Mestan’a doğru eğilip:
“Biliyorum” dedi. “Bunları söylerken Süleyman hakkında kötü niyetli olmadığını biliyorum. Zaten hiç birimiz de değiliz. O da bizim bir arkadaşımız, bir kardeşimiz.”
“Tabi ki canım. O da bizim gibi zavallı bir işçi işte. Biz sadece şaka yollu takılıyoruz kendisine. O da bunu biliyor zaten. Bildiği için de koca götlü desek bile kendisi de gülüp geçiyor buna.”
“Aslında hepimiz birbirimize benziyoruz Mestan. Süleyman da sen de ben de hepimizi birbirimize benziyoruz. Bu fabrika hepimizi birbirimize benzeti. İsimlerimiz ayrı olsa da, çok benziyoruz birbirimize. Kimimiz evli, kimimiz bekâr, kimimizin çocukları var, ayrı evlerde oturuyoruz, boylarımız farklı, göz renklerimiz farklı, saçlarımız farklı hatta huylarımız farklı… Ama evlerimiz de pişen yemek bile aynı neredeyse, kimilerimiz her gün kebap, tatlı yemiyor her halde? Hepimizin yediği kuru fasulye, pilav, makarnadır. Hepimiz akşamları köy kahvesine takılıyoruz, hepimiz ya iskambil oyunu oynuyor ya da at yarışlarına bir umut diye üç beş lira yatırıyoruz. Ama bu fabrika bizi hepimizi daha da aynılaştırıyor. Bak her sabah hepimiz aynı anda kalkıyoruz, aynı durakta, aynı hava koşullarında bekliyoruz. Aynı otobüste aynı koltuklarda yolculuk edip, aynı kapıdan fabrikaya girip aynı tip tulumlarımızı giyiyoruz. Aynı işleri yapıyoruz. Metal kesiyoruz, metal doğruyoruz, metal kaynatıyoruz, metal boyuyoruz, metal taşıyoruz, metal tozu, boya tozu, tiner kokusu çekiyoruz ciğerlerimize. Fabrikanın çıkardığı aynı yemekten yiyoruz. Aynı kaşığı aynı çatalı kullanıyoruz. Ve hemen hemen aynı karşılığı, aynı ücreti alıyoruz.”
“Doğru, doğru diyorsun Seyit. Aynıyız” dedi, Mestan.
Otobüsün sürücüsü, iki koltuk arkasında oturan ve sohbet eden Seyit’i daha iyi duyabilmek için radyodan çalınan müziğin sesini kısmıştı. Karşı çaprazda oturan ve fabrikanın futbol takımında oynayan uzun Emre de ilgiyle Seyit’in anlattıklarını dinliyordu.
“Sadece bunlar mı?” diyerek sürdürdü konuşmasını. “Yaşamlarımız da giderek aynılaşıyor. Hepimizin maaşları yerinde sayarken, bakkala, kasaba olan borçlarımız çoğalıyor. Her birimizin evine giren ekmek sayısı bile azaldı. Hepimiz her gün her an içten içe hesaplar yapıyor, bu ay alacağımız maaşın nelere yetebileceğini hesaplıyoruz. Doğru değil mi?”
“Doğru abi. Hepimizin derdi bu.”
“Aynılaştırdı bu fabrika bizi, diyorsam daha başka da örnekler vereyim sana. Hepimizin hali ortada işte. Kıyıda köşede sakladığımız yıllar önce aldığımız ve sadece düğünde bayramda giyindiğimiz bir takım elbisemizin dışında hepimiz hep aynı şeyleri, aynı gömleği, aynı pantolonu, aynı kazağı giyinip duruyoruz. Bak kendimden örnek vereyim, geçen gün dikkat ettim, son iki yıl içerisinde şu veya bu nedenle çektirdiğim fotoğraflarıma dikkat ettim hepsinde aynı gömleğim aynı ceketim varmış üzerimde.”
“Hangimiz öyle değil ki?” dedi, uzun Emre. “Biz kendi köyümüzden olan birini bir kilometre uzaktan da olsa gördüğümüzde kim olduğunu biliyoruz. Çünkü hep aynı kıyafetleri vardır üzerinde.”
“Hakkaten doğru ulan,” dedi Mestan. Arkasından bir kahkaha attı.
“Bir de işçi tulumlarımız var tabi,” diyerek, konuşmasını sürdürdü Seyit. “İşte bu fabrika bu kadarı yetmezmiş gibi, iyice birbirimize benzeyelim diye, aynı şekle gelelim diye, her birimizi günde en az 10 saat boyunca o tulumların içerisine sokuyor. Asıl incitici olan gerçek şu ki, bizim ekmeğimiz, bizim yerimiz, bizim cüzdanımız küçüldükçe fabrika daha da büyüyor. İşte Hasan Usta anlatıyor. İlk kurulduğunda bir barakaymış. Sadece altı kişi çalışırmış. Şimdi dev gibi kocaman binalar oluşmuş. Kim getirdi bu fabrikayı bu hale? Birbirimize benzeyen bizler. Yüzlerce kişi çalışıyor. Bak, burada da aynılaşmışız. Bizler ömrümüzü, gelirimizi, cüzdanımızı, ekmeğimizi küçültürken elbirliği ile fabrikayı büyütmüşüz. Daha düne kadar her birimiz kendi derdine düşmüş farklı şeyler düşünürken şimdi artık ortak şeyleri düşünür olduk. Hepimizin ortak düşüncesi daha iyi iş koşulları, daha iyi ücret, daha fazla dinlenme saatleri falan.”
“Doğru valla. Ben de her gün bunları düşünüyorum” dedi, futbolcu uzun Emre.
“İşte burada bizim asıl derdimiz başlıyor Mestan.”
“Nasıl yani seyit?”
“Aynı şeyleri yaşayıp aynı şeyleri düşünüyoruz ama konuşmaya sıra geldi mi her birimiz dut yemiş bülbüle dönüyoruz. Konuşmuyoruz. Derdimizi paylaşmıyoruz. Taş gibi suskun duruyoruz. Birimize bir haksızlık yapılsa diğerlerimiz sus pus oluyoruz. Bu susmalarla bile fabrika bizi birbirimize benzetti. Susmalarda da aynıyız yani. Bak, geçen ay kazayla, görmeden, yemekhanenin kapısına zarar veren Darıca köyünden gelen o genç çocuğu işten attılar da, hiç birimiz; bu yapılan haksızlıktır, yazık bu gence, ekmeği ile oynamayın, demedik. Dedik mi? Diyebildik mi? Bu kadar ter döküyoruz, bu kadar iş üretiyoruz, bu kadar yıpranıyoruz da, patron bayramda seyranda bizi toplayıp fedakâr işçilerim, aslan işçi kardeşlerim, ürettiğinizle gurur duyuyorum, daha da çok üretmenizi, daha da çok çalışmanızı diliyorum. Bu fabrika sadece benim değil hepimizindir, hepimizin ekmek parası buradan çıkıyor, ben de evime buradan ekmek götürüyorum sizler de, deyince de alkışlamak yetmiyor neredeyse adamı bir de omuzlarımıza alıp koca fabrikanın içerisinde tur attırmak istiyoruz. Bir tekimiz de çıkıp, fabrika hepimizin ama ücretlerimiz yeterli gelmiyor, her gün kahvaltıda çocuklarımız zeytin ekmek dışında bir şey yiyemiyor, evimize üç ayda bir et ya girer ye girmez, çocuklarımız parasızlıktan okula gidemiyor, demiyoruz. Sadece alkışlıyoruz patronun bu sırtımızı sıvazlayan sözlerini.”
“Herkes ekmeğinin derdinde be Seyit! Kim çıkıp da bunları söyleyecek patrona karşı? Ertesi gün kendisini kapının dışında bulur valla.”
“Ben de birileri çıkıp da bunları söylesin diye anlatmadım be Mestan! Birileri Donkişotluk yapsın diye söylemiyorum.”
“O ne demek seyit? Donkişotluk yapmak ne demek?”
“Sonra anlatırım onu. Bir başka zaman hatırlat bana sana Donkişotluk ne demekmiş anlatayım. Neyse, sen şimdi Süleyman yüzünden oturamadın ya, hani o da bizim gibi bir gariban işçi, bırak iki koltuğa yayılıp dinlensin, o da bizden birisi, onun da bize benzeyen biri olduğunu anlatmak için bunları söyledim. Yoksa bir şeylerin kolay, kolay değişemeyeceğini ben de biliyorum. Ayrıca fena mı oldu burada oturman? Sohbet etmiş olduk işte. Bak, neredeyse köye varmak üzereyiz.”
İki gün sonrasının sabahıydı. Servis otobüsünün içindeki işçiler suskundu. Tatil gününden sonraki bu ilk günün sabahı hep böyle olurdu. Kimsenin ağzını bıçak açmazdı. Otobüs son kavşağı dönüp ana yola çıkınca uzaktan fabrikanın binası göründü. Ellerinde olsa tümü birden otobüsün frenine yüklenip durduracak gibilerdi. Bir günlük dinlenmeden sonra kimsenin canı ter kan içerisinde kalıp bayılıncaya kadar çalışmak istemiyordu.
Soyunma odasından sırtlarında tulumlarıyla çıkan işçilerin her biri ayrı bir makinenin başına geçti. Az sonra düğmelere basılacak ve sekiz saat sürecek o gürültü ve homurtular yeniden başlayacaktı.
Seyit, elinde dosyası ve kalemi, hafta sonu üretilmiş malların son kontrollerini yapmak için stok yerine doğru gidiyordu. Patronun özel şoförü ile dış güvenlikçilerden Komando lakaplı Yusuf, Seyit’in yanına gelip:
“Seyit, patron seni odasında bekliyor. Hemen yanıma gelsin, dedi”
Patronun odasına girdiğinde, akrabası olan fabrikanın emektarı Hasan Ustanın da orada kımıldamadan, başı önde ayakta beklediğini gördü.
Patron, sözü fazla uzatmadı.
Hasan Usta işinin başına dönerken, Seyit’in işine son verildi.
Makineler gürültüyle çalışmaya devam ederken, birbirine benzetilen işçiler, sus pus olmuş, kan ter içerisinde çalışmaya devam ediyorlardı.
Kimse Seyit’in sözünü bile etmedi..!
YORUMLAR
Öncelikle tebrik etmeliyim sizi sayın yazar.
Böylesine naif, sade, anlaşılır bir dille yazılan ve toplumsal mesajlar veren hikayeler çok eskilerde kaldı derken, sizin güzel hikayenizle karşılaşmak beni Edebiyatımız adına mutlandırdı. Yaşınız nedir bilemiyorum ama, Sait Faik, Sabahattin Ali, Haldun Taner, Orhan Kemal çizgisini sürdürmüşsünüz adeta.
Beni gençlik günlerime götürdünüz. Özlemişiz toplumsal içerikli hikayeleri.
Saygılarımı gönderiyorum.